Egoist okur

“Başrol yazmanındır artık; nefes almak gibi, tiryakilik gibi”

İlk “Canım“ demek istediğinde ar etmiş dedem. “Hanım” dese “malım” demiş gibi olacağını düşünerek korkmuş, “Vesile“ dese çok resmi, soğuk… Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana“ dese olmaz, “ Bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.

Sezgin Kaymaz, son kitabıyla, yaşama, sokaktaki insana bir “Bak hele” demiş, içten, yalın anlatımıyla, onları öykülerinin kahramanı yapmış. Kendi yaşam öyküsünü de aralamış, annesi Hasibe, eşi Hülya, ilkokul öğretmeni ve öteki gizli kahramanları; hepsi “Bakele”de buluşuyor.

April Yayıncılık’tan çıkan “Bakele” bir şömine başında sohbet gibi; buruk bir gülümseme, hüzün bırakıyor ardında. Ve her öykünün bir sürprizi, Sezgin Kaymaz tarzı, şaşırtıcı bir finali oluyor.

Sezgin Kaymaz’ı ilk okuduğumda, ona yazmaya başladım ve zaman içinde onun “mektupkardeşlerinden” biri oldum. İstanbul’a gelince de o muhteşem anlatımın, kelimelerin sahibiyle buluştum. Tıpkı kalemi gibiydi, yani tam da “olduğu gibi”…

Mine Türkili

Sezgin Kaymaz: Bir gölgesinden korkanlar ordusu nasıl yaratılır?

Sezgin Kaymaz: “Kendimiz olmaktan korkuyoruz”

BAKELE: En basit şeyleri bile niye kimse anlamıyor?

“Geriye baktığımda, en sıkıntılı anımda bile bir ışık görüyorum. Bir tebessüm, bir neşe…”

Sizin ilk okuduğum kitabınız “Geber Anne”ydi. Hep kitabınıza nasıl bu ismi nasıl verdiniz onu merak ettim. Hem de ister istemez annenizi. “Bakele “de ise yaşamınızdan çok kesit var, sanki sizi ve yakın çevrenizi okudum. “Geber Anne”nin Melek Anne’si yerine sizin anneniz Hasibe Anne vardı…

“Geber Anne”… Bir tek bunu düşündüm. Acaba değiştirsem mi diye. “bunu görürlerse ne derler” kaygısında dolayı değil. Ne derlerse derler, herkesin kendi bileceği iş. Melek anne yazarsınız da yine kötü düşünen kötü düşünür. Başlık beni bile çarptı. Ama değiştirmedim.

Babamız bizi terk etti. Hayatımızdan istifa etti. Kesin olarak gittiğini olay biraz olgunlaşınca annemiz söyledi. “Bir daha gelmeyecek, beklemeyin” dedi.

5 kardeştik. Travma demeyeyim de, maddi sıkıntıda zirve yaptık. 1967-68 yılları. Kreş yok, anaokulu yok. 4 yaşındayım, ablam 11, en büyük abim 14. O yıllarda en büyük abim, babam gibi geliyordu bana. Annem, bizi geleni geldiği gibi kabul etme paydasında birleştirdi. Hepimiz bir odada uyurduk. Ama annem hep bir eğlence çıkarttı. Birimiz saz, birimiz ud, birimiz keman çalmaya başladık. Çingene ailesi gibiydik. Fasıllar yapardık, bir taraftan maddi sıkıntıyı hisseder, bir taraftan da “olmasa da oluyor” derdik.

Annem bizi çok iyi göğüsledi. Hep şöyle söylerdi: “Siz yanımda olduğunuz için ben bu kadar güçlüydüm. Tek başıma olsam başıma ne geleceği umurumda değildi ama sizinle eğlenmek iyiydi.” Geriye baktığımda, en sıkıntılı anımda bile bir ışık görüyorum. Bir tebessüm, bir neşe…

Evet, yazara yazdığından gitmeye inanırım. Ama o labirentli bir yoldur. Kolay kolay gidemezsiniz. Ama “Geber Anne” adından, romandaki anlatıcının annesinin gebermesini istediği sonucu çıkmaz, tam tersi de çıkabilir o labirentten. Ama bir şekilde yazara götürür sizi.

“Bakele”deki bir öyküde, ben benim. Ama bir diğerinde ben ben değilim de bir arkadaşımla dalga geçiyorum.

“Güzelin yerini bulması için sizde de bir karşılığının olması lazım. Bizde ailecek o hep karşılığını buldu…”

Konya’da geçen çocukluğunuz ve bir dönem var. Mevlana’nın kenti Konya nasıl etkiledi sizi?

1967’de geldik Konya’ya. Dayım ağır ceza reisiydi, annem de devlet memuru. Konya’ya tayini çıkmıştı. ‘70 yılına kadar abla kardeş dayanışmasıyla yaşadı. Dayım 42 yaşında trafik kazasında ölünce de annem yalnız kaldı. Bir günde saçlarının beyazladığını gördüm.

1966-67’de Konya olağanüstü sosyaldi. Hatta bugün İstanbul’un sosyal denilen semtleriyle bile kıyaslanamayacak kadar sosyaldi. Çok iyi bir kültür dokusu vardı. Zaten Selçuklulardan gelen bir dervişlik, Mevlevilik var orada. Mevlana’dan gelen bir çelebilik havası… Çocukken hissediyordum bunu. Şeb-i Arus’a her sene mutlaka gidiyorduk. 4-5 yaşında başladım. Sonraları Konya Turizm Derneği’nde çalıştım. Annemlere de rehberlik ettim, güneş nasıl dönüyor, gezegenler nerede duruyor falan gibi şeyler anlatarak…

Kişinin kendi hayat hikâyesinden çıkardığı bir şey çok güzel olabilir ama siz onda bir güzellik göremeyebilirsiniz. Güzelin yerini bulması için sizde de bir karşılığının olması lazım. Bizde de o her zaman karşılığını buldu; ailecek… Ailede bir tarafta sanat müziğimiz vardı, “aman terennüm edelim” denirdi, konu komşu toplanır fasıl yapardık. Bir tarafta Mesnevi hikâyeleri, meseller vardı, onlar konuşulurdu. Bir tarafta da annemin şakır şakır anlattığı eski İstanbul hikâyeleri, fıkraları… “Siz bunları duymayın” der, kimi zaman bizi dışarı çıkartırdı. Komşu teyzelerle gülüşürlerdi.

Ne büyük zenginlik yazmak için. Birisinin mutlaka yazması gerekirmiş.

1995’te daktilonun başına oturdum, 2-3 ayda “Uzunharmanlar” çıktı. Arkasından “Geber Anne” ve “Kaptanın Teknesi”… Kitapçıya girdiğimde kitaplara çok saygı duyuyordum. Ne görürsem göreyim.” Ne müthiş, ya, bunu yazan ne kutlu bir insan” derdim. Kendimi hiçbir zaman o raflarda hayal etmedim. Dolayısıyla yazarken kendimize fıkra anlatır, hikâye anlatır gibiydik, yani ben hep o düşüncedeydim. Yayınlanma hikayesi şöyleydi: Bir arkadaş gelmişti evime. Hülya, “Bu inat ediyor, yazdıklarını kimseye göstermiyor” dedi. “Al bir oku” diye verdim ben de. Orada kalmasını beklediğim bir maceraydı benim için. O arkadaş yayınevine verince, hikaye seyir değiştirdi.

“Sevdim mi tam severim, insanları tahammül sınırıma göre yargılamam”

Çok iyi bir gözlemcisiniz. Farklı bakıyorsunuz çevrenize. Herkes sizin öykünüzün kahramanı olabilir mi?

Aslında benim hiç öyle depolarım yok. Şurada bir şey gördüm, not edeyim gibi. Çoğu zaman ne yaşadığımı unuturum. Gözümüzün önünden geçen bir sürü şey gibi. Ama yazarken, onlar dökülür gelir, adresler çıkar, mükemmel bir navigasyon başlar, her şey yerli yerine oturur. O da şaşırtıcı olur benim için. Yaşadıklarım, gözlemlediklerim ve hafızamın depolarına attıklarımla mutlaka bir şeyler çıkar ortaya. “Geber Anne”de Melek Anne oluyor, “Bakele”de Berber Hakkı… Bazen bir kişide üç beş özellik birikiyor. Onları hikâye ederken, farkında olmadan geri getiriyoruz. Ya da yeni birini yaratıyoruz. Öyle bir şey yoktu belki de biz o kişiye yakıştırıyoruz.

Eşiniz Hülya da var kitapta… 

Dominant. Kitaptaki yumuşak kalıyor. Kitaptaki öyküde sigara içerken yaptıkları da doğrudur. Eski milli jimnastikçidir Hülya. 1987’de evlendik. Ama öncesinde iki erkek arkadaş gibiydik. Evleneceğimizi huzur evindeki amca söyledi. Bunu da öyküde anlattım.

Bir de aşkı anlatmışsınız. “Yüz bin sene…” öyküsünde.

Sevdim mi tam severim, insanları tahammül sınırıma göre yargılamam. Ölçüp biçerek sevemezdim. İnsanları öyle kabul edince, anlamak ve anlatmak da kolay oluyor. Öyle kabul ettim. Siz onları öyle kabul ettiğiniz için, onlar da bir süre sonra göründükleri gibi olmayı kabulleniyorlar. Sizden bir şey saklamamaya başlıyorlar. Çünkü talepleriniz az. Neysen o ol da canımı sıkma. Ancak benim istediğim gibi olursan seninle dost olurum, arkadaş olurum diye bir şey yok.

Ve beni en çok etkileyen öykülerinizden biri de “Yapışmayın Çocuklara”. “Çocukları evlilik bağının tutkalı niyetine kullanmaya kalkan anne babalar, çocuklarını da kendi zindanlarına attıklarını göremiyorlar galiba” diyorsunuz.

Evet, mutlaka şahit olduğum bir şey. Şiddetli geçimsizlikte çocuk uhu gibi kullanılıyor, onun üzerinden barışmaya çalışılıyor. Aslında karı kocanın birbirleriyle olan ilişkileri bitmiştir. Küsünce de olan yine çocuğa oluyor.

“Her şey zıddıyla ayandır yahut bir şey zıttı yoksa yoktur”

Kitabınızda, hem buruk gülümseme, hem mizah hem hüzün var, yani yine zıtlıklar…

“Hayat zıtlıkların muhasebesidir” denir. Her şey zıddıyla ayandır yahut bir şey zıttı yoksa yoktur zaten. Gördüğümüz ve beğendiğimiz çok iyi şeyler kadar onların zıddı olmalıdır ki, siz bu halinizle var olabilesiniz. Böyle olursa biz sizi total severiz. “Birinin bu taraflarını severiz, şu taraflarını sevmeyiz” dediğimiz zaman, o bir sevgi ilişkisi değildir artık. İş ilişkisi, çıkar ilişkisi, adına ne derseniz deyin, başka bir şey olur. Mevlana, Konya Annemiz o zihniyetle kodladı bizi herhalde. Dolayısıyla hem bir insanda iki uç nokta, hem bir aile içinde iki uç insan hem de toplumda iki uç zihniyet, inanış, felsefe var… Onların hepsi bizde demek kibir şekilde işlendi, yazıldı, kaydedildi. Yeri gelince de romanda, hikâyede bir yerlerden çıkıyor işte.

Sanırım sokaklar size ilham veriyor.

Evet, göz ucuyla görüyorsunuz. Otobüs bekliyorum durakta mesela, önümden iki kişi gülüşerek geçiyor. Pavyonda nasıl oynadıklarını anlatıyorlar birbirlerine. Kulak misafiri oluyorum. Bir daha hiç görmeyeceksiniz o insanları. O size bir zaman sonra veya hemen o anda bir çağrışım yapıyor. Sizin bir arkadaşınız varmış. Ara sıra pavyona gider, oynarmış. Aslında çok dertli bir adammış. Derdini unutmak için mi gidermiş, yoksa o kadar serkeş olduğu için mi dertliymiş, bilemezsiniz hiçbir zaman. O duraktan geçen adam gülerken size çok dertli bir adam olarak gözükebilir. Bir de o duraktan geçip giden adamlar o kadar uzağa da gitmiyorlar demek, bir yerde duruyorlar. Çünkü yazarken geri gelirler. İşte o kavrayışla bir şeyler dökülüyor kâğıda.

Yolculukları seviyorsunuz o zaman.

Yok. Yolculuklardan nefret ediyorum. Seyahat benden uzak dursun. 31 sene spor yüzünden her yere gittik. Aşırı bir yorgunluk. 40 defa Trabzon’a gittiyseniz, 41’incide artık “Şurada hangi ağaç var” demiyor, “Şu yol bitsin lütfen” diyorsunuz. Yolun değil de, hedefin kıymeti kalıyor. Ama hayat yolun kıymetinden ibaret, hedefiniz hiç bitmiyor. Trabzon’a varsanız da orada başka bir hedefiniz oluyor. Bir şey çok fazla üstünüze gelirse, yolun tadını çıkarmayı unutturuyor. Ben, seyahatler sayesinde uyumayı öğrendim. Hem zamanda hem mekânda yolculuk yaparım. Evde çok az uyurum ama seyahatlerde çok uyurum

“Türkçe mükemmel bir dildir; kelimeleri dışlamaz, ırkçılık yapmaz”

“Bakele” öyküsünde Türkçenin zenginliğini görüyoruz. Sizin için nasıl bir dildir bu Türkçe?

Orta Asya’dan Atlantik Okyanusu’na kadar, Akdeniz havzasını ve Kuzey Afrika’yı da içine alarak yaşamış gelmiş, bu devâsâ coğrafyadaki bütün dillerden beslenerek gelişmiş bir dildir Türkçe. Müzikalitesi ve ifade gücü en yüksek dünya dillerinden biri olmasını da tastamam bu göçebeliğine borçludur; yol boyu uğradığı her ülkeden kendi ilham sözlüğüne bir şeyler katmış, dışlamadan, ırkçılık yapmadan on binlerce kelimeyi, kalıbı, anlatım biçimini bağrına basmış olmasına. Mükemmel bir dildir.

Hentbol, antrenörlük, başarmak, kazanmak ve yazmak, hem de bir yaşam dersi vererek yazmak… Hepsi yıllarca bir aradaydı. Ne zaman bıraktığınızı tam bilmiyorum ama spor yaşamından sonra sizin için yazmak başrolü mü kaptı?

Hentbolü 2006’da bıraktım. Voleybol Federasyonu’ndaki yoğun tempoyla birlikte yürümüyordu. Sonra 2012’nin hemen hemen sonuna kadar federasyonda yöneticilik yaptım. Ve maalesef yazmak voleybolla birlikte yürümedi. Çok isterdim ama bir dakika olsun vaktim yoktu. Derken voleybolun da sonu geldi ve yazarlığa kapak atabildim Tam dediğiniz gibi oldu sonrasında… Başrol yazmanındır artık; hiçbir zaman görev değil benim için. Nefes almak gibi, tiryakilik gibi… Hatta tiryakilikte bile bir görev saiki var. Biyolojiniz sizi bir fırt daha sigara çekmeye memur ediyor. Ama yazmak öyle değil, eserse, gelirse… Benim yazma tarzım öyle.

Demek ki kazanma hırsı spor yaşamınızda olmuş yazarken onu dolapta tutmuşsunuz…

Bir tarafta bir hırs olmalı. Hayata tutunma hırsı belki de. Başarma hırsı. Çok örtülü olsa da vardır sanırım. O kadar derviş olmayı başaramayız. Çünkü antrenörlük yaparken sahanın kenarında kendimi tanıyamadığım günler oluyordu. O gol atılacak. Taktik öyle uygulanacak. Sporcuya kan terlettiğim, kâbus gösterdiğim anlar oluyordu mutlaka. Çünkü bir takımınız var ve kazanma hırsında yalnız değilsiniz. Onlar da kazanıyor sizinle beraber. Bir taraftan da hırsı hiç kabul etmeyen bir bünyem var. Çok iddialı biriyle tavla oynarım. Yense de eğlenirim. Hatta yenince daha çok eğlenirim.

Sezgin Kaymaz’ın sadık okur kitlesi kimlerden oluşuyor? Onlarla yazışmalar nasıl sürüyor?

E-posta adresim saklı gizli değil, dileyen okur bana ulaşabiliyor, ben de hiçbirini cevapsız bırakmıyorum. Bazı dostları sarıyor mektupkardeşliği, bazılarını sarmıyor. Saranlarla kolay kolay kopmuyor bağlarımız. Ne zaman, ne kadar isterlerse yazıyorlar bana, sohbete aynı samimiyette devam ediyoruz. Başka dünyaların kapıları açılıyor böylece; bayağı sıkı dostluklar kuruluyor. Bundan çok memnunum.

“Bakele”de her kesimden insan, her sokaktan bir ses var. Size ilham veren yerler, kentler ve diyelim ki zamanlar…

Bir zaman mefhumum yok. Nerede, ne vakit eserse o zaman yazılıyor romanlar ve hikâyeler. Ankara bana ilham verenlerin başında geliyor. İnsanları, binaları, caddeleri, arabaları, sosyal alışkanlıkları, sokak hayvanları, pazar yerleri, okulları, semtleri… Ankara işte. Samimi ilişkilerim. Taksiye binerim, şoförle ahbap olurum. Dolmuşta yanımda oturanla kardeş olurum. Hemen açarım kapıyı, pencereyi, artık ne varsa. Samimiyet hissediliyor. O zaman da “Korkacak bir şey yok” diyor karşınızdaki. “Camiye gidiyorum, dükkâna bakıver” diyen bir adama dönüyorsunuz bir anda. Karşındaki de hırsız da olsa dükkâna girmiyor, çünkü “Burayı bana emanet etti” diyor. Öyle bir duygu. İnsanlara karşı kapalı değiliz. Ama moda olan sosyalliği yapmıyoruz. Ankara’yı daha çok seviyorum, kolay bir şehir… İstanbul zoruma gidiyor. Belki yaşasam alışırım ama Ankara’ya geldim ve hemen Ankaralı hissettim kendimi.

Mine Türkili

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments