BİR HATIRLAMA: Aydınlıkta ve karanlıkta Paul Auster
Yaşadığı süre boyunca Paul Auster kadar sevilmiş az yazar vardır. Oysa zamanında onu kıyasıya eleştirenler de olmuştu. New Yorker dergisinin ünlü eleştirmeni James Wood bunlardan biriydi mesela. İstedim ki, Auster’ı bir yazıyla anarken hem onun hayatına ve vasiyet romanı Baumgartner’a gelene dek yazdıklarına kısaca bir göz atalım hem de eleştirenlerin söylediklerine kulak verelim…
Paul Auster’a neden kızgınım?
Aydınlıkta ve karanlıkta Paul Auster
Ay Sarayı, Şans Müziği, Son Şeyler Ülkesinde, Kehanet Gecesi, Cam Kentte, Hayaletler, Görünmeyen, 4, 3, 2, 1 ve veda kitabı Baumgartner gibi romanların yazarı Paul Auster, 1947’de Amerika’nın New Jersey eyaletinde doğdu. On ikisindeyken ünlü bir çevirmen olan amcasının kitaplığına dadandı, başka bir deyişle edebiyata ilgisi ta o yaşlarda başladı. Columbia Üniversitesi’nde Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra gençliğini ilk karısı, oğlu Daniel’ın annesi de olan meslektaşı Lydia Davis’le birlikte Dante’nin İtalya’sında, Lorca’nın İspanya’sında, James Joyce’un İrlanda’sında, Mallarme’nin Fransa’sında geçirdi. Her işi yaptı o dönem. Çiftlik kahyalığı, ucuz filmlerde set işçiliği… Kırmızı Defter adlı anı kitabında bunlardan tatlı tatlı bahsediyor. Edebiyat zevkini hatta bir anlamda edebiyata bakışını belirleyen Fransa’da geçirdiği yıllar oldu. Fransız yazarlardan İngilizceye çeviriler yaptı, bir 20. yüzyıl Fransız şiiri antolojisi hazırladı.
Yazmaya ikinci evliliğinden sonra başladı. İlk görüşte âşık olduğu ve sonradan bir yerde “Olağanüstü göz alıcı ve güzeldi,” diye anlatacağı meslektaşı Siri Hustvedt’le birlikte Paris’i terk edip Brooklyn’e yerleşti. New York’un bu çok renkli, her an her şeyin olabildiği, sürprizlerle dolu ve zaman zaman da tekinsiz bölgesi, hem evi hem de “çalışma odası” oldu. Aslında New York’a ve bilhassa Brooklyn’e karşı da aşka benzer bir sevgisi vardı. O dönemde yazdığı ilk romanı Yalnızlığın Keşfi, kendisine büyük ün kazandırınca Auster hızını kesmedi ve üç kısa polisiyeden oluşan New York Üçlemesi’ni yazdı. Polisiye kurguyu yepyeni bir bakışla ele alıyor, entrikayı insanoğlunun varoluşsal meselelerini, kimlik, mekan, dil ve edebiyat gibi konularda kafasını bulandıran soruları çözmek için kullanıyordu. Bu tavrını daha sonra kaleme aldığı Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Müziği, Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam ve Sunset Park romanlarında da sürdürdü. Romanlarında kader, şans, aşk, yalnızlık, melankoli, korku, delilik ve dostluk gibi temaların yanı sıra yazınsal oyunlar ve bazı büyük romanlara, yazarlara göndermeler dikkat çekiyordu. Aralarda Kırmızı Defter ve Kış Günlüğü adlı anı kitaplarını yazdı. 2024 yılının Mayıs ayında, ikinci torununun doğumundan hemen sonra öldüğünde hayatını çok uzun yıllardır Brooklyn’de sürdürüyordu.
Bazı önemli Auster’lar
Paul Auster’ın bazı önemli eserlerine bakalım şimdi…
New York Üçlemesi: 1980’lerin ortalarında yayımlanan ve Cam Kentte, Hayaletler ve Kilitli Oda adlı üç kısa romandan oluşan kitap, polisiye romanla postmodern kurmacanın bir karışımı. Kafkaesk bir üslupla örülen üçleme, yazarın dördüncü duvarı yıkma, okurun karşısına kendi olarak çıkma ve onunla konuşma yolundaki ilk denemesi aynı zamanda. Cervantes’in Don Quijote’sinin de hikayede mühim bir yeri var. Auster’ın başarısı bu meta kurgunun hiçbir surette deneysel durmaması, tam tersi bir Dashiel Hammett romanı kadar sürükleyici olması, dahası geleneksel polisiyelerin günümüzdeki karşılığıymış hissi taşıması. (New York Üçlemesi: Cam Kent, Hayaletler, Kilitli Oda, Can Yayınları)
Ay Sarayı: Yirminci yüzyıl başlarından insanın Ay’a ayak basışına uzanan döneme kadarki üç kuşağı kapsayan bir roman. Auster’ın hayatının çoğunu geçirdiği New York şehri, üç ana dalda eğitim alarak üstün başarıyla bitirdiği Columbia Üniversitesi ve kahramanı genç Marco Stanley Fogg’un aile gizemleri… Leviathan, Şans Müziği, Yükseklik Korkusu gibi romanlarında hep insanın kimlik arayışı meselesiyle uğraşan Auster bu kez bize tuhaf bir hayat hikayesi anlatıyor. Amcası Victor’u kaybettikten sonra beş parasız kalan yetim Marco Stanley Fogg’un büyüme yahut daha da doğrusu yaşlanma hikayesi de diyebiliriz. (Ay Sarayı, Can Yayınları)
Yanılsamalar Kitabı: İnsanlardan uzak durmanın, yalnızlığın, obsesyonun ve kederin romanı, eleştirmen James Wood’a göreyse Paul Auster’ın en iyi eseri. (Gerçi bu bir övgü mü, açıkçası pek emin değilim çünkü Wood, Auster’ı yerden yere vuran şu ünlü bir makalenin yazarı, yani “en iyi” dereken kastettiği pekala “ehvenişer” olabilir.) Her neyse, bu romanda Ay Sarayı‘ndan tanıdığımız David Zimmer’le bir kez daha karşılaşıyoruz. Karısıyla iki küçük oğlunu bir uçak kazasında kaybeden Zimmer, teselliyi alkolde bulmuştur ve günlerini kendine acıyarak geçirmektedir. Bir yandan da Chateaubriand’ın Mémoires d’outre-tombe’unu İngilizceye çevirmektedir. Bir gece televizyonda sessiz sinemanın en büyük oyuncularından Hector Mann üzerine bir belgesele rastlar ve altmış yıldır haber alınamayan, filmleri de bulunamayan bu gizemli sinemacının peşine düşer. Bu arayışı, onulmaz sandığı yaralarının şifa bulmasını da sağlayacaktır. (Yanılsamalar Kitabı, Can Yayınları)
4, 3, 2, 1: “Ömrüm boyunca bu kitabı yazmak için bekledim,” diyen Auster’ın üzerinde yedi yıl çalıştığı 900 sayfalık 4, 3, 2, 1, 2017 yılında Man Booker Ödülü’ne aday gösterilmişti. Dashiel Hammett-vari kısa cümlelerin yerini upuzun ve karmaşık cümlelerin aldığı kitapta Auster, Archie Ferguson’un hayatının birkaç farklı versionunu anlatıyor. Soğuk Savaş, Rosenberg’lerin idam edilişi, Kennedy suikasti, Martin Luther King’in katledilmesi, Vietnam Savaşı, My Lai katliamı, 1968 üniversite olayları gibi konuları da ayrıntılarıyla işliyor, böylece bir bakıma 20. yüzyılın hikayesini anlatmış oluyor. (4, 3, 2, 1, Can Yayınları)
Bir ömrün özeti: Auster hayatının son günlerinde tanıştığı torunuyla. (solda) Ve henüz yazar değilken çektirdiği müthiş yakışıklı bir fotoğrafıyla (sağda)
“Meğer hiç de sandığım kadar yalnız değilmişim”
Devam etmeden şunları söylemek istiyorum.
Ben açıkçası bu yazıda kendimi biraz geri çekmek istedim çünkü Paul Auster’ın romanlarını eskisi kadar heyecan verici bulmuyor hatta bir süredir okurken bir parça sıkılıyordum.
Hislerime eleştirmen Christian Lorentzen tercüman oldu. Birkaç yıl önceydi. İzin verin anlatayım…
Lorentzen, “Ya kitaplığınızdaki kitaplardan da zamanı gelince günah çıkarmaları beklenseydi?” diye sormuştu Paul Auster için yazdığı bir yazıda. Daha genç ve saf olduğumuz yıllardaki zevklerimizi, tercihlerimizi bugünden bakınca nasıl değerlendirildiğimizi merak ediyordu hatta esprili bir şekilde şuna benzer şeyler söylüyordu: “Gençken hepimiz daha fit ve güzeldik belki ama ya okuduğumuz kitaplar, onlar nasıldı? Üzgünüm ama birçoğu berbattı.”
Lorentzen bu yüzden 2010 yılında manevi değeri olanlar dışında sahip olduğu bütün kitapları sağa sola, eşe dosta dağıtmış, aralarında 1995 yılında oda arkadaşından ödünç alarak bir solukta okuduğu New York Üçlemesi bile varmış. “Üçleme bana sorarsanız noir heyecanını, varoluşçuluğu ve kendisini hem sert hem de derin gören 18 yaşındaki kitap tutkunu bir Amerikalı gencin karşı koyamayacağı harikulade açıksözlülüğü bir araya getiren kitaplardandı. Dashiell Hammett’ın yaşam öyküsünü ters yüz ederek polisiye yazarını dedektife dönüştüren bu meta-detektif kurmacasını okumak, henüz bir Bogart filmi ya da Hammett romanı okumamış benim gibi bir çaylak için tam anlamıyla baş döndürücü bir deneyimdi,” diye anlatıyor ilk büyülenme anını. Sonra “Nabokov ve Beckett’ın da dahil olduğu devlerin eserleri yanında epeyce silik kalsa da katıksız bir distopyaydı,” diye tarif ettiği Son Şeyler Ülkesinde’yi ve diğer Auster’ları da arka arkaya okumuş. Fakat hiçbirini tam olarak sevememiş. “Noir, Auster’ın romanlarını kurtarmaya artık yetmiyordu. Bu romanlar gittikçe birbirlerini tekrar etmeye başladılar ve sonunda tıpkı kullan at kameralar gibi oku unut romanlara dönüştüler,” diyor.
Açıkçası Auster romanları uzun süredir bende de bir nevi déjà vu hissi uyandırıyor, dolayısıyla Lorentzen’i anlıyor, hak veriyorum: Suça bulaşan yazarlar, birdenbire ortaya çıkıveren kayıp aile üyeleri, rastlantısal karşılaşmalar…
“Her yeni romanı, eskilerin bir yeniden düzenlemesi gibiydi,” diye zaten Lorentzen de.
Hele James Wood’un Görünmeyen’e dair meşhur makalesi yayımlanınca iyice emin olmuş.
“Bu bir Auster romanı olduğundan, rastlantılar gökten düşen otomobiller gibi vızır vızır işliyor,” gibi cümleler içeren ve alabildiğine alaycı bir dille kaleme alınmış bu makale Lorentzen’de -ve kim bilir başka kimlerde- o inanılmaz ferahlatıcı duyguyu, “Meğer hiç de sandığım kadar yalnız değilmişim,” duygusunu uyandırmış.
Açıkçası bende de.
İki yıl önce yazdığım “Paul Auster’a neden kızgınım?” yazısındaysa apayrı bir meseleden bahsetmiştim. Linkini yukarıya iliştirdim.
Şimdi gelelim eleştirmen James Wood’un yazısına…
Klişeleri öldüremeyen bir edebiyatçı
Aslında Wood’un esas hedef aldığı kişi Auster değil bence. Onu önemli bir postmodern edebiyatçı, avangard bir yazar olarak tanıtan eleştirmenlere veryansın ediyor daha çok. Makalenin sonlarındaki bir cümlesi ne kadar ilginç:
“Bu hoş ama biraz basit kitaplar, neredeyse her yıl, posta pulları kadar düzenli ve dakik olarak yayımlanıyor ve onları alkışlayan eleştirmenler, hevesli pul koleksiyoncuları gibi son nüshayı almak için sıraya giriyor.”
En iyisi ben aradan çekileyim de size Wood’un upuzun yazısından birkaç bölümle baş başa bırakayım…
“Paul Auster’ın romanlarında her zaman erkek olan bir ana karakter, çoğunlukla bir yazar ya da entelektüel, bir kayıpla, mesela onu terk eden eşinin, ölen evladının yahut yıllardır haber alamadığı kardeşinin kaybıyla baş etmeye çalışırken keşiş hayatı sürüyor. Araya rastlantılar, şiddet içeren bazı olaylar giriyor. Bunlar hem karakteri keşiş hayatından bir nebze olsun uzaklaştırıyor hem de okura romana devam etmesi için sebepler sunuyor. Hikayeye, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Alman toplama kampına düşen kadın ya da dokuz yıl karanlık bir odaya hapsedilen ve bu süreçte şiddete maruz kalan çocuk gibi karakterler girip çıkıyor… Olayların epeyce gerçekçi anlatıldığı söylenebilir ama ikna ediciliği eksilten bir B filmi atmosferi de yok değil. İnsanlar zaman zaman 50’li yılların pulp romanlarında geçen cümleler sarf ediyorlar ama bu cümleler, kurguda geçen Chateaubriand, Rousseau, Hawthorne, Poe, Beckett gibi büyük edebiyatçılar sayesinde irkiltici olmaktan çıkıyor. Romanların çoğunda ikizler, alter ego’lar, doppelgänger’lar, bir de Paul Auster adlı bir karakterin muhtelif versiyonları var. Finalde, bütün ipuçları bir araya geliyor ve okur, kendini postmodern bir girdabın içinde buluyor hatta her şeyi esas karakterin hayal ettiğini öğrendiği bile oluyor. meğer her şey onun kafasında olup bitmiş.”
(…)
“Klişeler, ödünç alınan dil, burjuva çılgınlıkları, modern ve postmodern edebiyatla karmaşık bir şekilde bağlantılıdır. Gustave Flaubert’e göre klişeler ve başkalarından ödünç alınan fikirler, kurmacada zevkle oynanacak ama sonra muhakkak öldürülmesi gereken canavarlardır. Madame Bovary’deki aptalca ya da aşırı sentimental ifadeler hep yazarın bir biçimde tek kaşını kaldırarak yazdığını hissettiğimiz şeylerdir. Mesela Charles Bovary’nin konuşma tarzı, birçok insanın üzerinde yürüdüğü bir kaldırıma benzetilir. Kitle kültürünün şiddetle bilincine varan yirminci yüzyıl edebiyatında bu acımasız bakış daha da ileri götürülür ve benlik fikri öteki insanların mikroplarıyla dolu, ödünç alınmış bir doku olarak genişletilir. Beckett, Nabokov, Thomas Bernhard, Muriel Spark, Don DeLillo, Richard Yates, Martin Amis ve David Foster Wallace, çalışmalarında klişeyi kullanmış ve kazığa oturtmuş edebiyatçılardır. Amerika’nın en tanınmış postmodern romancısı olan Paul Auster’a gelince; kendisi klişeler konusunda onları özgürce kullanmak dışında hiçbir şey yapmaz. New York Üçlemesi’ni okuyup göklere çıkaranların hayatları boyunca hiç avangart kurmaca okumamış kişiler olduğu bile söylenebilir.”
Auster’ın vasiyet romanı: Baumgartner
Bitirirken yazarın son kitabından bahsedeyim.
Paul Auster, on sekizinci romanı Baumgartner’ı yazarken ağır hastaydı ve yakında öleceğini şüphesiz biliyordu. Dolayısıyla bir tür aşk, şefkat, hatırlayış, keder ve yas romanı diyebileceğimiz Baumgartner için Auster’ın “vasiyet kitabı” da diyebiliriz. Öleceğinin farkında olan bir yazarın okurlarına bıraktığı son bir armağan… Hastalığının da etkisiyle yoğun yazamadığı ortada aslında çünkü “Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz?” sorusuna cevap aradığı Baumgartner incecik bir roman. (Unutmayalım; daha iki yıl önce oğluyla torununun feci bir şekilde ölümüne şahit oldu Auster, yani bu kısacık romanın taşıdığı keder yükü hakikaten çok fazla.)
Ana karakter, tıpkı Auster’ın kendisi gibi, yetmiş bir yaşındaki bir edebiyatçı, aynı zamanda felsefe profesörü. Adı, Sy Baumgartner. Aşkla ve tutkuyla bağlı olduğu karısı Anna’nın beklemediği ölümüyle sarsılmış ve aradan geçen dokuz yıl acısını dindirmeye yetmemiş. O da artık dünyadan elini eteğini çekmeye, her şeyi bir kenara bırakıp sakin ve durağan bir emeklilik hayatına geçmeye karar vermiş. Okuduğumuz da işte aslında bu hazırlık süreci; hayatla ölüm arasındaki araf…
Baumgartner’da olaylar Sy ve Anna’nın 1968’deki tanışmalarıyla ve beş parasız öğrencilik yıllarıyla başlıyor. Ardından New York’ta bir yandan çalışıp bir yandan harıl harıl yazdıkları yıllara geçiyoruz. Daha sonra Baumgartner’ın çocukluğuna ve babasıyla ilişkisine dönüyoruz. Auster’ın yardımıyla ve tabii ki esas karakterin hatıraları aracılığıyla zamanda yolculuk ederken sıradan yaşamlar söz konusu olduğunda bile hayatın en küçük, en geçici anlarının nasıl da tarifsiz güzellikler barındırdığını anlıyoruz. Harika bir kitap değil belki ama işte öleceğini bilen bir yazarın okurlarına giderayak sunduğu bir armağan… (Baumgartner, Paul Auster, Can Yayınları)
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest