Yasemin; geleceğimizden koparılmış bir çiçek…
İnsan bazen o kadar üzülür, o kadar şaşırır ki nutku tutulur, belki de şok eden o olayı aklı hafızası almadığı, o çok değer verdiğiyle birleştirmediği için kendini ve sevdiğini korumaya alır; sadece birlikte yaşanan, sırlarlarla sakladıklarını hatırlar. Dokunduramaz o sahneyi ona, oysa ona en çok dokunan kişidir bunu yaşamış olan.
Yasemin, benim en yakın arkadaşımdı. 29 Aralık’da doğum gününü kutladığı günün ertesinde 30 Aralık 1994’de The Marmara’daki korkunç patlamayla hayatını kaybetti. O sırada gazeteciydim, Tempo’da 8. Gün başlığıyla, haftalık iç ve dış siyaseti 10 sayfada özetleyen bölümü hazırlıyordum; insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden birinin en sevdiği arkadaşının ölüm haberini yazmak olduğunu anladım. Kısa ve öz, o bölümün kuralı gereği. Garip, tuhaf. Yasemin’le ilgili annesinin önayak olmasıyla çıkan kitap nedeniyle, bundan 18 yıl önce, 3 Ocak 1996’da bir yazı daha yazdım. Dergi yönetimi, pastanede annesiyle babası onu anarken, ben de o masaya oturup fotoğraf çektirirsem yazı yayınlanabilir dedi, o masaya oturdum ve kanırtarak, yangınlarla bir yazı çıktı.
Bazı insanlar o kadar özgün, o kadar sahicidirler ki ruhunuza işler, işlemek bir yana ruhunuzun bir parçası olur; geniş bir alanı kaplayan ada gibidirler. Kaybetseniz de oradadırlar, sesleri, izleri, ruhlarını aramayı sürdürürsünüz, sanki o bir yerlerdeymiş gibi. Yıllarca İstiklal Caddesi’nde yürürken Yasemin’e benzetip bir çok kişinin peşine düştüm, onun hayatla dalga geçen tatlı kahkasını başka kişilerde yakalamaya çalıştım, en küçük bir benzerlik, bir ses hep içimdeki Yasemin’i diriltmeye hazır bekledi. Yasemin, yumuşacık bir üslupla koca bir sevgi, kendi kendinle ve hayatla insani bir dalga geçişti.
Belki de başına geleni kabul edemediğimden ya da o konudan bahsetmeden yazamayacağımdan bir daha da Yasemin’i yazamadım. Ailelerimiz birleşti, evimiz evi oldu, onu hiç unutmadan acılara acılar katarak, onun kahkasıyla bu yalan dünyada varolmaya çalıştık. Geçen gün kitapların arasında ne zamana ait olduğunu hatırlamadığım bir ‘post-it’e tükenmez kalemle yaptığım resmini buldum. Dedim ki, bu 1996 tarihli yazıyla hem kendi kendime, hem de onunla konuşayım ve doğum gününü anayım.
Emine Çaykara
Yasemin Cebenoyan… Bebekken, çocukken ve kısacık hayatından çeşitli enstantanelerle… Aile albümünü bizimle paylaştığı için Cüneyt Cebenoyan’a teşekkür ederim.
Yasemin… Geleceğimizden koparılmış bir çiçek…
Tam bir yıl önce, bu masada, saat altıyı on geçe…
Tam bu masada, sen simsiyah elbisen, olanca güzelliğin ve asalatinle, yavaş yavaş kahveni yudumluyorsun. Elinde de sigaran… Bir gün önce doğum gününü kutlamış, bir gün sonra gelecek yeni yıla hazırlanıyorsun.
30 Aralık 1994. The Marmara Oteli’nin pastanesinde piyanoya yakın bir masadasın. Şimdi seninle bütünleşmiş, seni hatırlatıyor, adın demir bir levhayla masaya kazınmış. Kimbilir bir yıl içinde kimler oturdu burada?
(Kimbilir 19 yıl içinde kimler oturdu burada? Senin hiç hoşuna gitmeyecek, hız çağındayız artık. Cep telefonları insanların önünü görmez etti. Baktılar mı o levhaya? Neden burada, kim acaba dediler mi?)
Bizim için o masa çok özel. Annen sıkı sık gelip burada oturuyor. O uğursuz gün seni önce cam kenarına oturtmuşlar, sen ısrarla bu masada oturmak istiyorum, demişsin. Hem de kısa bir süre önce. Bu mekânı çok sevdiğin halde nedense o gün istememişsin burada buluşmayı. Evden de çıkmak istememişsin. (Arkadaşını kırmamak için annene evde yok bile dedirtmiş, sonra ısrara dayanamamışsın.)
Bir anda bir patlama. Her şey kararıyor. Bizim ve senin için tam anlamıyla karanlık. Koşuşturmaca, panik… Salon bir anda boşalıyor. Sen, orada ve yalnızsın… Hatırlamak istemediğim bir an; kafan düşmüş (Şah damarına gelmiş o lanet bomba). Füsun Akatlı, unuttuğu gazeteleri almak için geri dönüyor, seni görüyor: ‘Çaresizlikle bir adım attım siyahlı kıza doğru.’ (Siyahlı kız, bir gün önce doğum gününü kutladığı, yepyeni elbisesini o gün de giymek istemiş, her zamanki gibi çok güzel. Naif ve düşünceliydi demişti, o sırada orada olan gazeteci arkadaşım, çok sonraları.)
Bağırıyor: ‘Burada biri var!’
Yaklaşıyor. Cesaret edemiyor dokunmaya, yaralı olduğunu umud ediyor. Birisi bağırıyor: ‘Çabuk bir ambulans çağırın, hayır taksi!
Taksi çağırılıyor. Seninle hep arabaların, kaldırımın iki yanına park etmesinden şikayet ettiğimiz, trafiğine kızdığımız Sıraselviler’de ilerliyorsun. Hasta biri olsa bu sıkışıklıkta hastaneye ulaşamaz diye dert yandığımız caddedesin, arabanın içinde. .. Taksim İlkyardım Hastanesi’ne getiriliyorsun.
Yasemin’in annesiyle babası (solda) ve ben… Tempo dergisi çekimi için o masada bir kez daha buluşup Yasemin’i andığımız gün.
Ben, akşam dokuz suları servisteyim. Otobüste cızırtılı radyodan arada ‘Yasemin’ adı tekrarlanıyor. Tam duyamıyorum ama garip bir psikoloji esir alıyor. Evde mesajlar buluyorum: ‘Gelince mutlaka ara, bir şey duydum’, bir sürü bu ve benzeri cümleler… Arıyor ve öğreniyorum. (Duyuyorum, duymuyorum, inanmak istemiyorum.) Doğru olmasın, olmayabilir. Televizyonu açıyorum. Aynı haber. Evden hızla çıkıp soluğu The Marmara’da alıyorum. (Görüntü berbat: Harabe, karmaşa, suskunluk, şok) Kapıda adını söylettiriyorlar, sonra karşımda başları öne eğik duruyorlar.
Hastane yolunu tutuyorum. (Senin taksiye yatırılmış geçtiğin yerde hızlı adımlarla yürüyorum) Kafamda ‘olamaz’, ‘doğru olmasın’, ‘nasıl olur’… (Hastaneye giremiyorum, babamın ölümünde görmemi engelleyen ailemin etkisiyle morgta seni ziyaret edemiyorum, sonradan çok pişman olacağım.)
Ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün. Gazetelerde hep patlamanın ve Onat Kutlar’ın yaralandığına dair haberler. (Onat Kutlar, eşi Filiz Kutlar ile buluşmak için pastanede. Sen, doğum günü hediyeni vermek isteyen arkadaşın Beyza’yla buluşmak için. Beyza geç geliyor, sen, patlamadan beş dakika önce masanı değiştiriyorsun. Deniz Demir adlı PKK militanının koyduğu bomba patlar patlamaz sen, 11 gün sonra da Onat Kutlar hayata veda ediyor.) Sen, hepimizin biricik Yasemin’isin ve sürekli okuduğun Cumhuriyet Gazetesi’nde bile çifte standart. Adını satır aralarında arıyorum. İnsanın bu ülkede değerinin olmadığı gerçeği bir kere daha ve çok acıtarak anlaşılıyor. İBDA-C’nin o zamanki yayın organı Taraf dergisinde ‘Onat Kutlar ve Yahudi Yasemin Cebenoyan’ı katlettik’ yazıyor. Bir ‘yan’ ekini, hiç bir araştırmaya gerek duymadan Yahudilikle özdeşleştirip işi bitiriyorlar. (Değişen bir şey yok, burası önyargı sarhoşu hâlâ, sevgisiz, bıraktığın gibi…) Üstelik ‘yan’ eki bilindiği gibi Ermenilere özgü. Sana sormuştum kelime anlamını, sen ‘cebe zırh demek, noyan da savaşçı; eski Türklerden kalma bir kelime’ demiştin. Ah! Kelimelerin gerçek anlamını dilbilimci titizliğiyle deşmeyi, geldikleri yerleri, bağlantılarını araştırmayı ne de çok severdin. Amatör dilbilimci denebilirdi senin için. Eski Yunanca’dan, Latince’den gelen bilgilerinle uğraşır, Osmanlıca kelimeleri de çözmeye çalışırdın (Kalkanlar, savaşlarla dolu Eski Yunanca dersini öğrenmeyi reddeden beynimi zorla ikna etmiştin de sayende geçebilmiştim. Yine senin sayende Efes Müzesi’ne stajyer olarak gitmiş, birlikte kahkahası bol ne çok anı biriktirmiştik, saklıyorum hepsini. )
“Sen ve sevgisizlik. Sen ve vahşet. Sen ve kendini beğenmişlik. Sen ve cinayet. İmkansız birliktelikler….”
Sen ve sevgisizlik. Sen ve vahşet. Sen ve kendini beğenmişlik. Sen ve cinayet. İmkansız birliktelikler…. İnsanların içi boş birtakım değerlerin arkasına gizlenmelerine güler geçerdin. Kendinle alay eder, gülerdin; kendinle barışıktın. Her anı adeta çok özelmiş gibi yaşardın. Nazım Hikmet’in ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın, bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak’ diye başlayan şiirindeki gibi. Abartısız, olanca samimiyeti, doğallığı ve sahiciliği içinde. Bugünkü düzene, bu dünyaya ait değildin (Kesinlikle eminim, değildin). Sevginin olmadığı yerde sen yoktun. ‘Mollayım ben’ derdin, yavaşlığınla ilgili. (Dünyanın hızına, koşturmacasına karşı çıkıp anı yaşarken. ‘Lodosçuyum’ da derdin, Lodosçu, senden bana kalan sözlerden.) Sürekli yeni şeyler öğrenmek, bilgini artırmak, sonra da bunları paylaşmak…. Bu bilgileri başka insanlara bilgiçlik taslamak için asla kullanmazdın. Seni sen yapan, tamamlayan yanlarındı bir şeyler öğrenmek, varolan her şeyi sevmek. Bitkileri, ağaçları, çiçekleri… Böcekler dışında! Çanakkale’de yangın çıktığında ne kadar da üzülmüş, ormanlar, ağaçlar yok oluyor diye uzun uzun nasıl da anlatmıştın. (Bilsen ne yangınlar çıktı yirmi yılda.) Sokaktaki hayvanları beslemek herkesin yapması gereken bir işti senin için. Hayvanlara zarar veren çocuklara hayvanları sevmeye öğretirdin. Kapının önünde beslediğin kedin, ‘Çeyrek’ adını taktığın, sesini duyar duymaz dördüncü katın altına gelen, seni bekleyen Çeyrek ve onun çocuğu. Şimdi baban onları beslemeyi sürdürüyor, şişman, pofuduk kediler olmuşlar.
Önce Fransız Filolojisi, ardından arkeoloji, ardından turizm mastırı yapmıştın. Seni özel yapan sadece kültürel birikimin, dünyaya gözünü açıp yeni şeyler öğrenme isteğin değildi. Bütün bu birikimin olmasa da özeldin. (Bulunduğu her ortamda herkesin hayatına dokunandın.) Bugünkü dünyada hemen her gün duyduğumuz ‘birbirinizi sevin, sevmek çok güzelll’ gibi içi boşaltılmış sevgi insanlarından değil, ruhuna işlenmişlerdendin (Demek 20 yıl önce de radyocular gibi sevgi pıtırcıklığı varmış ama bir de bunlara marketlerde çalışan elemanına ‘aşkım’ diyenlere –kulakarımla duydum- kadar boşluk eklendi, arkadaşlar bile birbirlerine özel sevgi sözcüklerini saçıyor. Burası böyle). Saf, çıkarsız, karşındakini olduğu gibi kabule eden gerçek sevgi insanıydın. Özgündün, giyiminden hayata bakışına, hayatı yaşayışına kadar… ‘09:00-18:00 arası işe koşturanlar nasıl yaşıyorlar? Bu, insanca değil’ diyordun. (Haklıydın, insanca değildi ama düzen böyle işliyordu, insanı öğüterek, birbirine düşürerek, kendine zaman tanımayarak.)
Yasemin, kardeşi Cüneyt’le oyun oynuyor. Depremde hayatını kaybeden anne ve babasıyla meşhur Yalova Yüksel Sitesi’nin balkonunda;. O feci gün yeğeni Ali de onlarla beraberdi.
Çok şey seni hatırlatmaya yetiyor. Küçük, sıradan olaylar dahi. Hemen muzip gülüşmelerimiz geliyor aklıma, bir bakış yeterdi seninle birbirimizi ve çevremizi anlamaya. Ben artık bundan mahrumum.
Bir hafta önce seninle Yakup’a yemeğe gitmiştik, ben seni zorla evden çıkarıyorum, bilmem hangi kanalda kuantum fiziğine rastlamış, kendini öğrenmeye kaptırmışsın. ‘Evden çıkmak zor, Mollayım ya ben’ diyorsun. Gelip seni alıyorum ve ayın tam 24’ü. Çıkışta, St. Antoine’daki ayine göz atmayı öneriyorsun, içeri girip çıkıyoruz. Ayrılıyoruz. Bu, seni son görüşüm. Telefonda 29 Aralık’ta doğum gününü kutluyorum. Hediyen hazır; seveceğinden emin olduğum tarih ve arkeolojiyle ilgili iki kitabın paketi evde duruyor. Görüşeceğiz ya yeni yılda ya da birkaç gün sonra…
Seni unutmak imkansız. Annen odanı olduğu gibi tutuyor; o gün içtiğin kahve fincanın, içinde kurumuş kahveler, kültablan, içinde iki izmarit. O günden sonra teslim edilmiş parçalanmış çantan. Kitapların, telefonun. İçeride bir huzur…
Baban, doğum gününde giydiği ceketin cebinde senin son muzipliklerini bulmuş; keçi boynuzu ve dut kuruları. ‘Yasemin’in eli değmiş bunlara’ diyor, saklıyor. Annen ve baban için yaşam artık çok tekdüze, sanırım, hayır, eminim insanın hayatta yaşayacağı en büyük acı çocuğunu kaybetmek. Annen, aklını korumak için sürekli şiirler yazıyor. Füsun Akatlı’nın çok güzel tanımladığı gibi çığlık-şiirler bunlar: ‘Boğazınıza bir yumruk tıkanarak bir annenin dramını içinizde duyacağınız…’
Adı: Yasemin; geleceğimizden kopartılmış bir çiçek.
Burada yaşam sürüyor. Seni göremesek de bizimlesin. Görmeden sevgiye alışmaya çalışıyoruz, zor olsa da. Çaresiziz. Ölümünün birinci yılında annenin şiirleri, dostlarının, hocalarının yazdıkları ve basında çıkan yazılardan bir kitap hazırlandı. Adı: Yasemin; geleceğimizden kopartılmış bir çiçek. Kitabın geliri Sokak Çocukları Derneği’ne gidecek. Hani, sokakta konuştuğumuz ve ne yapabiliriz diye düşündüğümüz tinerci çocuklara. Hatta en son birisinin amcasını bulmak için harekata geçmiştik de, çocuğun söyledikleri gerçek çıkmamıştı hani. (Çığlık şiirler yazan annen ve senin özleminle yanan baban ve biz senin için The Marmara’da anma günü yaptığımız gün, 30 Aralık 1997’de doğan, kardeşin Cüneyt ile Ayşegül’ün biricik oğlu Ali, 17 Ağustos depreminde, Yalova’daki Yüksel Sitesi’ndeki evinizdeydiler, yanına geldiler. Cüneyt ve Ayşegül acılarla, küllerinden yeniden doğdular, Elif’le birlikte. )
Yunus Emre’nin şu dizeleri her zaman tüylerimi ürpertir: Yalancı dünyaya konup göçenler/ne söylerler ne bir haber verirler.
Burası daha yalancı bir dünya, biliyor musun. Değişen bir şey yok. Çıkar ilişkileri, düzeysizlik, seviyesizlik, bilgisizlik, insana değer verilmemesi sürüp gidiyor. Sen bu dünyaya anlam katıyordun; onlarsa bunu bilmiyorlardı. Ne yazık!…
Emine Çaykara
Subscribe
0 Comments
oldest