Egoist okur

ALİS’İN AYAKKABISI: Büyümüyor ama yaşıyor

Can Gürses’i duymuş muydunuz? Kitap-lık dergisine yaptığı röportajlardan yahut Bir+Bir için hazırladığı Edebiyat Gardrobu sayfalarından hatırlayabilirsiniz. Acayip yetenekli bir kalem olan dünyalar güzeli Can’ın ilk romanı da yayınlandı: En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın…

Kemal Gökhan Gürses’in illüstrasyonlarıyla zenginleşen bu nefis romanı okumalısınız.

Önümüzdeki hafta Can’la röportajımızı okuyunca zaten koşa koşa gidip alacaksınız. Ama o zamana dek romandan bir bölümle iştahınızı açmayı deneyeceğim… Bölümün adı “Alis’in Ayakkabısı”. Bütün çocuk ayakkabıları gibi hiç büyümeyen bir çift yeşil ayakkabı… Ama edebiyat eserlerinde nesneler konuşur bazen ya, o da konuşuyor.

Konuştukları aşağıda. Ama önce röportajımızda Can’ın o bir çift güzel yeşil ayakkabıya dair anlattıklarını okuyun…

“Zevkle konuşturduğum eşyaların en çocuğu… Alis’in yeşil ayakkabıları, Koza’nın çocukluk ayakkabıları. Sindirella’nın kristal ayakkabısını çok cansız ve kendini beğenmiş bulan Koza, zekasına ve cesaretine hayran olduğu Alis’in ayakkabısından ister. Annesi her yerde aradığı Alis ayakkabılarını sonunda Nişantaşı, Tanca’da bulur. Ayakkabılar yeşildir, çünkü yıllar sonra evine dönen Koza, annesinin salona astığı ayakkabılarıyla karşılaşınca yeşil gözlerinden yemyeşil bir gözyaşı akıtacaktır. Ne hikmetse, çocukken benim de bir Alis ayakkabım vardı. Vardı ne demek, hâlâ var. Salonumuzun en güzel köşesinde bütün zarafetiyle duruyor. Ama benimki kahverengi. Gözlerimden belli değil mi?”

Şimdi artık Oz yeşili ayakkabıya kulak verme zamanı… Çok yetenekli bir yazarla bu ilk merhabanın tadını çıkarın. Çünkü adını hep hatırlayacaksınız.

Gülenay Börekçi

Büyümek de bazen bir hapishanenin içine sıkışmak olabilir mi? Vogue için poz veren “büyük” Alice’in ayakkabıları (solda) ve Koza’nın elbette Kemal Gökhan Gürses tarafından çizilmiş “çocuk” Alis ayakkabıları (sağda)

‘Benim bir türlü büyümeyişim, sana bir zamanlar çocuk olduğunu ısrarla hatırlatmak için…’

Tanımadığım biri, ben can bulmadan önce neye benzeyeceğimi kâğıt üzerinde tasarlamış. Yirmi yedi numara olmalıymışım. Bilekten atkılı olmalıymışım. Minicik topuklu olmalıymışım. En çok da yeşil olmalıymışım. Şansıma defosuz doğmuşum. Doğduğum yeri soracak olursanız maalesef hatırlamıyorum. Siz insanlar doğduğunuz yeri kendi başınıza hatırlayabiliyor musunuz sahiden? Hayatımın ilk yıllarına dair, büyük yerlerden geçerek uzun yolculuklar ettiğimden başka şey inanın hatırlamıyorum.

Son durağımı o çok ışıklı dükkân sanmıştım. Benim birebir aynım olanların arasından neden bilmem ben seçilip de vitrine konduğumda elimi ayağımı nereye koyacağımı bilememiştim. Tek bildiğim, kaderimin bambaşka olacağıydı. Dükkânın önünden gelip geçen kimi kimseler her sabah yıkanıp pırıl pırıl ve parıl parıl edilen vitrine gözlerini diktiklerinde, ne yalan söyleyeyim, beni beğensinler isterdim. Parmaklarıyla beni işaret edip içeri girseler de çıkarken ellerinde tuttukları poşetlerin içinde hiç ben olmazdım. Gel zaman git zaman sinirlenmeye, akabinde hüzünlenmeye başladım. Yeni yolculuklardan ümidi kesmeli miydim?

Yaz sezonu gelince vitrindeki yerimi değiştirdiler. Kuytu köşeye sıkıştırıldım. Yanımdaki üç beş arkadaşımla kalakaldık. Ne olacak bizim bu halimiz diye birbirimize dert yanıp durduk. İçimizden biri yerinden alınıp da dışarıya çıkan bir insanın poşetine girince onun için mutlu olur, arkasından güzel dileklerde bulunurduk. Artık havalar iyice ısındığı için vitrine bakan kimse bizim durduğumuz kuytu köşeye göz ucuyla bile bakmaz olmuştu. Bir gün dayanamadım, arkadaşlara, “Bu böyle olmayacak. Vitrine ilk yaklaşana hep bir ağızdan avazımız çıktığı kadar bağıralım” dedim. Sahiden de bağırdık. Duyan olmadı.

Kaderime boyun eğmiş, her gün arkadaşlarımın biraz daha azalmasını kabullenmeye ve vitrini sevmeye çalışırken, dükkânın kapanmasına az kala yerimden oynatıldım. Herhalde yaz bitiyor diye beni satılamayan kışlık ayakkabıların kapatıldığı, adının “DEPO” olduğu söylenen o korkunç, karanlık, dipsiz mahzene götüreceklerdi. Kaçış yolum yoktu. Korkudan tir tir titremeye başladım. Baktım ki o dışarıya göçen poşetlerden birine yerleştiriliyorum, nasıl olsa insanlar beni duymuyor, koca bir sevinç çığlığı attım. Birazdan özgürdüm.

Nerelerden geçtim de buraya geldim, bilmiyorum. Daracık bir kabın içinde yolculuk ettiğimi söyleyebiliyorum sadece. Yol boyu hem sabırsızlandım hem tedirginlik duydum. Bir şarkı eşliğinde önce poşetimden sonra kabımdan çıkarıldım. İki ufacık yeşil göz karşıladı beni. Gözleri iştahla sulana sulana, “Alis’in ayakkabısı!” diye bağırdı. Demek Alis’inmişim.

Beni ayağına giydi ve koşmaya başladı. Şarkı sürüyordu. Sözleri hâlâ kulağımda: “İyi ki doğdun Kozaaa… İyi ki doğdun Kozaaaa… Doğmasaydın ne yapaaaardık? İyi ki doğdun Kozaaaa…” O iki ufacık yeşil gözün adı Alis miymiş Koza mıymış? Kurcalamadım. O koştukça ben uçtum, taklalar attım, göklere uzandım. Yürüyen bir çocuğun ayağında olmak kadar eşsiz bir duygu yoktur. Canım özgürlük!

Bir de o gün Sindirella diye birinden ve onun ayakkabısından bahsetti Koza-Alis’in annesi bir başka anneye: “‘Sindirella’nın kristal ayakkabısı çok kendini beğenmiş. Ben, Alis’in ayakkabısından isterdim’ diye söylenince Koza, her yerde Alis Harikalar Diyarında’ki Alis’in atkılı düz ayakkabısını aradım. Sonunda Tanca’da buldum. Rengi Alis’inki gibi siyah değil ama yeşil olması daha güzel, değil mi Safiye?” Koza-Alis’in annesinin dediklerinden tek çıkardığım benim vitrinin adının Tanca olduğuydu.

Koza-Alis’le parka, sinemaya, çarşıya, okula, pastaneye, sahile, her yere her yere gittim. Birbirinden farklı yüzlerce ayakkabı tanıdım. Şehir dolusu arkadaşım oldu. Hayatımda sokak kadar güzel bir şey görmedim. O mutlu macera günleri hiç bitmeyecek sandım. Aniden bir sabah Koza-Alis’in ayağına olmadım. Koza-Alis çok ağladı. Koza-Alis’in üzüntüsünü görünce annesi dayanamadı ve duvardaki raftan süslü püslü bir kumaş parçası sarkıtıp beni ucuna astı. Asırlar önceydi bu anlattığım. Bunun gibi bir kış günüydü. O zaman bu zamandır buradayım.

Koza-Alis’i en son o genç kızken gördüm. Ben bile hâlâ genç sayılırdım. Benimle vedalaşmadan gitmiş, bir daha da gelmemişti. Bir iki gün önce yabancı bir kadın geldi eve. Önce ihtimal vermedim tabii. Sonra bir an göz göze geldik. Yüreğim yerinden zıpladı. Koza-Alis’in ufacık yeşil gözleriydi karşımdaki! Gözlerimi eğip ayaklarına baktım. Ben o ayaklara vaktiyle nasıl sığmıştım, nasıl da birlikte maceradan maceraya atılmıştık, nasıl da kalabalık ayaklı sokaklarda delidolu yaşamıştık…

Duygulandığımı gördü Koza-Alis. Beni okşadı. İki ufacık gözyaşı aktı. Yeşildi gözyaşı. Bana benziyordu. Şimdi, kendi gençliğimi izler gibi hayran hayran sofra başında oturan Koza-Alis’i seyrediyorum. O o kadar büyümüş de ben niye hiç büyümemişim? Bunca asırlık yaşam bilgimle tahmin yürütüyorum: Benim bir türlü büyümeyişim, Koza-Alis’e bir zamanlar çocuk olduğunu ısrarla hatırlatmak için.

Can Gürses, En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın

Subscribe
Notify of

2 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Danyal Tekatan
8 years ago

İnternet jargonuna ve teknik ağzına çok yabancıyım.

Bu yaptığınız blog mu, indie e-dergi falan mı bilemiyorum.

Ancak çok güzel yazılar var ve nereden denk geldiğimi bilemiyor olmama rağmen artık hep okurum sanırım.

Genel yorum yeri var mıydı, göremedim, o nedenle buraya yazdım.