Pınar Sönmez: “Bir öykü yazmanın kendisi masaldır”
Biricik Pınar Sönmez, Egoist Okur’a yazar, başka dergilerde karşıma çıkar ve ben her yazısında çok sevilen bir dost yüzü görmüş gibi olurum. Öykü kitabı çıktığında da çok sevindim, bir arkadaşla uzun bir tatile çıkmak gibiydi Uyku Kaçsa Rüya Kalsa…
Destek Yayınları’ndan çıkan kitabı okurken şunu hissettim… “Yazmak, dilediğim zaman dilediğim yere dilediğim şekilde, dilediğim dille ve biçimle yolculuğumdur” diyen Pınar’ın sırf hayal ettikleri değil yaşadığı anlar da sanki bir biçimde öykülerine sızmıştı. Her öyküyle kendisinin çoktan geçmiş olduğu kapılardan geçmeye çağırıyordu okuru. Bir Ferit Edgü öyküsünün kıyısından süzülüp Taksim civarında yaşayan bir ressamın atölyesine uğruyor, Nina Simone’un sesiyle büyülenmemize izin verip Milan Kundera etkisiyle kendimize gelmemizi sağlıyordu. Arka planda hep bir büyük şehir uğultusu vardı ve gerçekle illüzyon birbirine karışıyordu…
Okuyun, ne demek istediğimi anlayacaksınız…
Pınar Sönmez hayranlık duyduğu büyük kadın yazarlarla, yani Tomris Uyar’la, Leyla Erbil’le, Sevim Burak’la, Sevgi Soysal ve Tezer Özlü’yle…
“İstanbul hakikaten bir öykü kahramanı. Nokta nokta odaklandığım, anlattığım bir ülke”
Anlatır mısın nasıl oldu da zaten hayatının önemli bir bölümünü kaplayan yazmakla ilişkin resmiyet kazandı?
Yazdıklarımın günışığına çıkması edebiyat dergileriyle oldu. Uyku Kaçsa Rüya Kalsa’da da yer alan Gölgede adlı öyküm Kitap-lık’ta yayımlandı ilk kez. Arkasından öykülerim, Notos, Sözcükler ve diğer edebiyat dergilerinde yer bulmaya başladı. Yazarlar hakkındaki denemeler, incelemeler yazmayı da önemsedim. Deneme ve incelemeler, kendi yazınıza da çok katkıda bulunur. İlk öyküde bile sorularla karşılaşmanın beni mutlu ettiğini hatırlıyorum. Gölgede 2. Gün öyküm için “Niye 2. Gün?” diye sormuştu çok kişi. Çünkü öykü tatilde geçiyordu ve yanıtım “İlk gün pek bir şey yapılmaz öyle değil mi?” olmuştu. Hayatın oyununu, gereksizliklerini tırpanlamayı, sorulara yol açmayı seviyorum. Pek çok gidilecek, çıkılacak yol olsun. Günün hayatın içindeki ufak görünen, ama dağları yerinden oynatacak detaylar, hareketin içinde hayatı kavrayış ve “o an”lar öykümün yolu.
İlk kitabı yayınlanmış bir yazar ne hisseder?
Bir tutkunun, bir kökün fidan sürmesi, gövde kazanması, tutkunun yapraklanması belki. Yazının baharı. Bahar duygusu. “Hep hatırlanacağı daha o saniye bilinen bir tanışmanın unutulmazlığı nesinde midir? Işığında…” diyorum bir öyküde. Sanırım bu. Bahar ışığı, tutku ışığı. Işıklı bir ağaç görmek, ışıklı bir ağacın üzerine çıkmak. Buluşma heyecanı. Yazmak zaten özgürlük. Bu özgürlük hissiyatı içinde aydınlık bir güne uyandığımı söyleyebilirim. Öncesi de olan bir öykünün ismi konuldu ve o öykü yazılmaya devam ediyor.
Yazar ve editör Faruk Duman, senin normal görünenin örttüğü, gizlediği dehşeti aradığını, bu yüzden öykülerini tetikte okumak gerektiğini yazıyor. Öykülerinde aradığın tam olarak nedir?
Hareket içindeyken tek bir âna sığabilecek duygulara, düşüncelere, şuura ve olaylara, dilin yeni yollarına saparak, bir küreye bakar gibi her yerinden bakmayı seviyorum. Özgürlük, hayatın her yerden ayrı görünüşü, kapalı ve açık anlamlar, o anda ne olup bittiğinin öznesi bile olsak sonradan da anlaşılabilecek yönlerinin olduğu, dehşetin de bu çok dallı, çok yapraklı bahçede gizli olduğu… Ve elbette sözcüklerin ahengi, oturuşu, serilişi, mânâyı tınlayışı. Ursula K. Le Guin, “Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle” dizisinden çıkan Yazıhane’de yer alan “Rüyalar Kendini Açıklamalı” adlı yazısında Yerdeniz için “Aramadım, buldum” der. Bir bakıma böyle. Aslında her öykü bulunan, bulunup da görülmeye çalışılan, görülüp de yaşanmaya çalışılan, dokusuyla, ruhuyla o âna nüfuz edilme huzmesi demek. Pırıltı, bir olayın, bir hissin, bir kişinin, bir saç telinin üzerine düşer, ben ışığı takip ederim. Hangi yerlerde hakkaniyet hayata sarılıyor, nerede insaniyet kendini gösteriyor, nerede birbirlerinin içinde eriyorlar? Akıl, his, yollar, kararlar, iyilik, kötülük, umut. Bir anda duyduğum ya da gördüğüm bir şey, bir his, bir düşünce, bir olay, sisli bir evrende onun renkli kalmasına, onu seçmeme sebep olur. İşte ben seçtiğim ya da sezdiğim ânı nasıl anlatacağımın peşine düşerim. Işığı takip et… O ışık beni anlatı ormanına çıkarır. Bir sözcük bir masal yaratır, bir imge sayfalarca yazdırır. Az, “çok”a götürür. Öykünün güzelliği de bu. Çoğalır, çoğalır, her yere sürgün verir. Vahşi bir doğa parça oluşturur, sonra onu budamak, ona şekil vermek, hangi parçanın gidip hangisinin kalacağını seçmek sezgilerine, çalışmana ve o bahçeye verdiğin anlama göre değişir. Bu nedenle de Umberto Eco’nun “Anlatı Ormanları” sözünü çok severim, çok kullanırım.
Peki “dehşet neden cennete benzer”, bunun bir cevabı var mı?
Dehşetin cennete benzemesi ifadesini Faruk Duman öykülerim için kullanmıştı. Neden böyle söylemiş olabilir, diye düşündüğümde kitabın adından başlamalı, dedim kendi kendime. Uykunuzun kaçması tek başına iyi bir şey gibi gözükmese de peşi sıra gelen “rüya kalsa” bir umut vaat ediyor. “Bir İlişkinin İlk Sözlüğü”nde “Hayat, kurgudan daha ağır ve şaşırtıcıdır” deyip “tesadüfler gerçektir” yazmışım… “Diğerlerinden farkı, anlamlıdır. Bir sanat eseri gibi…” Her şey tersiyle var, doğada da, kentte de. Cennet de tersiyle, dehşetle iç içe, birbirlerini aynalıyorlar sanki. Elbette Cortazar’ın muhteşem sözü çekmiştir. Bu kadar “çok”un peşinde olan birinin “Roman puanla kazanır, ama öykünün tek şansı nakavt etmektir” sözünde öykünün capcanlı yönünü görmesi çok doğaldı. Cortazar’ın tarif ettiği “öykünün nakavt etme hali” belki de, dehşetin cennete benzerliği.
Öykünün lezzetini almak nasıl bir şey? Bir de şu: Öykünün cenneti ve cehennemi nedir?
Bana “Öyküye devam et” diyen, “Yazmalısın,” diyen Erdal Öz’dü. Onun öyküyü ne çok sevdiğini, ne kadar güzel yazdığını biliyorsunuz. Bu ivme önemli bir etkendi. Edebiyatı ayırmam. Şiir, makale, deneme, günlük, roman, öykü hepsi aynı nehre akıyor. “Nasıl Nehri”ne. Canım ne isterse onu yazdım. Deneme ve inceleme türü yazıların da yazar için önemli olduğunu düşünüyorum. Öykü dünyası için Pınar Kür hatırlatırdı: “Öykü bir oturuşta okunur, bir oturuşta bir öykü okunur…” Bu çokyetişmeli hayatla ne denli örtüştüğünü görebiliyorum. Demlene demlene, sayfalar dolusundan sayfaya ininceye dek bir bahçeyi karış karış gezip hakim olduğunu sanıp yine de yeni yeni süren çiçekleri, tohumları görmektir öykü. Neresi vahşi kalacak, nereye yeni ağaçlar çiçekler ekilecek? Ve öykünün son satırlarını yazdığınızı anlarsınız, işte şimdi el sürmeyeceksiniz, tamamlandı öykünüz. O öykü ne kadar yazılacağını bilir. Bir öyküyü yazmanın kendisi masaldır.
Öykülerinde Tezer Özlü, Tomris Uyar, Leyla Erbil, Sevim Burak, Sevgi Soysal gibi yazarlardan alıntılar yapıyorsun. Bu yazarların senin için önemi nedir?
Roland Barthes, “anlamların buyuruculuğunun sarsılması”ndan bahseder. Söz konusu yazarların hepsi bu buyuruculuğu sarsmışlar ya da sarsma ışıltısı göstermişlerdir. Yolları vardır. Tomris Uyar dedin mi, tanımış gibi olurum. Leyla Erbil, Tezer Özlü dedin mi, tanımış gibi olurum. Yazdıklarının sevincine, elemine, formuna kapılıp gitmenin dışında, onların yazma azmine ve yaşamsal değerler sistemi içinde yazınlarını güçlendirmek için çağlamalarına da kıymet veriyorum.
Yazarken hissettiklerini sorsam…
Yazıya oturduktan ve o nehre girdikten sonra yüzerim. Her kulaç bir sözcük. Yazmak bir doğa olayı olur. Zamanın içine, tam kalbine girmek. Okumalar, izlemeler, dinlemeler hep yazmaya ulaştırır. Çok not tutarım. Bu, hem yazı ağacını oluşturacak dallara su götürür, hem anlatma sevgimi tatmin eder, elim yazıda kalır. Yazmak, dilediğim zaman dilediğim yere dilediğim şekilde, dilediğim dille ve biçimle yolculuğumdur. Okumalar, müzik, sinema, dans, heykel, resim, fotoğraf, tasarım dünyanın bir parçası haline gelir; gelsin de. Bir resim, bir çekim orada, renklerden biri olur. Keskinleşen duyularınıza kulak vermek ve deftere sarılmanın vaktidir.
İstanbul’u senin kitabında bir öykü kahramanı sayabilir miyiz?
İstanbul hakikaten bir öykü kahramanı. Nokta nokta odaklandığım, anlattığım bir ülke. Galata, Kadıköy, Beyoğlu, buralardaki tek bir kafe, sahile vuran sabah dalgaları… Anlatıyı parçalara ayırır, tane tane devam eder ve sonra bütünlerim. Çocukluğum da İstanbul’da geçtiği için bana şehir daima özgürlük ve mutluluk verdi. Öte yandan, İstanbul nasıl olabilirdi ve nasıl oluyor, kaygı, üzüntü verici. Tüm bunlara itirazımızı dile getirmek, elden geleni yapmak ve yazmak gerek. Önce umursarım, sonra umut ederim. Tüm kavramlar öncesiyle ve sonrasıyla sürer hayatta. İstanbul ve “edebiyatta İstanbul” da böyle.
Avukatsın. Yoğun vakit ayırmanı gerektiren bir işin var, edebiyata ne kadar vakit ayırıyorsun, nasıl çalışıyorsun, nerede yazıyorsun?
Ne yaparsam tutkuyla… Sanat hukuku danışmanlığı yapıyorum ve sanat avukatıyım. Ayrıca, Haliç Üniversitesi öğretim görevlisi olarak hukuk dersleri veriyorum. Yazmanın ve sanatın, aynı zamanda hukuken yardım edebilmenin tadını çıkarıyorum. Hakkaniyet ve hakikat üzerine bir meslek. İnsanlara hiç olmadığını düşündükleri bir hakkın var olduğunu anlatmak, üzerine o hakkın kazanımlarını onlar için elde etmek ya da onları gelecekte oluşması muhtemel zararlardan şimdiden kurtarmak da bambaşka bir duygu. Hayatımın tüm parçaları birbiriyle bütün. Hukukun, sanat hukukunun ve sanatın içindeyim. Bunun yanında, hukuk, yazıyla çok benzerliği olan bir alan. Her davanın ya da hukuki işin bir başı, ortası, sonu var. Hukuk on adım sonrayı görmek ve işiniz insan. Değerler sistemini sorguluyorsunuz, her açıyı hesaplamak zorundasınız. Yazma sanatına ne kadar benziyor böyle söyleyince, değil mi… Ayrıca, mümkün olduğunca gün ve saatlerimi kendim ayarlayabiliyorum. Bu da önemli bir artı. Hayatın temel kavramlarından değerler sistemi ve hakkaniyet olgusu sayfalarımda hep yer aldı, alacak. Yazma ânı dışındaki zamanlar da yazmaya dahil. Söylediğim o ışık, o odak, ağzımı açık bırakan ya da beni alıkoyan ayrıntılar da elbet yazıya karışıveriyor. Ama tek koşul var bunun için. Yıllardır elimin altında bir defter bulunur. Arada o defterleri de rastgele açar ve kendime dönerim. Hayat bir yolunu buluyor, büyük şehirler ve karmaşa yeni iletişim yöntemlerine zorladı insanlığı. Yazarları da yeni yöntemlere itiyor. Parça parça, sadece o dakikanın öyküsünü bile yazsanız yazıyorsunuz işte. Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i, çekmecesinin bir kenarında bulduğu eski bir notu üzerine yazdığını hep hatırlamalı. Bunun yanında elbette İstanbul’un kütüphaneler şehri olması gerekiyor, daha çok ofis kafe olması gerekiyor, şehir hayatı ve biz bunu talep ediyoruz. Gözümün gördüğü, kulağımın duyduğu, tenimin dokunduğu her an, bir anlatı örülüyor.
Sana neler ilham veriyor? Yazarların, kitapların hangileri?
Çok okuduğum için yazma isteği içimde büyüdü, yazdıkça daha çok okudum. Uzun okumalarımın yanında okuma gezintilerim vardır. O kitaptan o kitaba. Paragraftan bir başka kitaptaki paragrafa atlayarak… İlk okumalar kadar yeniden okumalara da bayılırım. Okumalardır yazdıran. Woolf’un, Tomris Uyar’ın ve Sontag’ın Günlükleri, Cortazar, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Kafka, Elsa Morante, Marguerite Duras, Julien Gracq, Camus, elbette Borges, Ali Smith, Judith Hermann, Paul Auster, Kundera, Baudelaire, çağdaşlarım, çokça şiir, Mungan, Cansever, Gülten Akın. Bu yolculuktur güzel olan. Sadece edebiyattaki türlerarasılığa değil, disiplinlerarasılığa da inanıyorum. Öykülerimde izine rastlanır, plastik sanatlar bakışımı çok değiştirmiştir. “Nasıl”ın engin yolunu görmek. Bir resmin içine girmek. Müzik, tasarım, fotoğraf… Sanatın her alanı ve felsefe, algı kalitesini etkiler.
Bundan sonraki kahramanlarına, yazacaklarına dair birkaç şey söylemeni istesem… Ne beklemeliyiz senden?
Hareket ve hareketin içindeki insanın keşfi hep olacak. Hız da, hız sonrası yavaşlık da… Şehir de insan da doğanın bir parçası, bunun üzerine gitmeyi ve hareket noktamı buradan almayı seviyorum. Kendisini de, işlerini de çok sevdiğim sanatçı arkadaşım Mürüvvet Türkyılmaz’ın kitabı okuduktan sonraki ilk yorumu etkilemiştir beni: “Cesaret verici.” Böyle bir zamanda ve bu ülkede bunu duymak keskin bir etki yapıyor. Mücadele, o ânın içine girmek, doğanın bir parçası olarak insan ve kent, karmaşanın içindeki sadeliği, mücadelenin ve tesadüflerin içindeki insanın hissini, sözünü yakalamak. Bir denizde seyahat etmek gibi, ne zaman sahile çıkarım kumlara uzanırım, ne zaman açık denize açılırım, ne zaman dalar yüzerim… Hepsi yazmak ve belki en uzak sahile gitmek… Ya da piyano çalmak, bazen bir tuş, bazen dinleyici olmak… Hikayenin her yerindeyim, dilediğim noktasındayım, öyle olacağım.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest