Tomris yazsın, Bergen söylesin…
“Bir adamı en fazla ne kadar çok sevebilirsiniz? Mesela size şiirler yazsa sever miydiniz? Tabii ki evet. Peki, büyük aşkınız yüzünüze kezzap atsa da sever miydiniz? Sizce hangisi daha zor; size şiirler yazan adamlar arasında kibire kapılmadan varolabilmek mi yoksa, canınıza kastetse de bir adamı sevmeye devam etmek mi? İki kadın… Birbirinden çok farklı iki kadın ve onların büyük aşkları. Sahip olunamayan kadınlar… Belgin Sarılmışer, yani Acıların Kadını Bergen ve Tomris Uyar.”
Hatırlarsınız, İhsan Oktay Anar’ın bir dergide yayınlanan ilk öyküsüne rastlayınca hemen yayınlamıştım. Sonrasında Facebook ve Twitter’daki takipçilere, “Elinizde böyle başka hazineler varsa lütfen gönderin” diye yazdım.
Gazeteci Dilek Atlı elindeki tüm feminist dergileri göndererek çağrıma şahane bir şekilde karşılık verdi. Sonra da zaten arkadaş olduk. Henüz sadece telefonda konuşuyoruz, İstanbul’a geldiğinde buluşacağız. Ama telefonda konuşmamız bile acayip verimli oldu. İlgilendiğini bildiğimden, Dilek’in kadın sorunlarıyla ilgili olarak yazmasını rica ettim. Bu Dilek Atlı’nın Bikini Bölgesi adlı yeni köşesinin ilk yazısı. Çok çarpıcı; okuyanı altüst ediyor. Sorular sorduruyor. İsyana sürüklüyor. Ben yorum yapmayayım, okuyun. Feminizme niçin “Hayır!” denmemesi gerektiğini bir kez daha hatırlayın.
Biri edebiyatın, diğeri arabesk müziğin kraliçesi
Tomris ve Bergen…
Siz, bir adamı en fazla ne kadar çok sevebilirsiniz? Mesela size şiirler yazsa sever miydiniz? Tabii ki evet. Peki, büyük aşkınız yüzünüze kezzap atsa da sever miydiniz? Sizce hangisi daha zor; size şiirler yazan adamlar arasında kibire kapılmadan varolabilmek mi yoksa, canınıza kastetse de bir adamı sevmeye devam etmek mi? İki kadın… Birbirinden çok farklı iki kadın ve onların büyük aşkları. Sahip olunamayan kadınlar… Belgin Sarılmışer (Acıların Kadını Bergen) ve Tomris Uyar.
Feminist hareketin Türkiye’deki başlangıç tarihi, 12 Eylül darbesinden sonraya rastlıyor. Bu dönemde çevreciler, başörtülü okuma hakkı isteyenler, eşcinseller ve diğer konulardaki eylemcilerin sesleri yükselerek kamuoyunda dikkatleri topluyor. Kadın özgürlükçülerinin ve kadın hakları savunucularının şiddete ve cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkardığı sesler de bu dönemden itibaren yavaş yavaş basında yer bulmaya başlıyor. Tüm bunlar olup biterken, neredeyse kadına uygulanan şiddet olaylarının tümünün tek örnekte toplandığı bir yaşam öyküsü de magazin haberlerinin manşetlerinden düşmüyor: “Acıların Kadını Bergen’in yaşam öyküsü.
Aynı yıllarda dört büyük şairin ve belki de nice başka isimlerin büyük aşkı bir kadın da Bergen’in acılı gazete haberleri üzerinde göz gezdiriyor muydu acaba? Yazar ve çevirmen Tomris Uyar, yaşı biraz daha büyük olsa da Belgin Sarılmışer’in tam tersi bir hayat sürüyordu. Turgut Uyar’ın biricik karısı ve tek aşkı. Edip Cansever’in hayranlık duyduğu dostu. Cemal Süreya’nın bir vakitler tutkuyla bağlı olduğu sevgilisi ve Ülkü Tamer’in eski eşi Tomris Uyar…
Biri sevdiği adam tarafından baş tacı yapılır, adına şiirler yazılır, anne olur, yüceltilir, büyültülür. Diğeriyse sevdiği adam tarafından dövülür, aşağılanır, yüzüne kezzap boca edilir, sömürülür ve en sonunda öldürülür. Biri edebiyatın, diğeri arabesk müziğin kraliçesi… Tomris ve Bergen… Kimbilir belki gerçekten de seçtiğimiz eş, hayatımızı belirliyordur.
Kadına şiddet olaylarının neredeyse tüm versiyonlarının tek örnekte toplandığı bir yaşam öyküsü: Bergen
Bu ülkede doğmuş sıradan bir kadının hikayesi Belgin Sarılmışer’in hikayesi… Onu asıl ünlü yapan yanık sesi, dönemin arabesk müzik furyasının yükselen yıldızının yanı sıra, aslında yüzüne atılan kezzap, kocasından şiddet görerek geçirdiği hayat ve boşandığı eşinin sırtına sıktığı 6 kurşunla öldürülmesi. Yani, bugün yaşanan kayıtlı ve kayıtsız vakaların bir bedende toplanması. Bu olayların dönemin feminist yayınları içinde beklenildiği kadar üzerinde durulmamasının en önemli sebebi belki de, Bergen’in tüm bu gördüğü şiddeti reklam haline getirmesiydi. Kendine sorsak elbette bunu tercih etmezdi. Hangi kadın yüzüne kezzap atılıp gözlerini kaybetmek ister? Fakat, sahne hayatının acımasızlığı, magazin dünyasının bu şiddeti kınamak yerine neredeyse onayan bir tutumla kendine malzeme yapması ne yazık ki Bergen için bir sözde avantaj oldu. Bu Bergen’in seçimi miydi yoksa olaylar mı onu bu noktaya taşıdı, bilinmez.
“Ne aşktan zevk aldım ne de hayattan
Ümitsiz gayesiz dolaştım durdum
Mutluluk umarken sevgi beklerken
Bir kara sevdanın esiri oldum
Yazık oldu ömrüme
Yazık oldu gönlüme…”
“Deli gibi âşıktım, bırakamıyordum”
1959’da Mersin’de doğan, maddi imkansızlık nedeniyle konservatuarı ikinci yılında bırakan, yaşını büyüterek PTT’de memurluk yapmaya başlayan Belgin, 1977’de bir gece arkadaşlarıyla birlikte Ankara’nın meşhur kulüplerinden Feyman’a gidiyor ve dostlarının ısrarıyla sahneye çıkıp “Batsın Bu Dünya”yı söylüyor. Sesini duyan gece kulübünün patronu Bergen’e solistlik teklif ediyor. Bergen, böylece müzik dünyasına adım atıyor. Tıpkı Yeşilçam filmlerindeki gibi. Esas oğlanla ise Adana’da, bir otomobil bedeline çalıştığı pavyonda tanışıyor. Halis Serbes, ışıklı ve acımasız gazino dünyasında Bergen’e destek oluyor. Bergen’in duyduğu minnet zamanla aşka dönüşüyor ve evlilikle nihayetleniyor. Sonrası kıskançlık krizleri ve sayısız ambargonun ardından gelen dayak fasıllarıyla devam ediyor. Bergen yediği dayaklara dayanma yolunu, daha sonra magazin gazetelerine şöyle açıklıyor: “Deli gibi âşıktım, bırakamıyordum.”
1982’de İzmir gazinolarının birinde sahne alan Bergen, gazino çıkışı taksiye binerken eşi tarafından azmettirilen kiralık saldırgan nedeniyle hayatının dönüm noktalarından birini yaşıyor. Saldırganın bir kova dolusu kezzabı üzerine boca etmesiyle Bergen, gözlerini kaybediyor. Gördüğü tedaviden sonra ancak sol gözü kurtuluyor. İşte bundan sonra kezzap hikayesinin yarattığı etkinin reklam gücü, Bergen’in ilk plağı için el sıkışmasına sebep oluyor. Plakları, kasetleri deli gibi satıyor. Ödüller alıyor. Ekonomik olarak rahata kavuşuyor. Sinema filminde rol alıyor. Peki Bergen ne yapıyor? Yaklaşık 14 yıl hapis cezası alan kocasını ziyaret edip büyük aşkını bağışlıyor. Türkiye’nin gözü üzerinde olan bir ses sanatçısı, ekonomik gücü ve sevenleri varken, hayatını değiştirebilecekken bunu yapmıyor. Bu salt aşkla açıklanabilir mi? Birey olabilme gücü, bir kadının içine nasıl yerleşir, yerleştirilebilir? Edebiyatla mı, felsefeyle mi, bilimle mi? Yerleşirse yaşamlarımız nasıl olur? Siz merak etmiyor musunuz? Neyse…
1986 haziranında “Acıların Kadını” albümü piyasaya çıkıyor. Albümün ismi, Bergen’in hayat öyküsüyle özdeşleştirilip artık sahne adının önüne yerleşiyor. O günlerde Duygu Asena ve “Kadının Adı Yok” romanının yarattığı güçlü feminizm rüzgârlarını arkasına alan bir dergi için soruları yanıtlayan Bergen, kadın olmak ve feminizm konuları hakkında bakın şunları söylüyor:
“Kadın olmak güzel bir duygu. Ben her ne kadar kadınlığımı yaşayamamış olsam bile yine de halimden memnunum. Bir zamanlar gözlerimi beğenirdim. Ancak şimdi gülüşümü beğeniyorum. Feminizme ise ‘Hayır!’ Ancak erkeğin kadının üstünde kurmak istediği anlamsız baskıya da karşıyım. Bence bu ikisi birbirinden farklı şeyler.”
Tartışmak gerek. Böyle bakınca, sanki her şey kadınların elindeymiş gibi anlaşılıyor ya da kadın hareketi sınıfsal bir kafese konuluyormuş gibi. Ama yazı gerçekleri içeriyor, her ne kadar “aşk” ı temel alsa da, işin devlet, hukuk temel boyutu var. 2. Yeni şairlerinin feci arızalı “kadın” tanımı, karşı cinsi nesneleştirmesi -Tomris Uyar’a rağmen- belki Toris Uyar’ın o güzel gözlerine kezzap atılmadı ama şiirlerdeki kadınlara (şu bir türlü sevişilemeyen ama yatılan, yatıldıkça var olmayan) kezzap atıldığı kesin, Turgut Uyar’ın Kan Uykusu şiirinde “kadın” bir yatak başı gece lambası gibi durmaktadır sözgelimi. Olan o harika sesiyle inanılmaz güzel kadın Bergen’e ve modern Türk şiirine… Read more »
Simla Hanım, yazıyı ben yazmadım tabii ama söylediklerinize katıldığımı söylemek isterim.
Ayrıca bu kısa yorumunuz vesilesiyle sizi tanıdığım için mutluyum, sitenize göz atıyorum şimdi. Harika işler yapıyorsunuz.
Sevgiler