Mario Levi’den 100 aşk, 100 cümle
Mario Levi ustalık eserim dediği son kitabı “Bir Cümlelik Aşklar”la Türk edebiyatında bir ilke imzasını attı. Tek cümlelik yüz hikâyeyle, “kader yolcuları”nı anlattı. İlk sorumuz aşk olunca, sandım ki söyleşi orada bitecek, kitaba bir türlü gelemeyeceğiz. Kolay olmadı aşktan çıkabilmek. Karşımdaki, bir yazar olmaktan öte, aşkı tüm halleriyle yaşamış, âşık olmanın hakkını vermiş bir adam… Romanlarında hep kadın kahramanları oldu onun. Ama yüreği öylesine kocaman ki yazdığı karakterler çeşit çeşit; yorgancı, boyacı, fahişe, psikiyatr, öğretmen, bilgisayar programcısı… Herkesin anlatacak bir hikâyesi olduğuna inanıyor, belki onları dinlemiş, belki de uydurmuş, ne önemi var? Ama hissetmiş… Hani o es geçtiğimiz ayrıntılar, hani o her gün görüp de selam vermediğimiz, yüzüne bakmadığımız insanlar ve her gün okuyup geçtiğimiz üçüncü sayfa haberlerinin ardındakileri… İşte onlar, bu kitabın başkahramanı.
“Bir Cümlelik Aşklar” diyor Mario Levi. Ve cümleler, nokta ile, soru işareti ile, üç nokta ile bitiyor. Kimi yaşamlar koskocaman bir soru işareti olurken, boşlukları biz dolduruyoruz. Kader nerede başlıyor, nerede bitiyor? Belki de kimi yaşamların ucu öylesine açık ki sadece üç nokta kalıyor geriye…
Mine Türkili
Mario Levi’den 100 aşk, 100 cümle
Bir cümleyle aşk diyerek başlasak…
Zaten yazmışım 100 cümle ama yine de söyleyeyim. Aşk en güzel, en sahici ve en anlamlı sarhoşluk halidir. Bana göre, aşkı yaşamamış olmak çok büyük kayıp. Aşkta her zaman mutluluk yoktur. Aragon “Mutlu aşk yoktur” lafını boşuna söylememiş. Aşk bir savaş aslında. Bir iç savaş, insanın içinde bulunduğu durumla ve kendisiyle savaşı. Ve aşkta mutlaka bir çatışma var. Bunların ikisinin bir araya gelmesinden başlangıçta toz pembe bir tablo gözükür, ama derine indikçe, aşkın beraberinde getirdiği sorunlar çıkar. Çünkü ortada güçlü bir duygu vardır. Ben her zaman şunu savunurum; herkes âşık olma kapasitesine sahip değildir. Âşık olmak bir yetenektir. Aşkı sürdürmek ise bir cesarettir. Bu yüzden aşkları yaşamak, her zaman için hem hayata daha çok bağlar hem de hayatımızı daha anlamlı kılar. Tabii benim bu kitapta biraz da anlatmak istediğim, bir erkeğe ya da kadına duyulan aşkın ötesinde, hayatta en önemli olan, ne yaşıyorsak yaşayalım ya da ne yapıyorsak yapalım, onu aşkla yapalım… Ben aşkın kendisine âşığım. Böylelikle kendimi hem daha çok tanımış, hem daha çok sorgulamış hem de daha çok deşmiş oluyorum. Âşık olabilmek büyük bir kazanç aslında.
Kitapta ironiler ve tezatlar var; ne kadar çok alçaklığa ne kadar yüksek değer biçtiğini anlayan adam, hayatını dilediği gibi programlayamayan bilgisayar programcısı… Kahkaha ve hüzün, bütün duygular karışıyor.
Bu benim olgunluk eserim. Geniş bir okur kitlesiyle tanışmamı sağlayan kitap, “Bir Şehre Gidememek”ti. O kitap bir öykü kitabı, bu da öyle. 25 yıl aradan sonra tekrar öykü yazmaya cesaret ettim. Çünkü benim için çok önemli bir tür. Bu yüzden heyecanlıyım. İroni aslında çok anlamlı bir duruş. Bir direniş… Gülmek en büyük başkaldırıdır denir ya; zulmedene boyun eğmediğini gösterirsin gülerek. Bu yüzden de gerçek komediler gerçek trajedilerden doğar. İroniyi sevdiğimi söyleyebilirim. Hayata gülümseyerek bakıyorum.
Bazı öyküler soru işaretiyle bitmiş. Bu, bir terapi, sorgulama.
Bu çok yerinde bir tespit. Gerçekten de bunu yapmak, biraz da okuru düşündürmek istedim.
Her kesimden insanı anlatıyorsunuz. Boyacı, psikiyatr, fahişe… Üçüncü sayfa haberlerine de rastlıyoruz.
O üçüncü sayfa haberlerinde de hayat yok mu? Şöyle bir haber düşünün: Şehrin yeni göç almış bölgelerinin birinde oturan çekirdek bir aile. Birdenbire kadın, kocasını ve çocuklarını terk ediyor. Ve mahallenin taksi şoförüyle kaçıp kayıplara karışıyor. Bu bir haber oluyor, ama baktığımızda ne kadar çok trajedi ve ne kadar çok insan hikâyesi var. Düşünebiliyor musunuz? Kadına ne oluyor da çocuklarını bile terk edecek duruma geliyor? Bir çeşit Anna Karenina. Kadının durumu ne? O çocuklar nasıl büyüyecek? Geride kalan erkek ne yapacak? Taksi şoförünün üzerine aldığı sorumluluk ne? Analiz ettiğinizde 4-5 kişinin derinine inebilirsiniz. Bunların hepsi edebiyatın malzemesi. Böyle bakıldığında, “Konu sıkıntısı çekiyorum” diyeni anlayamıyorum. Mümkün değil. Önemli olan duyarlı olmak. Başkalarının acılarına, başkalarının hayatlarına, duygularına duyarlı olmak. Tek gereken bu.
Peki hikâyeler gerçek mi uydurma mı?
Bazılarını uydurdum, bazıları da gözlemlerinden çıktı. Ben sadece baktım, gördüm, yorumladım; gördüklerimin bende çağrıştırdıklarını yazdım. Her bir hikâyede bazen bir, bazen iki kahraman olduğunu düşünürsek, belki de yüz elli insan hikâyesi var kitapta.
İntihar da var…
Yazarken şimdi şunu yazacağım demedim. Kendiliğinden gitti. Kendimi çağrışımların akışına bıraktım. Demek ki intihar meselesi benim için önemliymiş.
Sizin kadınlarınız genelde güçlü, ayakta kalan kadınlar…
Bunun çok basit bir nedeni var. Çünkü ben, en çok bu kadınları seviyorum ve etkileniyorum. Güçlü olmak aslında geniş bir yelpazede değerlendirilebilecek bir kavram. Sadece bedensel değil, duygusal güçlülük, zekâ önemli. Bir laf ettiğinizde o lafın havaya gitmediğini ve yerini bulduğunu görmek bana yeter. Kadını benim gözümde güçlü yapar. Erkeklerin erkek egemenliğini sürdürmek için güçlü kadınlardan hoşlanmadığı görüşü var ya… Bana göre, erkek egemenliği iğrenç bir şey. Edebiyata baktığınızda da güçlü kadınların unutulmaz olduğunu görürsünüz. Çoğu kez yenilirler. Ama güçlüdürler. Yenilmiş gibi görünmekle birlikte hayat adına bize bir ışık tutar, yol gösterirler. Tolstoy’un “Anna Karenina”sını söyleriz ama, “Anna Karenina”dan 20 yıl önce yazılmış “Madam Bovary” vardır. O da benim için güçlü bir kadındır. Kolay mı 19. yüzyıl Fransa’sında aşk uğruna bunları yapabilmek?
Okuyucunuza bir mesaj verecek misiniz?
Herkes kitabı baştan sona okusun ve sonra da kendi üç hikâyesini seçsin. Hangi hikâyeleri seçerseniz, bilin ki oradaki hikâyeler sizi anlatacaktır.
Mine Türkili
Subscribe
0 Comments
oldest