Bir tatil macerası: Zevkli rezilliğe dönüş!
Şifâhen Masallar’ın kurucusu masal âşığı yazar Beyza Akyüz‘ü biliyorsunuz. Ayda bir kez İstanbul’un başka bir semtinde masal geceleri düzenliyor. Dileyen herkes bu gecelere katılarak daha önce hiç görmediği, tanımadığı insanlara anılarını, deneyimlerini, hikayelerini; bildiği veya yarattığı masalları anlatıyor. Aralarda da yanlarında getirdikleri yiyecekleri, içecekleri paylaşıyorlar. (Şifâhen Masallar’ın Facebook sayfasını ziyaret ederseniz ayrıntıları öğrenebilirsiniz. Umarım kışın da devam eder)
Beyza komik yazılar da yazıyor çeşitli dergilere. İşte onlardan biri. Bir internet sitesindeki reklam banner’ına tıklayarak keşfettiği harikalar diyarını ve sonrasında alışkın olduğu zevkli rezilliğe dönüşünü anlatıyor…
Zevkli rezillik
İnternette bir sitede geziniyordum. Ama sandığınız gibi koltuğa yayılmış, bilgisayarı kucağıma almış, bir yandan kahve içerken diğer yandan lakayt bir şekilde yaptığım sanal bir gezinti değildi bu.
Masamda tıpkı bir banka memuru ciddiyetiyle, dimdik oturmuş, pür dikkat ekrana bakıyordum. Çünkü internette gezmek artık eskisi gibi tekin değil ve bu büyük bir stres kaynağı benim için.
Sağdan soldan üstüme gelen reklam bannerlarına basmadan sayfayı aşağı doğru ilerletmeye çalışmak ya da okumak istediğim haberin tam üstünde kabak çiçeği gibi açılan reklamı kapatmaya çalışmak büyük bir dikkat ve inatlaşma gerektiriyordu.
Ben mi kazanacaktım yoksa o neon ışıklarıyla yanıp sönen, flaşlar patlatan, fotoğraflar oynatan reklam şeritleri mi? Bu iş giderek kızışan bir savaşa dönüşmüştü. Ama elimde de değildi. Onları görmezden gelmeye çalıştım, üzerinde yazanları asla okumamaya gayret ettim ama hiç beklenmedik yerlerden bir anda karşıma çıkınca, ya da ben köşesindeki oka basarak onu kapatmaya çalışırken onların birden kocaman bir site olarak açılıvermesi bende gerçek bir travma yaratmaya başlamıştı.
Birine sus dediğinizde daha çok konuştuğunu, gözümün önünden kaybol dediğinizde tam tersine dibinize kadar girdiğini ve siz nereye dönerseniz dönün hep onu gördüğünüzü düşünsenize, bu sizi de çıldırtmaz mı? İnternette gezinmek beni bu derece çıldırtmaya başlamıştı.
Bir gün ne kadar uğraşsam da reklam bannerlarından birine yanlışlıkla bastım ve buum! Evet mayın patladı ve üzerine bastığım reklamın sayfası önümde açılıverdi.
***
Ama garip ve beklenmedik bir şey oldu. Açılan sayfayı görünce o ana kadar hissetmediğim bir duygu kapladı içimi. Huzur ve sonsuz barış!
Çünkü bilgisayarımda tam sayfa açılı duran, bir tatil sitesiydi! Ben tam da çıldırmışken, bir stres topunun patlamış halindeyken, gözümün önünden yeşilimsi dümdüz bir deniz, tertemiz el değmemiş bir sahil, özel tasarım şezlonglar, ütülü çarşafları olan otel odaları, XXXL yataklar, köpüklü jakuziler, şemsiyeli kokteyller, tatmin olmuş müşteri suratları geçmeye başladı. Hayır hayır bu bir serap değildi. Bu ‘sınırsız fırsatlar’ sunan tatil beldesinin hazırladığı slayt gösterisiydi!
O güne kadar, hiç böyle pahalı ve lüks bir otelde kalmamıştım.
Köylü bir ailenin memur oğlu olan babamın şehirli kızıydım ama her yaz tatilinde dedemlerin bahçesine giderdik.
Her yıl üç aylık yaz tatilinin değişmeyen planı buydu. Şehre ait ne varsa şehirde bırakıp bahçeye gitmek, o bilim kurgu kitaplarında okuduğunuz zaman makinesiyle yapılan maceralardan halliceydi.
Düzgün kıyafetlere, aşırı temizliğe, sahte kibarlığa, rutin uyku saatine, evin önünden uzaklaşmama kuralına ve düzenli beslenmeye ara verdiğim özgür tatillerdi.
Yırtık pırtık kıyafetlerle çamurla bulanmak, saçına bit düşmeye bir kalaya kadar yıkanmamak, tuvaletini toprağa yapmak, bahçenin alt tarafındaki kuzenini yemeğe çağırırken avazın çıktığı kadar bağırmak ve gece olunca damın üstünde milyon tane yıldıza bakarak, hayaller kurmak, herkes evde sıcakta yanarken üşüyerek efil efil esen rüzgarda uyumak. İşte benim bildiğim tatil böyle rezil ve böyle zevkliydi. Medeniyetler aramda ne kadar mesafe varsa o kadar mutluydum.
Ama aradan bunca zaman geçmişti, belki de ufak ufak sınıf atlamanın tam zamanıydı.
Ve sanki o an beni mutluluğa götürecek tek yol, bu bol yıldızlı otelin önünden geçiyordu. Hiç düşünmeden hipnotize olmuş gibi, hemen karar verdim. Son kuruşuma kadar harcadım. Tabii ki yetmedi, bir de üstüne borç para aldım ve cennetin bile vaat etmediği fırsatları sunan reklam bannerından çıkma o tatil köyüne gittim!
***
Hollywood filmlerinden alışkın olduğumuz o Hawaii karşılama törenini aratmayacak bir giriş yaptım otele. Adım attığım her an, “ne kadar iyi yaptım bunu hak etmiştim” deyip duruyordum içten içe. O slayt gösterisindeki müşteri suratlarının abartı olduğunu düşünmekle ne ayıp etmiştim. Benim o anki memnun suratımı çekseler, “mutluluğun fotoğrafı” diye sitelerine koysalar yeriydi.
Odama yerleştim. Halılara, fayanslara bal döküp yalamayı bile düşündüm ama sonra vazgeçtim. Belki daha sonra jakuziyi yalayabilirdim ama.
“O kadar para verdim ama değdi” demekten yorulmuştum ki kapı çaldı. Yine filmlerden aşina olduğum gibi, gelen oda servisiydi. Sipariş verdiğim yemeği getirmişti.
Balkona çıkıp manzaraya karşı yemeğe karar verdim. Büyük bir iştahla servis tabağının kapağını açtım! Ama o da ne?
Kuş kadar bir et parçası ile yanında da bir tas patates püresi. Ne bir yeşillik ne bir fırında sebze!
“O kadar para veriyoruz, bu yapılır mı şimdi?” deyip sinirle fırlayıp kalktım. Telefonu elime almadan önce derin bir nefes aldım ve resepsiyonu aradım. Bıdı bıdı ama gayet kibar ve nezih ve hatta zengin bir insanın soğukkanlılığıyla şikayetimi anlattım. Resepsiyondaki görevli de nezaketle, bu menünün fiks olduğunu, bir dahakine ekstra istediğim şeyler olursa özellikle belirtmemi rica etti de sinirim biraz olsun yatıştı. Ama yine de manzarayı filan unutup, söylene söylene yemeğimi yedim.
***
İlk akşam bu mükemmel kusursuz odanın tadını çıkarmak niyetinde olduğum için yatağa girip biraz kestirmek istedim. Pikeyi havalı bir şekilde kaldırdım ama gözlerime inanamadım. Çarşaf bildiğin ütüsüzdü. Hatta üzerinde toz gibi şeyler bile vardı! Asla kabul edilemeyecek şeylerdi bunlar. Çünkü o kadar para vermiştim! Öyleyse verdiğim paranın karşılığını da almalıydım. Derin bir nefes almadan hemen resepsiyonu aradım. Orta karar bir kibarlıkta, dişlerimi sıkarak, iğneli ve ağdalı bir konuşma yaptım. Görevli, yarın daha özenli olacaklarına söz verdi de bir nebze rahatladım. Kendimi temiz çarşaf kokusuna boğmak için yatağa girip televizyonun kumandasını elime aldım. Evimde televizyon olmadığı için burada ne kadar kanal varsa hepsine göz gezdirmek niyetindeydim ki kanallar 25’den sonra tekrar başa döndü. Nasıl yani? Bu bir şaka mıydı? Sadece 25 kanalı olan bir otele mi o kadar para vermiştim? İyice sinirlenmeye hatta stres olmaya başladım. Yoksa bir hata mı yaptım sorusu işte o an ilk kez su yüzüne çıktı!
***
En iyisi uyumadan önce, gidip bir havuza gireyim, su sakinleştirir diye düşündüm ve aşağıya indim. İnmez olaydım!
O havuzun suyu temizse ben de rahibe teresayım! Sinirlerim iyice gevşemeye başlamıştı. Verdiğim onca paraya karşılık aldığım hizmet hiç de sınırsız değildi!
Benim yaylar iyice gerilmeye başlamıştı. Kendimi sakinleştirmeye çalıştıkça sanki daha da sinir olmaya başlamıştım ki telefonum çaldı.
Arayan arkadaşım, otelin biraz yukarısındaki ormanlık alanda çadır kurduklarını söylüyor beni de ateş başında sohbete çağırıyordu.
Hiç düşünmeden soluğu ormanda aldım.
Bir çadır kurmuşlardı onun bile sağı solu yırtıktı. Kullanmak için kısıtlı su vardı. Lokanta yok tabii kavun, peynir, ekmek o kadar. Plastik bardaklarda içiyoruz! Üstleri başları toz toprak içinde. Rezillik diz boyu. Ama herkes rahatlıktan birazdan ölecek gibiydi sanki.Ateşin etrafına oturduk, şarkılar türküler, masallar derken oksijen patlaması yaşayarak kahkahalar attık. O gece birçok insanla tanıştım, başımıza yıllarca fıkra gibi anlatacağımız acayip olaylar geldi.
Yani tam olarak ne kadar acayipti hatırlamıyorum. Gecenin karanlığında, ay ışığında birden beliren bir boz ayıyla göz göze gelip, sanki bir ayıdan fazlasıymış gibi duran o efsunlu ânı hiç yaşamadık.
Ama muhtemelen, her iyi kafanın yapacağı gibi, basit bir sivrisineğe kafayı takıp, onun üzerine saatlerce felsefe yapıp sonunda da bu derin bilinçaltının anlamsızlığıyla dalga geçerek uykuya dalmışızdır.
Ertesi gün de ne acayip bir geceydi deyip bir tevâtür dalgası yaratmışızdır herhalde.
Sonra da herkes kendi acayip hikayesini uydurup sağda solda anlatmıştır. Tıpkı şu an benim yaptığım gibi!
Velhasıl çadırdaki o gece de tıpkı bahçedeki medeniyete uzak geceler gibi zevkliydi.
Benim gibi orta sınıf birinin, verdiği paranın karşılığını almayı sistemden öç almak olduğunu sananlar için en iyi tatil para vermeden yaşanılan rezilliktir.
Ha yok ben orta sınıfken siz rezillik nedir hiç bilmeyen üst sınıftansanız, lanet olsun bu düzene, yemişim zevkli rezilliği bunlar hep yokluktan edilen afilli laflar.
Beyza Akyüz
(Leman Yaz’da yayınlandı.)
Subscribe
0 Comments
oldest