Egoist okur

Ata Demirer: “Zeki Müren bülbüldür…”

Bu okuyacağınız en sevdiğim röportajlarımdandır. Kuş sesleri ve Zeki Müren şarkıları eşliğinde rengerenk, ‘ruhlu’ evinde konuşmuştuk Ata Demirer‘le… İçerisi, akla gelebilecek bin bir çeşit ilginç tutku nesnesiyle doluydu. Gemici aksesuarlarıyla döşenmiş gizemli yatak odası, çok sevdiği kuşları için yaptırdığı özel mekan, hatta pikabı, posterleri, saka kuşları ve kafesleriyle nevi şahsına münhasır meyhane; hepsi çok güzeldi… Tabii Ata Demirer’in içe işleyen sözleri de öyle… “Gitmek iyi bir şey” demişti. “Yüreğim sızlıyor, deliriyorum özlemekten” demişti. daha neler neler demişti.

Zeki Müren’den konuştuğumuzda dedi ki: “Bülbüldür o. Hem yorumcudur Zeki Müren, hem de yumuşak, akışkan olağanüstü bir sestir… Yorum ile ses bir arada çok tehlikelidir. Ben mesela Zeki Müren’i sabah dinleyemem, yoksa gün boyu ritmim düşer. Gece müziğidir onunki.”

Konuşurken böylesine güzel yazıyorsa, bir gün gerçekten yazdığında onu nasıl zevkle okuruz, diye düşünmüştüm. Siz de okuyun lütfen…

Gülenay Börekçi


VALİZ: “Gitmek iyi bir şey!”

Burada gördüğünüz her bavul ‘ yaşamış’. Birileri askerden gelmiş onlarla; uzak ülkelere gidenler olmuş, trenlerde, otobüslerde bagajlara girmişler. Bulduğum her eski valizi biriktiriyorum ben. Özellikle ahşap olanları seviyorum. Ahşap, derinliği olan, ‘canlı’ bir şey. Yani ahşabı öldürmek çok güçtür! Her haliyle severim. Zamanla çatlarsa, rengi değişirse bile cila ya da vernik vurmam üstüne. Objeler de insanlar gibi bence, zamanın yüzlerine yerleştirdiği kırışıklıklar hoş duruyor. Bu odaya bakın… Eski bir valizi CD rafı haline getirdim, içinde Sinatra filmleri, rebetiko albümleri duruyor. Bir başka valizi sabah kahve içerken sehpa niyetine kullanıyorum. İçinde de kendi yazdığım şeyler, müsveddelerim duruyor. Şurada duran, içki dolabı işlevi görüyor. Yatak odasında daha küçükleri var, fotoğraflarımı istifliyorum. Valiz insanda niye bir saplantı nesnesi olur diye düşünsem… Sanırım gitmekle ilgili bir şey bu. Gitmek iyi bir şey. Bana göre hayata yeniden başlamak. Tatile çıkmak da olabilir, kafayı sıyırıp kaçmak da… Gidişlerim meşhurdur benim, bilir herkes. Bir anda otururken “Hadi, Ayvalık’a kaçalım,” diyebilirim her şeyi bir kenara itip. Böyle can yakmışlıklarım çok vardır, işi filan düşünmem öyle zamanlarda. Bana şaka olarak bile “Gidelim,” dememek lazım. Giderim çünkü.

KAFES: “Onun evi güzel olsun yani!”

Kuşları, yani bu kadar sevdiğin hayvanları, kendilerine yaraşır evlerde yaşatman lazım. Bu da takıntılarımdan biri. İngiltere’de milyarlarca liralık kafesler satılır, Araplar sedef kafesler yaptırırlar, işlemeli olanları, oymalı olanları vardır. Saka kuşu! Onun evi güzel olsun yani. Beni öfkelendiren şeyler var kuşlarla ilgili. Onları yakalayıp satıyorlar. Sabah yakalananlar, akşama kadar dayanamıyor, ölüyor. Bu kişileri ihbar ediyoruz. Bazen de toptan satın alıyoruz kuşları ve götürüp ormana bırakıyoruz.

SAKA KUŞU: “Taklitçi ve üçkağıtçı…”

Kuşları, özellikle saka kuşunu çok seviyorum. Ötüşü, vahşi karakteri büyülüyor beni. Sen bir saka kuşuna senelerce bakarsın evinde, kapıyı açtığında uçup gider. Çok güzel bir hayvandır ayrıca. İnsanı oyalar. Nasıl ötüyor ama! Sabahları kalkınca onları dinlerim. Ormanda uyanmışım gibi. Bütün hayvanlar bakıcısını tanır. Bunlar da beni görünce “Yem veren şişman adam geldi,” diyorlar. Sevildiklerini anlarlar. Bir de çok üçkağıtçıdır saka kuşu. Ses araklar dişisini etkilemek için, bülbülü taklit eder. Taklitçilik açısından benzeşiyoruz. Bir saka, saka gibi ötmeyebilir yani. İspinoz öter, bülbül öter… Ufacık kuş kendini yırtar dişisini etkilemek için. O kur kabiliyeti beni çok etkiliyor.

DENİZ: “Benim için deniz, aşk demek”

En büyük aşkım deniz. Dalgıcım ben. Zıpkınla balık avlarım, su altında fotoğraf çekerim, çeşit çeşit balık yemekleri yaparım. Dedim ya, deniz aşk benim için. Her limanda bir sevgili derler, o değil de her limanda bir hikaye bulursun. Bir gün denize kesin gidiş yapacağım. Gelip filmlerde filan oynarım, ama asıl hayatım denizde olacak. Başka türlü yaşayamam ben. Görüyorsunuz evimi; ben gidemeyince, eve sokuyorum denizi çare olarak. Bunun bir yolu da kuşlar. Kuşlar da denize aittir. Öyle acayip şeyler yaşadım ki ben. Kilometrelerce kıyı dalışı yapıyorum, yorulunca karaya çıkıyorum, soyunup dökünüyorum… O sırada biri gelip arkamdaki likene konuyor, başlıyor ötmeye. Öyle anlarda mı vuruldum kuşlara ben acaba? Ama yok, çocukluğumda da böyleydim. Deniz kabukları, istiridyeler, orfoz. Bakın bir olay: Restoranda oturuyoruz. Garsonun biri küçük bir orfoz getirdi, akvaryumdan çıkarılmış, canlı. Üç kiloluk orfoz kesilmez, bıraksan yüz kilo olacak çünkü. “Kaç lira?” “25 milyon.” “Al şu parayı.” Ödedim parayı, saldım balığı denize. “Abi ne yaptın?” “O balığın yaşama hakkını satın aldım senden.” Türkiye’de hayvanların yaşama hakkı yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde yavru hayvanları öldürmezler. Küçük orfoz simgesel bir şey benim için, teknemin adını öyle koydum bu yüzden.

YEMEK: “Tarife gerek duymuyorum, koklayarak yapıyorum”

Doğaçlama yemek yaparım, fena değilim o konuda. Yemek yapışım, bir vampirin kan kokteyli yapmasını andırıyor. Tarife gerek duymuyorum, koklayarak yapıyorum. Bizim hep içkiye göredir yemeklerimiz, öyle durduk yerde yemek yapmam. Meze filan hazırlarım, sarımsağı, zeytinyağını, kekiği iyi kullanırım. Oradan yürür gider.

FRANK SINATRA: “Güzel kadınlar, iktidar, görkem”

Frank Sinatra, Jack Daniels, tek buzlu ve şu kahverengi koltuk. Ayrılmaz üçlü. Fly me to the Moon… Çok fena! Erkek dediğin Frank Sinatra gibi bir şey. Anthony Quinn. Sigara tutuş, kıyafetler, hareketler, bakışlar, bitti gitti yani. Sağlam adamlar bunlar. Kendimi öyle görmüyorum, yanlarında oluyorum, bakıp hayran kalan biri gibi, imrenerek seyreder gibi. Sinatra’nın hayatına öykünüyorum belki de. Birbirinden güzel kadınlar, iktidar, görkem… Bu hikayeleri seviyorum. Bir de Jack! Buzsuz içebildiğin viski çok güzeldir. Pat, bir tane dik kafaya! Yanında biraz soda, Marlboro Lights’ı yapıştır. Matara ve Gitanes sigarası da yanımızda taşımaktan zevk aldığımız iki dostumuz. Matara sürpriz yaptırır adama. Hayatında öyle bir an gelir ki bir kadeh bir şey içsem çok mutlu olurdum diye düşünürsün, o zaman işte. İçki seven adamın kredi kartı mataradır. Anında çözüm. Tık tık. Nakit yok üzerinde, ama matara var. Faizsiz.

ZEKİ MÜREN: “Zeki Müren, bülbüldür!”

Zeki Müren, bülbüldür. Tek tarifim bu. Şimdi Popstar’lar filan çıktı, oralarda aradıkları en son şey ses güzelliği. İnanamıyorum buna. Ses rengi çok güzel olmayan iyi yorumcular vardır, bir de sesiyle sevdiğin adamlar vardır. Zeki Müren hem yorumcudur, hem olağanüstü bir sestir. Dedim ya, bülbüldür o. Yumuşak, akışkan… Yorum ve ses, bu ikisi bir arada olduğu zaman çok tehlikelidir. Zeki Müren’i sabah dinleyemem, yoksa gün boyu ritmim düşer. Gece müziğidir onunki. Ama o da unutuluyor. Ölümünün sene-i devriyesinde bir haber bile geçmediler televizyonda. Yıpratıcı bir şey bu. Yeni şeyler de öğreniyorum ona dair. Mesela bir vakitler Ayağında Kundura şarkısını okumuş. Bakın, albümün ismi Sükse. İbrahim Tatlıses’e sükse olsun diye yapmış; öyle okunmaz, böyle okunur diyor yani. Dinleyelim mi? Çok başka okumuş hakikaten. Ağlıyor söylerken.

MEYHANE: “Burada yalanlar biter”

Sadece yalan söylemeyecek adamlar bu odada oturma hakkına sahip. Misafir ağırlamam ben, eve birini alıyorsam, o benim dostumdur artık. Yoksa dışarıda buluşurum. Şu öteki oda, buraya göre daha sahtekar bir mekan. Rahat koltuklar filan var, güzel bir yer, cinsellik de yaşanır orada. Burası daha namahrem bir yer. Orada rahat etmek için oturulur, buradaysa ‘yaşamak için’. İskemlede saatler geçirilir, plak dinlenir… Kendi kurallarını koymuş bir yer burası. Orada sen mekana hakimsin, burada mekan sana hakim olur.

UD: “Bu müzikle yalan söylenir mi!”

Bakın, bu çaldığım makam, Nihavend… Dinleyin, az sonra rahatlayacak müzik. Daha bitmedi diyor. Nihavend ada müziğidir. Bahar akşamı gibidir. Salata ısmarlanır, karidesler gelir, güzel bir kız vardır, yan masadan selam verirler size, “efendim, afiyet şeker olsun”. Çapkın makamdır. Hicaz’a geçelim… Şopar mahallesi makamıdır. Hicaz’dan kan akar. Kara sevdanın başladığı noktadır, hava değişmeye başlar birden. Bütün acıklı türküler Hicaz’dır… Daha beteri de vardır. Biraz daha toprağın altına inelim. Segah ve Hüzzam… Kader yüzünü göstermiştir artık. Dualar, ölü gömmeceler, kurban keserken okunan ilahiler filan hep segahtır. Hüzzam’dan da çok güzel meyhane şarkıları çıkar. Mazoşizm girmiştir devreye. Kalbime saplanan dikenler hangi güldendir… Meyhanelerde çoğu zaman böyle toplu mazoşizm yaşanır. Dinleyin, bu müzikle yalan söylenebilir mi hiç!

REBETİKO: “Yüreğim sızlıyor, deliriyorum özlemekten…”

Piyano, buzuki, mandolin, klavye, hepsini çalarım. Konservatuarda okudum ben; hatta bir süre piyanist şantörlük yaptım. Müzikhollerde çalıp söyledim. Rebetiko’yla ilgilendim. Rebetiko’da ayrılık var, gurbet acısı var. Hiçbir zaman ne Yunanlı olabilmiş buradan oraya gidenler, ne Türk kalabilmiş. Yanlarına zeytin ağacını, zeytinyağını, saka kuşunu götürmüşler. Bir de bağlamayı, onu orada buzuki haline getirmişler. Ben biliyorum o acıyı. Başka bir ülkeye gittiğimde iki gün sonra yüreğim sızlamaya başlıyor, deliriyorum özlemekten, dönmek istiyorum. Ben iki günde öyle oluyorsam, onlar oralarda ne haldedirler, kim bilir! Düşünün yani, çok acayip!

ESKİ ŞEYLER: “Unutuluyor her şey…”

Plak teknolojik olarak mükemmel olmayan bir şey. Kayıtlar eski, hatta şimdiki CD’lerin yanında amatör işi kalıyor. Ama bir yandan da mükemmel. Kaydedildiği yılların kokusunu taşıyor, o havayı estiriyor. Plaklar çizilir, eskir, bozulur, takılır, atlar ama her şey nasıl çalındıysa öyle kaydedilmiştir, oynanmamış, rötüş yapılmamıştır, bu yüzden çok önemlidirler. Gerçeklik duygusunun verdiği zevk. Elektronik girmemiş işin içine, en güzeli o. Şimdiki çocuklar mahalleyi bilmiyor. Havuç filan var televizyonda. Halbuki biz ‘Baba, bana cep telefonu al’ diye değil de “Baba, bana köpek al,” diye ağlardık eskiden. Bir çocuk bisiklete binecek olsa bugün, iki dakika sonra araba çarpar. Bunu bir bilseler. Firuze filminin soundtrack’i çok tuttu mesela, ama traş o. Bu yüzden, seneye Türk sanat müziği eserlerinden oluşan bir albüm yapacağım. Yapmak lazım, çünkü unutuluyor her şey.

SİNEMA: “Bütün aşk filmleri deniz kenarında geçer”

Burada film seyrediyorum. Kahverengi koltuğa oturup denizi hatırlatan fenerleri yakıyorum. Güzel duruyorlar duvarda. Işığı kısıyorum önce, bir süre sonra hafif hafif sallanıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Yunan müziği iyi gider yanında. Buzuki. Dikkat ettiniz mi, suyun akışı gibidir buzukinin sesi. Bütün iyi aşk filmleri deniz kenarında geçer. Baltık Cumhuriyetlerinin aşkını ben ne yapayım! Hiç işim olmaz. Deniz kokacak aşk dediğin, kanlı bıçaklı olacak, baharatlı… Sevdiğim filmler, Fellini’nin, Angelopoulos’un, Almadovar’ın çektikleri. Annem Hakkında Her Şey, Muhsin Bey, Zorba. Sinema bende baba bir takıntı, hakikatten kaçmanın en güzel yolu. Seyrederken böyle, filmin içine girmeceler var bende. Perdedeki karakterin çektiği ıstırabın aynısını çekerim ben de, aldığı zevki alırım. Empati. Çok acayip bir durum. Hem keyifli hem yıpratıcı. Dört yıl sonrası için bir senaryo yazıyorum. Benim hikayem. Ondan önce gülmek için, kafayı rahatlatmak için belki, Peter Sellers tarzı bir şey yazarım, ötekine zaman var. Sırası geldiğinde tokat gibi çarpacak. Benim için bir hesap kapama işi o. Geçmiş yılların muhasebesi, kendimle konuşma durumu. Başarılı olması kaçınılmaz. Ben kötü oynayabilirim, yönetmen de kötü çekebilir, ama gerçeklik duygusu açısından müthiş olacak.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

5 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
13 years ago

Sanırım Ekim ayıydı. Bozcaada’ya ilk defa gitmiştim. Sabahtan akşama kadar oranın yerlisi bir kadın tarafından dolaştım adayı. En son durağımız onların bağ eviydi. Yol boyunca sonbaharın giderek kışa dönen küskün izleri vardı. Üzümleri bağlayan teller, tahta çatılar yaprakların havaya inat sıkıca birbirine bağlılığı gözüme çarpanlardı. Giderken yol üzerinde, “Bakın burası Ata Demirer’in evi” dedi. Yavaş çekimde geçer gibi baktı gözlerim o eve. İstanbul’u, söylensek de bir türlü terk edip gidemediğimiz karmaşasını, gürültülü sabah ve gecelerini düşündüm. Sonrasında böyle bir yaşamı ve elbette onunla birlikte gelen hayalleri… Seçimler kimi zaman kolay kimi zamansa zordur. Hele ki en sevdiğim arkadaşlarımı görmek için… Read more »

13 years ago

Çok düşündüm üzerine. Bu bir nevi saplantılı şehir takıntısının nereden kaynaklandığını. Belki de o eşsiz tarihinin bir tezahürüdür. Bizim için okuduklarımızdan öteye gidemeyen, o hem şaşaalı hem de keskin bir hırsı harmanlayan güçlü karışımdır nedeni. Şimdilerde duyamadığımız seslerin fısıltısıdır. Orada olduğunu bilmek bile yeterli olabiliyor…

Teşekkür ederim. Okumak, törpüyü eline alırken; yazmak da ömrün törpülenmesi benim için. İyi ki böyle bir siteyi hazırlamışsınız.