Süleymaniye Günlükleri: Politik bir metin mi, edebiyat mı?
Süleymaniye Günlükleri 12 Eylül 1980 darbesi sonrası koşullarda öğrenci hareketinin şekillenme sürecine tanıklık ediyor. Ama sadece protesto eylemlerini, direnişleri, gözaltıları, siyasî tartışmaları, kavgaları anlatmıyor. Ev bulma ve karnını doyurma derdiyle, ıstırabı ve eğlencesiyle, tabii aşklarıyla, solcu öğrenci hayatının gündeliğini de anlatıyor…
Tesadüf Özlem Demir’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabının türü konusunda aramızda bir muhabbet döndü geçenlerde. Anı mıydı, roman mıydı, politik bir yapıt mıydı, edebiyat mıydı?
Arkadaşım Meral Aslankaya buradan hareketle yazarı Tesadüf Özlem Demir’le bir söyleşi yaptı. Sırf bunları konuşmadılar elbette. En iyisi okuyalım, bir dönemin hikayesini içeriden, birinci ağızdan öğrenelim…
Süleymaniye Günlükleri
Burhan Sönmez: “Hakikat, geçmişin kendini gelecekte var etmesidir”
Kitabın kapağından
Süleymaniye Günlükleri: Politik bir metin mi, edebiyat mı?
12 Eylül 1980 darbesinden sonra susturulmuş toplumdan ilk itiraz üniversiteli gençlikten yükseldi. Demokratik ve özgür üniversite talebiyle kurulan öğrenci derneklerinin demokratik talepleri, protestoları, toplumda üzerine şiirler yazılacak, şarkılar bestelenecek kadar büyük heyecan yarattı. Ömrü kısa olsa da o dönemin anlatılması, tarihe not düşülmesi beklentisi, ancak neredeyse 35 yıl sonra İletişim Yayınları’nın “Anı” serisinden peş peşe yayınlanan kitaplarıyla gerçekleşti. Bu kitaplardan biri de o dönemde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Tesadüf Özlem Demir’in kaleme aldığı Süleymaniye Günlükleri. Yazar, 80 sonrası öğrenci hareketinin şekillenme sürecini protestolar, direnişler, gözaltılar ve siyasi tartışmalar kadar öğrencilerin gündelik hayatlarını, barınma sorunlarını, karın doyurma mücadelelerini, aşklarını da anlatısına dahil ederek beklenmedik bir üslupla çıkıyor okurun karşısına.
Okura aynı zamanda edebi bir lezzet de vaat eden Süleymaniye Günlükleri’nin yazarı Tesadüf Özlem Demir’le Egoist Okur için söyleştik.
Kitaba ve yazarına dair sohbete geçmeden önce, senin ismindeki Tesadüf doğuştan mı, sonradan mı? Bir hikayesi var mı?
Evet, alışıldık bir isim değil. Küçüklüğümden bu yana ismimin anlamının ne olduğu sorusuyla çok sık karşılaştım. Hatta yalnızca bu da değil, bu soruya ‘Neden ismini değiştirmiyorsun?’ sorusu da eşlik etti çoğu kez. Benden önce bir kız çocukları olmuş ailemin. Kardeşim daha bebekken annemle birlikte hastalanmışlar. Annem iyileşmiş fakat bebeği kaybetmişler. Ardından da annem yedi yıl boyunca hamile kalamamış. Bizimkilerin gitmedikleri doktor, ya da o yıllarda çocuk sahibi olmak için gerçekleştirilen türlü ritüellerden sonra artık ümidi kestikleri bir zamanda çıka gelmişim. ‘Tesadüf’ bu ansızın gelişi, ‘Özlem’ ise yedi yıllık bekleyişi ifade ediyor. İsmimden hiç rahatsızlık duymadım. Ailemin, özellikle de çok erken yaşta kaybettiğim babamın yadigarı olan bu ismi değiştirmeyi de hiç düşünmedim.
Süleymaniye Günlükleri, 80 darbesi sonrasındaki karanlık dönemde üniversitelerdeki sosyalist hareketi beklenmedik bir üslup ve yaklaşımla anlatıyor. İddiadan, politik tarafgirlikten uzak, politik metinlerde alışık olduğumuz kalıpların yanından bile geçmeyen bir anlatım bu… Bu kitap kurgu mu, gerçek mi? Politik bir metin mi, edebiyat mı?
Kitabın yayına hazırlandığı esnada editörüme kitabın yalnızca bir anı kitabı olmadığını, aynı zamanda bir roman olduğunu, bu nedenle de doğru tanımlamanın Anı-Roman şeklinde olması gerektiğini söyledim. Yalnızca kitabın biçiminden kaynaklanan bir tanımlama değildi bu. Anlatıda çok küçük de olsa gerçekte var olmayan, kurgusal dokunuşlar vardı. Bu söylediğimle yaşananların kurgu mu gerçek mi olduğu hususundaki sorunun yanıtını da vermiş oluyorum aslında. Kurgusallığı istisnai olarak, olayların anlatımında bütünlüğü sağlamak açısından ihtiyaç gördüğüm yerlerde kullandım gerçi. Fakat editörüm, yayınevinin yayın kategorileri arasında Anı-Roman şeklinde bir tür olmadığını söyledi. Bu sebeple de yayınevi kitabı “Anı” türünde yayınlandı ve gerek kapak tasarımını gerekse de tanıtımını bu türe uygun olarak yaptı. Kitabın politik bir metin mi, edebiyat mı olduğu hususundaki soruna gelince, ben kitabımın politik bir metin değil de edebiyat eseri olarak nitelenmesini tercih ederim elbette ama bu sorunun yanıtını okuyucuların vermesi daha doğru geliyor bana.
Kitabın sürprizlerinden biri de en karanlık, gerilimli anlarda birden okurun apansız kahkaha fırtınasına yakalanması. Ekonomi Politik’in içinde gizlice Hababam Sınıfı’nın politik versiyonunu okumak gibi bir duygu. Tekrar soruyorum, anlattıkların gerçekten yaşandı mı?
Hababam Sınıfı kitabını daha ortaokuldayken okudum. Serinin tüm filmlerini de çeşitli zamanlarda defalarca izledim. Her ne kadar filmler, kitaptaki politik unsurlar yumuşatılarak verilmiş bu sayede de kitlelerce Hababam Sınıfı yalnızca komedi unsuru ağır basan bir eser olarak algılanmışsa da eğitim sistemine müthiş eleştiriler getiren politik bir metindir. Hababam Sınıfı mizahın yerli yerinde kullanıldığında nasıl büyük bir etki yaratılabileceğini ispatlayan bir yapıttır da. Kitabı yazmaya başladığımda, mizahı yerli yerinde kullanıp kullanamayacağım konusunda kuşkularım vardı. Zira Rıfat Ilgaz’ın bir söyleşisinde belirttiği üzere, “Mizah diye bir yazı türü yoktur. Yazı türü romandır, öyküdür, köşe yazılarıdır, anılardır. Mektup bile bir yazı türüdür de mizah bir yazı türü değildir. Tür olsaydı tekniği olurdu. Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: Tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir…” Bu yüzden şu andaki, “Ekonomi Politik’in içinde gizlice Hababam Sınıfı’nın politik versiyonunu okumak gibi bir duygu” şeklindeki nitelemen çok önemli benim için. Tekrarla sorduğun için ben de anlattıklarımın tümünün gerçekten yaşandığını yineliyorum.
O dönemi, yüceltmelerden, destansılıktan uzak, bu kadar dosdoğru anlatırken politik çevrelerden tepki almaktan hiç çekinmedin mi?
Ben en başından itibaren nesnel bir geçmiş değerlendirmesi yapmadığımı, anlattıklarımın, belleğimde yer ettiği ölçüde bizzat kişisel gözlemlerime dayanan yaşanmışlıklar olduğunu belirttim zaten. Farklı grupların bakış açılarına ya da eylemlerine yönelik olumlama ya da olumsuzlama içerisinde olmamaya da özellikle gayret ettim. Bu yüzden de anlattıklarım nedeniyle ciddi bir eleştiriye maruz kalacağımı düşünmedim. Şu ana kadar da bu yönde ciddi bir eleştiriyle de karşılaşmadım. Eleştiriler daha çok o dönemi yaşayan insanlarca bazı vakıa ve olayların yazılmamış, atlanmış olduğu yönünde oldu. Yani yazdıklarıma yönelik değil yazmadıklarıma yönelik eleştiriler aldım. Yine de kitabımda adı geçen ya da belleğimin yetersizliği ve kitabın kurgusu nedeniyle yer veremediğim tüm dostlarıma buradan sesleniyor ve sürçü lisan ettiysem affola diyorum.
Süleymaniye Günlükleri’ni yazmak fikri nasıl oluştu, neden şimdi?
Uzunca bir süredir öykü yazıyordum aslında. Bunun yanında sinema üzerine de çalışmalar yapıyordum. Bu çalışmalarım halen Mavi Gök isimli bir kültür sanat edebiyat dergisinde yayınlanıyor. Süleymaniye Günlükleri’nin diğer tüm çalışmalarımın önüne geçmesi ve bir proje haline gelip kitaba dönüşmesi sürpriz oldu. Hatırlarsın, arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz buluşmada bu hikayeleri dinleyince çok beğenmiş ve bunların bir kitaba dönüşmesi için ısrarcı olmuştun. Sonrasında da Türkiye tarihinin ikinci el zamanı konusunda bir kitap yazmak için araştırma yapan bir arkadaşım, seksen sonrası gelişen öğrenci hareketi üzerine benimle söyleşi yapmak istedi. Anlattıklarımı duyunca, bunlar ikinci el değil birinci elden anlatılmalı. Bu anlattıklarını mutlaka kitaplaştırmalısın dedi. Olabilir mi acaba diye yazmaya giriştim. Bir çırpıda bitti kitap.
İlk kitaplarda pek fazla rastlamadığımız dupduru bir üslup var karşımızda. Sırrın nedir?
Sözünü ettiğin sadeliği, metnin müstesna bir döneme dair olması ve o döneme ait heyecanın hala kendini muhafaza ediyor olmasıyla açıklayabiliriz belki de. Geçmişi öyküleştirmede öteden beri iyiyimdir aslında. Yaşadığım ya da şahit olduğum anları kolay kolay unutmaz, ayrıntıları ile hatırlarım. Bu hatıraları, kimi eklemelerle dost ortamlarında anlatmaktan büyük keyif alırım. Hatta ortamına göre, aynı yaşanmışlığı farklı versiyonlarıyla anlattığım olur. Konuşurken, sözcükler dışında birçok enstrümana sahiptir insan. Ses tonunu değiştirerek, mimikleriyle ya da aralarda verdiği eslerle konuşmayı istediği gibi yönlendirebilir, dinleyenlerin yüzlerinden ve tepkilerinden ilgi düzeylerini kontrol edebilir. İlgiye göre anlatımı hızlandırıp yavaşlatır, kısaltıp uzatabilir de. Yazmak öyle değildir ama. Yazarken anlatı olduğu gibi sözcüklere emanet edilir. İfade edilmeye çalışılanın okuyana yansıması, onun kavramlara yükleyebildiği anlamlarla sınırlı kalır. Elbette, yazarken kullanılan dilin, anlatıda kurulan çatının ya da öykülenen vakıanın kendisi de önemlidir ama yine de öykü anlatmak ve yazmak birbirlerinden çok farklıdır. Yaşama dairdir öyküler, canlıdır. Bir öykü anlatılırken ona can veren ve ruhunu elinde tutan anlatıcıdır. Oysa aynı öykü yazıyla anlatıldığında ruhu okuyucuya teslim edilir. Ona can verip vermemek, onu yaşatıp yaşatmamak ya da ne şekilde yaşayacağına karar vermek okuyucunun insafındadır. Kitapta anlattığım olaylar daha önce çeşitli vesilelerle arkadaş muhabbetlerinde, rakı sofralarında anlatıp gülüştüğümüz olaylardı. O anlatılardaki neşeyi, o lezzetli havayı yazı diline de aktarmaya çalıştım. Buna ek olarak anlatıyı ince bir mizahla kurma tercihi de eklenince konuşma diline yakın, kolay okunan, yormayan bir biçim çıktı ortaya.
Seçici ve iyi bir okursun. Seni besleyen yazarlardan ve eserlerden ilk aklına gelenler? Ya da hiç aklından çıkmayanlar mı demeli?
Yanıtlamakta en çok zorlanacağım soru bu olacak her halde. Hani Cemal Süreya’nın şiirinde dediği gibi “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu, iki kere öpeyim desem üçün boynu bükük…” Bu soruyu görünce, hangi yazarın adını saysam diğer onlarca yazara haksızlık edeceğim kaygısına düştüm. Gerçi bu soruna karşılık olarak kitapta kullandığım epigrafların belli ölçülerde yanıt olabileceğini düşünüyorum. Bu arada lafı gelmişken biraz da bizim Süleymaniye’li yazarlardan söz etmek isterim. Bu konuda biraz pozitif ayrımcılık yapmam yadırganmaz sanırım. Süleymaniye ekibinden gururla söz edebileceğim yazarlarımızdan Burhan Sönmez, Hayati Sönmez, Behçet Çelik, Sibel Köklü ve Celal Güngördü… Her çıkan kitaplarını sabırsızlıkla beklediğimi ve çıkar çıkmaz da büyük bir iştahla okuduğumu söyleyebilirim. Hiç aklımdan çıkmayan eserler diye sorarsan aklıma ilk olarak Herman Broch’un Vergilius’un Ölümü ve Javier Marias’ın Yarınki Yüzün üçlemesi geliyor. Klasikler yanında günümüz edebiyatını da takip etmeye çalışıyorum fakat maalesef okumalarım istediğim seviyede değil. Geçmişten bu yana sürekli güncellediğim listeler eksileceğine günden güne büyüyor.
Edebiyatın sendeki anlamı nedir?
Edebiyatın bende ne anlam ifade ettiğinden değil de yaşamdaki anlam arayışımda edebiyatın yerinden söz etmek isterim. Edebiyat, en basit ifadesiyle duygu ve düşüncelerin, özel bir dil ve estetik kurallar çerçevesinde yazılı veya sözlü olarak dile getirilmesi olarak tanımlanır. Duygu ve düşüncelerin ifadesi kavramsal olarak bir yere kadar mümkündür gerçi. Ne aktaran kendi duygusunu aktarabilir tam olarak ne de okuyucu aktarılan duyguyu alabilir. Hepimizin içinde potansiyel olarak mevcut olan ve deneyimlenme anında öznel olarak açığa çıkan duygular parmak izi gibidir, kişiye özeldir. Bu açıdan da emsalsizdir. İşte edebiyat bu emsalsiz duyguları, düşünceleri paylaşıma açma, diğerlerine aktarma çabasıdır. Bu çaba sonucunda muazzam bir zenginlik açığa çıkar. Gerek yazar gerekse de okur olarak edebiyat dünyası ile içli dışlı olmak bu zenginlikten pay talep etmektir esasında. Yazar yazdıklarıyla, yaşadıklarını o anki zihin dünyasında yeni baştan yaşar ve yaşatırken, okur daha önce öğrendiği, deneyimlediği ya da potansiyel olarak içinde barındırdığı düşünce ve duygu dünyasında anlatıyı kendince yaşar. Edebiyat dünyası barındırdığı zenginliği paylaşma konusunda bu kadar cömertken, toplumun çoğunluğunun bu zenginlikten pay alma konusunda talepkar olmayışı, üzücü olmanın yanı sıra oldukça da garip bir durum aslında.
Uzun yıllar avukatlık yaptın ve devam ediyorsun. Edebiyat dünyası yeni bir yazar mı kazandı yoksa kısa bir selamlaşma mı bu?
Avukatlık insana dair, insan ilişkilerine dair bir meslek. Bu açıdan çok farklı çevrelerden insanlarla temas kurma olanağı sağladığı gibi bir o kadar ilişkiyi gözlemleme olanağı da sunuyor. Bu itibarla yazarlığa ket vuran, onu engelleyici değil aksine önünü açıcı, onu besleyici bir meslek olarak görüyorum. Avukatlığa başladığım ilk günden bu yana da severek yapıyor, sağlığım elverdiği ölçüde de bu mesleği yapmaya devam etmeyi düşünüyorum. Avukatlık ile yazarlık arasında bir tercih yapmak zorunda da hissetmiyorum kendimi. Bu arada ‘edebiyat dünyası yeni bir yazar mı kazandı’ şeklindeki nitelemen çok hoş ama henüz o noktada olduğumu düşünmediğim gibi bunun kısa bir selamlaşma olmamasını da umut ediyorum.
Henüz Süleymaniye Günlükleri’nin mürekkebi kurumadı ama üzerinde çalıştığın bir kitap var mı?
Öncelikle Süleymaniye Günlükleri’nin devam kitabı üzerine bir çalışmam var. Onun dışında henüz bir kitap projesi aşamasına gelmeseler de hem öykü hem de sinema üzerine yazmaya devam ediyorum. Başka kitap ya da kitaplar olur mu sorusuna şu an için net bir yanıt vermem mümkün değil fakat olur diye umuyorum.
İyi bir okur olmanın yanı sıra gerçek bir sinemaseversin, arkadaşların arasında Sinefil denecek kadar… Süleymaniye Günlükleri (yakın çevreden test edilmiştir) o dönemi yaşamamış bir okurun bile anlatılanları gözünde canlandırabildiği bir kitap. Sinemaya olan bu merakının üslubuna yansıması oldu mu sence?
Sinema ile ilişkim özel olmuştur hep. Tür ayrımı gözetmeden dünya sinemalarını takip etmeye, önemli festivallerde ödül almış filmleri ya da takip ettiğim yönetmenlerin yeni filmlerini izlemeye çalışıyorum. Sinema dili ile yazı dili ayrı şeyler elbette fakat teknoloji geliştikçe ve buna bağlı olarak mesafeler kısalıp dünya küçüldükçe sinema dili de yazı dili de değişime uğruyor ister istemez. Nitekim teknoloji geliştikçe sinema dili de farklılaşmak durumunda kaldı. Artık görüntü kalitesi yanında çok farklı planlardan çekim yapma imkanları gelişti. En basit filmlerde bile dron çekimleri kullanılıyor. Bugün artık dünyanın en ücra köşelerine bile gitmek hemen herkes için mümkün hale geldi. Olmasa da ekranlardan rahatlıkla izlenebiliyor. Bu da toplumlardaki görsel dilin gelişmesine, yazıya göre çok daha önemli hale gelmesine yol açtı. Yazı dili de buna ayak uydurmak durumunda belki de. Anlatıda bahsi geçen bir mekanı ya da bir durumu okuyucunun tasavvur etmesini sağlamak için artık uzun uzadıya betimlemeler yapma ihtiyacı kalmadı sanki. Okuyucunun zihninde benzer birçok görüntü zaten var olduğundan birkaç dokunuşla o çağrışım yakalanabiliyor hemen. O nedenle de eskinin o uzun uzadıya yer verilen ve esasında birer edebiyat harikası olan betimlemeleri, artık yeni nesil okuyucuya zihin açıcı olmaktan çok yorucu geliyor. Bu noktada da senin sorduğun sinema merakımın üslubuma etkisi olup olmadığı hususunu bu minvalde değerlendirmek gerekiyor belki de. Sinema ve televizyon gibi görsel aktarımlar sayesinde okuyucunun tahayyül etme kapasitesindeki değişimi, gelişimi bizzat yaşıyor olmam bir avantaja dönüşüyor belki de. Okuyanlar, yalnızca Süleymaniye Günlükleri’nde değil diğer öykülerimde de sinematografik bir dil yakaladığımı söylüyorlar. Bu benim özellikle tercih ettiğim ya da iradi bir çabayla oluşturduğum bir biçim değil. Sinemaya yakınlığım dolayısıyla doğal, kendiliğinden gelişen bir durum bu.
Meral Aslankaya
Kitaptan
“Yalnız Alper değil tüm ev halkı olarak ihya olacaktık ama…”
… Ben, Alper ve birkaç kişi daha arabanın önünü kesmek için hareketlendik. Hepimizin yüzleri atkılarla örtülüydü. Alper bir kartal misali arabanın önüne atıldı ve iki eliyle arabanın ön kaputuna sertçe vurarak arabayı durdururken atkısı yüzünden düştü. Arabadakiler, Alper’le göz göze geldiler. Bir süre iki taraf da şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Bir terslik olduğu belliydi. Hemen Alper’in yanına gelip biz de arabanın önüne geçtik.
Mevzunun ne olduğu eylem bittikten sonra çıktı ortaya. Alper, lisanslı futbolcuydu. İyi futbolcuydu da. Okmeydanı Spor Kulübü futbol takımının stoperiydi. O yıl 1. Lig’e çıkan Zeytinburnu Spor Kulübü, bir süredir Alper’i takip ediyordu ve Okmeydanı Spor Kulübü ile Alper’i transfer etmek için görüşmeler yapıyordu. Transfer gerçekleşirse Alper’in eline ciddi bir transfer parası geçecekti. Hepimiz bu transferin beklentisi içindeydik. Yalnız Alper değil tüm ev halkı olarak ihya olacaktık. Tabii o siyah Mercedes’in içidekiler Zeytinburnu Spor Kulübü’nün transfer görüşmelerini yapan yöneticileri olmasaydı…
+++
Aynı okulların dernek çalışmalarında yahut yurtlarda tanışmış, başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünen ve bu uğurda mücadele etmeye niyetli, birbirlerinden başka tutamağı olmayan bir avuç insandık… Kendimize mekân olarak seçtiğimiz yer, bizden önceki muhalif kuşaklara da ev sahipliği yapmış olan, Süleymaniye Camii’nin karşısındaki çay ocağıydı. Sabahtan akşama kadar her türden tartışmanın yapıldığı, ev ve okullarımızdan daha fazla zaman geçirdiğimiz ana karargâhımızdı bizim. O yüzden Süleymaniye Taifesi olarak anılırdık. Doksanlı yılların başından itibaren okulları bitirip, yaşam tarafından çeşitli yerlere savrulmuş olsak da biz hep Süleymaniyeli olarak kaldık.
Subscribe
0 Comments
oldest