Egoist okur

Yok sana hikaye mikaye!

“Sen iblis nedir bilir misin abicim? Hiç gördün mü? Ben gördüm. Kimileri hayatta bir kez ölündüğünü sanarak yaşlanır, ben onlardan değilim. Cehennemi de gördüm, iblisi de. Öldüm de dirildim de. Bir tek cenneti merak ediyorum. Ulan bu hayatta ucundan koklatmayan, ölünce cennetinin kapısını açar mı ki bana, bak onu hiç bilemiyorum. Sen cenneti gördün mü abicim? Sen ölmeden öldün mü?”

“Rahat otur ya, öyle yabancı gibi durma. Konuştuktan, bir hikâye anlattıktan sonra, yabancılık kalmaz artık iki insan arasında. Çekinme, al şu şişeden de azıcık. Bölüşülen artarmış, öyle derler. Hoş, dünya neden dar geliyor o zaman, biz çoğaldıkça?”

Yok sana hikaye mikaye!

Gel abicim, yaklaş. Korkma, biz adam yemeyiz. Çokları böyle yapar, senin gibi uzaktan, ama tabii bir de meraktan, na böyle alttan alta baka baka geçip gider kaldırımın kenarından. Merak eder fakat ödü de kopar yanaşmaya. Tipimiz kayık malum. Yoksuluz bir de zırıl zırıl. Alkol de var, görüyorsun. Bu üçü bir araya geldi mi millet kaçacak delik arar. Hâlbuki bu üç sakıncalı felaket tellalı; üç beyazdan, un, şeker ve tuzdan bile zararsızdır yeminle. Bekleme, benden bir fenalık bekleme. Kimseye kötülük gelmez benden. Yani, kendimden başka hiç kimseye.

Sen böyle uzaktan geçmeye çalışıyorsun ya, kimisi de boka üşüşen böcek gibi koşup gelir ha. Valla. Uzay seyahatine çıkmış turist gibi. Astronot demiyorum bak, turist. Astronot yine bir yerde görmeye meyyal, anlamaya teşnedir. Turist öyle mi? O gelip öylece dikilir önünde, katakulliye getirip saçma sapan bir fotoğrafını çeker, sonra da siktir olup gider. Fotoğrafımı çekip gidenleri hiç sevmem şahsen. Kim sever ki, gelip hep yanında kalacakmış gibi uzun uzun bakanları, sonra da birkaç saniye içinde unutulacak yetim bir kopya çıkarıp yellim yelalim kaçanları… Kim sever ha bire geride bırakılmayı güzel abicim?

Sahi, sen hiç geride kaldın mı? Bak orası araf gibi bir yerdir. İçinde çünkü, daima beklenir. Beklemek de hiçbir şeye benzemez ha. Hani bir yerde, ölsen daha iyidir.

Ne diyorduk, bazısı da sahip olmadığım her şeyde, sahip olduğu her şeyi görmeye, görücüye gelir. Valla bak, manyak çok şu alemde. Yanımda birkaç dakika geçirmekle ihya olur. İhya olduklarına ikna olur. Halime bakıp kendininkine şükreder. Tabii, ne sandın, şükretmenin böylesi de mevcuttur. Başkalarının sefaletine bakıp, kendini o vaziyete düşürmeyen Allah’a şükretmek. “Beterin beteri var, ben yine iyi yırtmışım” utanmazlığına gönül düşürmek. Allah, başkalarının acısıyla teselli bulanı, kendi yarasıyla ıslah etsin. Ne diyeyim!

Sen hiç başkasının yarasından kendine şifa terkibi çıkardın mı abicim? Şahsen ben, şu hayatta dört ayak üstüne düşmüş talihli kullardan sayılmam ama neyse ki o kadar kansız da değilim!

 ***

Neyse boş ver şimdi bunları; yabancı gibi durma, gel otur. Manzaramız kralda yok yeminle. Bak, uzaktan denizin içli sesi bile geliyor; dalgalar çileden çıkmış bu gece, nasıl taşıyor. Otur, çekinme. Varildeki alev ellerini, şişedeki ateş boğazını ısıtsın. Azıcık konuşursak, sohbet de içimizi ısıtır belki. En mühimi o, en çok üşüyeni hep odur, değil mi? Sen güzel abim, sessizlikten hiç, üşüdün mü sahi?

Bak burası evim benim. Çatısı yok. Olmasın. Burada yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı geçer. İklimleri, bilhassa da kalbinkileri iyi bilirim. Tahsilimi soracak olursan, ilkokul üçten terkim. O zamana kadar hep geçtim de annem ölünce, ben de hayat boyu sınıfta kalmış ilan edildim. Almanya’yı bilir misin abicim? Benim annem Almanya gibidir. O kaybedince, ben de…

Hazır söz annemden açılmışken, Yeşilçam sever misin? Seversen anlatayım bak abicim; benim annem bir melekti. Yani ben dokuz yaşında filandım galiba, o da melekliğe terfi etti. Daha evvel orospuydu kendisi. Meslek olarak yani. Yoksa ölmeden evvel de melek sayılırdı annem. Bir fiske vurmamıştır bana. Aç da bırakmamıştır. Çok güzel pişi yapardı sabahları. Pişiyi bilir misin? Yanında beyaz peynir, vişne reçeli yerdik; çay içerdik. Pişiye bol tuz eker, çaya bol şeker koyardım ben. Annem insanlara ve üç beyaza itimat etmezdi, zararlı diye kızardı. Kızması da yalandan ha, müthiş şefkatli kadındı. Bir fiske yemeden geçtiği çocukluğumun ilk ve son dokuz senesi. Annem kanatlanınca işler değişti tabii. İblislerin eline kaldım.

Sen iblis nedir bilir misin abicim? Hiç gördün mü? Ben gördüm. Kimileri hayatta bir kez ölündüğünü sanarak yaşlanır, ben onlardan değilim. Cehennemi de gördüm, iblisi de. Öldüm de dirildim de. Bir tek cenneti merak ediyorum. Ulan bu hayatta ucundan koklatmayan, ölünce cennetinin kapısını açar mı ki bana, bak onu hiç bilemiyorum. Sen cenneti gördün mü abicim? Sen ölmeden öldün mü?

 ***

Rahat otur ya, öyle yabancı gibi durma. Konuştuktan, bir hikâye anlattıktan sonra, yabancılık kalmaz artık iki insan arasında. Çekinme, al şu şişeden de azıcık. Bölüşülen artarmış, öyle derler. Hoş, dünya neden dar geliyor o zaman, biz çoğaldıkça?

 ***

Neyse, benim evim bana yetiyor abicim. Çatısı yok dedimse, onun bunun kapısında yatan evsizlerden sayma beni, onlarla karıştırma. Karıştıracaksan kabuğu kırık kaplumbağalarla karıştır, oklarını bir tek kendine batıran kirpilerle. İnsanlar birbirine değil de hayvanlara benzese keşke.

Biliyor musun, geçen gün namussuzun teki, evsizler yatmasın diye minik çivileri ters ters dikmiş kapısının önüne. ”Olmayın” demiş. “Sakın kapımda yatmayın da, gerekiyorsa geberin mesela!” “Allah mısın ulan” diye sorası geliyor insanın böylesine. “Allah mısın sen ha!”

Şahsen ben gebereceksem de kimsenin kapısında yapmam bunu. Prensip olarak karşıyım başkasının malına. Bütün mallara karşıyım esasında. O yüzden sevmiyorum ya insanların çoğunu. Aman güzel abim, sakın üstüne alınma. Konuşursak ısınacağız seninle. Yani bir ben, bir de sen anlattığımızda. Hayatta iki şeyde eşitlik elzem, biliyor musun? Sohbette ve muhabbette. İkisini de denk bölüşmeli insan. Yoksa kağıt kesikleri açılır kalbin hassas terazisinde.

Sen hiç sevdiğinden az sevildin mi abicim? Konuştuğundan az dinlendin mi? Anlattığından az işittin mi? Allah kimseye göstermesin. Kimseye göstermesin.

 ***

Sahi ya, azıcık da sen anlatsana. Yok mu senin hiç hikayen? Hiç mi kıymık batmadı eline? Ağzında gümüş kaşıkla mı doğdun mübarek? Yeri gelir gümüş bile kararır be!

Peki, anlatma. Aman sakın anlatma. Anlatırsan, belki eskirsin. Konuşursan, belki konuştuğuna benzersin. İyi bilirim senin gibileri. Siz gezegen turistleri, vampir iştahıyla dinlersiniz zavallı hikâyemi. Benim hayatım orta malı çünkü. Ben orta malıyım. Kendine ait evi olmayanın kendine ait hayatı mı olurmuş? O yüzden siz susun, hep ben anlatayım. Nasıl kıymetliyse artık hayatlarınız, köşe bucak saklayın; kıtıpiyos torunlarınıza, onların götü boklu evlatlarına kadar saklayın! Ben de işte kıymetsiz varlığımı, içimi de dışımı da hep böyle ortalık yere yayayım. Hani belki biriniz eğilip toplarsınız diye, bir umut, ortalığa saçılayım. Birinizin eli elime, gözü gözüme, kalbi kalbime değerse diye, bir parçam bir parçanıza denk gelirse diye, parçalandıkça parçalanayım.

Fakat siz sakın anlatmayın.

Güya yan yana oturduk şurada di mi? Bok yan yanayız. Ulan şişenin ağzına dudaklarını değdirmediğini görmüyor muyum sanki! Tiksinirsin, içemezsin, hem miden de delinir ha sahiden, böylesine alışkın değilsin.

Ama gene de gelirsin. Yanımda oturuyormuş gibi yaparsın. Hikâyemi dinliyormuş gibi yaparsın. Şişemden içiyormuş gibi yaparsın. Sana da bir değişiklik olur işte. Nasılsa kalkıp gideceksin evine, rahatsın. Nasılsa gideceksin. Araf diye bir yer yok senin için, bunu bilmenin cennetindesin. Siktir git lan; madem öyle, şimdi git o zaman. Toplamaya niyetin yoksa, parçalanmamı beklemeden git. Yok sana artık hikaye mikaye! Hadi çek arabanı, siktir git!

Nermin Yıldırım

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments