Egoist okur

“Hikâye satıcılığı” olarak hikâye anlatıcılığı

“Herkesin ağzında bir ‘anlatı’ lafıdır gidiyor,” diyen ve bu anlatı enflasyonunu bir çeşit anlatı krizinin varlığına bağlayan Byung-Chul Han, Anlatının Krizi adlı kitabında, “Bütün bu storytelling yaygarasının ortasında, kendini anlam ve istikamet eksikliğiyle açığa vuran bir anlatı boşluğu hüküm sürüyor,” diye devam ediyor sözlerine. Peki ama anlatıya dair neyin krizi bu ya da neyin eksikliği? Gelin ateşin etrafına toplanmış gibi yaparak Byung-Chul Han’a kulak verelim…

Anlatının Krizi
Felsefe Muhabbetleri: “Iyy!” dediğimde gerçekte ne derim?

“Hikâye satıcılığı” olarak hikâye anlatıcılığı

Peter Nadas, ortasında devasa büyüklükte bir yabani armut ağacı bulunan köyden bahsediyormuş bir denemesinde. Sıcak yaz akşamlarında köylüler ağacın altında toplanıp birbirlerine hikâyeler anlatıyorlarmış. Bu köy bir anlatı topluluğuymuş ve hikâyelerin taşıdığı değerler insanları birleştiriyormuş.

Peki ya şimdi? Nadas, “Hatırlıyorum da sıcak yaz gecelerinde, yabani armut ağacının altından usul usul söylenen şarkılar duyulurdu,” diyor. “Bugün o ağaç yok, köyün şarkısı sustu.”

Galiba biz de böyle kalakaldık, bildiğimiz dünyayla baş başa.

Byung-Chul Han’ın kitabından okudum bunu. Güney Koreli düşünüre göre, storytelling ya da dilimizdeki karşılığıyla hikâye anlatıcılığı, günümüzde anlatının yerini alarak üretme yetisini yitirmiş bir tüketiciler topluluğu yaratmış durumda. Ona artık storyselling dense yeridir.

Nedenlerini, Anlatının Krizi adlı küçük kitabında sıralıyor Byung-Chul Han. “Hikâye anlatıcılığı artık hayal gücüyle değil, bilgiyle uyumlu,” diyor, “Çağın okuru uzun, yavaş, oyalanan bakışını, o eşsiz hayal kurma yeteneğini kaybetti.” Biz hayal kurmayı unuttukça da işte kapasitemiz, yerini hızla “problem çözme teknikleri”ne bırakmış. Çözüm odaklı anlatmalara, çözüm odaklı okumalara. “Kişisel gelişim” diye bir tür icat edilmiş olmasına şaşmamalı.

Roland Barthes’ı hatırlatan bir benzetme yapan Han’a göre bilgi, gerçekte “pornografik” bir kavram. “Hiçbir örtüsü yok” çünkü. Anlatı ise alabildiğine erotik, çünkü “örtünme ve gizleme” onun olmazsa olmazları. Bilgi, tıpkı pornografide olduğu gibi, hiçbir şey anlatmadan doğrudan konuya girerken anlatının erotikliği ayrıntılarda gizli. Şöyle de denebilir: Bilginin nasıl yorumlanacağı baştan belli, anlatı ise bize dünyayı kendimize göre anlamlandırma görevini ve hazzını veriyor.

“Storytelling birbirimize hikâyeler anlatmak için etrafında toplandığımız ateşi hiçbir surette yeniden alevlendiremez,” diyor Byung-Chul Han, “O ateş çoktan söndü ve yerini dijital ekranlar aldı. Onlar da zaten insanları birleştirmekten ziyade ayırıyor.” Anlayacağınız kapitalizm storyselling yoluyla anlatıya da çoktan el koymuş durumda.

Anlatının şifalı etkisi

Oysa biliyoruz; hikâyelerin bizi iyileştirdiği zamanlar vardı. Kitabın “Şifa Olarak Anlatı” başlıklı bölümünde Walter Benjamin’e kulak veriyoruz. Hepimizin çocukluğunda ya da hayatının bir döneminde yaşadığı o “ilk iyileşme” sahnesinden bahsediyor Benjamin. Bu sahnede çocuk hasta. Annesi onu yatırıyor ve yanı başına oturup bir hikâye anlatmaya başlıyor. Hikâye anlatmak iyileştirici bir şey, şifa veriyor çünkü, dinleyende derin bir rahatlama ve temel bir güven duygusu uyandırıyor. Annenin sevgi dolu sesi çocuğu yatıştırıp sakinleştirirken aralarındaki bağ da kuvvetleniyor.

Byung-Chul Han, “Çocuk hikâyeleri ideal bir dünyayı anlatır, dünyayı tanıdık bir yuvaya dönüştürür,” diyor. En temel kalıp da bir krizin mutlu bir şekilde aşılması. Benjamin’in ilk iyileşme sahnesindeki hastalık da neticede bir kriz ve annenin anlattığı hikâye, çocuğa onun pekala aşılabileceğini söylüyor.

Sadece anlatı değil, anlatan el de şifalı üstelik. Benjamin, annenin hikâye anlatırken bir yandan da hareket eden ellerinden yayılan “olağanüstü şifalı güçler”den bahsediyor. Bu eller başlı başına bir hikâye anlatır gibiler. Her hastalığın, içsel bir tıkanıklığın işareti olduğu düşünüldüğünde anlatıcının eli, ritmik bir şekilde gerginliği yumuşatıyor, tıkanıklığı açıyor, katılaşmaları serbest bırakıyor, hepsini belirli bir dengeye getirdikten sonra da yeniden akışın yoluna sokuyor.

Çok güzel değil mi? Anlatı nehri boyunca yeterince uzağa, ta nehrin ağzına kadar yüzülebilse her hastalığın şifa bulup bulmayacağını da merak ediyor Benjamin. Acı, başlangıçta anlatının akışına direnç gösteren bir baraj ama anlatının akışı kabarıp yükseldikçe barajı yıkacak kadar güçleniyor, okşayan el de “anlatı akışına bir yatak çizerek” onu yönlendiriyor.

Acıyı kişinin geçmişindeki bir tıkanıklığın belirtisi sayan Freud buna katılırdı. Freud’a göre psikolojik rahatsızlıklar, bloke olmuş hikâyelerin ifadeleriydi, iyileşmeyse hastanın blokajdan kurtulmasına, anlatılamayanın söze dökülmesine, yani dilsel bir ifadeye kavuşmasına bağlıydı. Hasta kendini özgürce ifade ettiği, blokajlarını anlattığı anda iyileşmiş olurdu.

Danimarkalı masalcı Isak Dinesen’in dediği gibi: “Hikâye gibi anlatıldığında ya da yazıldığında bütün dertler katlanılabilir hale gelir.”

Günümüzdeyse, evet, bir hikâye anlatıcılığı enflasyonu var ama hayatın içindeki hikâyeler kaybolup gitmiş halde. Doktor muayenehanelerinde bile hikâye anlatılmıyor artık. Modern çağda doktorların ne hikâye dinleyecek zamanları var ne de sabırları. Sadece psikoterapi ve psikanaliz hatırlıyor belki hikâye anlatıcılığının şifalı gücünü.

Kitapta müthiş örnekler var ama ben Michael Ende’nin meşhur karakteri Momo’yu paylaşacağım bir de. Ende’nin “ideal dinleyici” olarak tarif ettiği Momo’nun tek zenginliği, zamanı. O da bu zamanı insanları dinlemek ve onları dinleyerek iyileştirmek için kullanıyor. Şu cümlelerle anlatıyor Ende: “Momo’nun dostane, özenli sessizliği, karşısındakinin aklına kendi başına asla düşünemeyeceği fikirler getiriyor. Çünkü Momo, insanları aptalların aklına bile en parlak düşünceleri çağıracak şekilde dinliyor. Bunun için uyarıcı şeyler söylemiyor veya sorular sormuyor. Aksine sessizce oturup anlatılanları pürdikkat, canı gönülden dinliyor. Simsiyah gözlerini kocaman açarak bakıyor ötekine ve o kimse, kendisinin bile o ana kadar fark etmediği gizli kalmış düşüncelerini rahatça dile getirdiğini görüyor hayretle.”

Anlayacağınız başkalarını eşsiz bir şekilde dinlemekle kalmıyor, kendilerini özgürce anlatmalarını da sağlıyor Momo, başka bir deyişle karşısındakilere duyulduklarını, sevildiklerini hissettirirken anlatının önündeki engelleri kaldırarak şifa dağıtıyor bir yandan da. Onun durumunda dinlemek pasif bir edim olmaktan çıkıp aktif bir eyleme dönüşüyor.

“Dünyayı değiştiren her eylem bir anlatı gerektirir”

Sadece anlatmanın, dinlemenin değil, dokunmanın da şifalı güçleri var. Ve dokunmanın azalması bizi temel bir yakınlık ve güven duygusundan mahrum bırakıyor ve hepimiz sonuçta hasta oluyoruz. Ondan tamamen yoksun kaldığımızda umutsuzca egomuza hapsolacağımızı söylüyor Byung-Chul Han. Ona göre dokunma bizi egomuzdan çekip çıkaran şey. Gelin görün ki dijital çağdayız, “dokunma ve dünya yoksulluğunu” yoğunlaştıran bir şey bu. Dijital olarak birbirimize kolaylıkla bağlanırken aslında birbirimizden hızla ve kesin bir biçimde ayrılıyoruz.

Byung Chul Han’a göre, sosyal medyada dolaşan ve aslında sadece anlatıcılarını sergilemekten ibaret olan hikâyeler insanları birbirinden ayırıp tecrit ediyor. Ne yakınlığa yol açıyor bu hikâyeler ne de empati duygusu yaratıyor… Kısa bir süre gündemde kaldıktan sonra silinip giden görüntülü enformasyonlardan başka bir şey değiller. Hikâyeler manipülatif reklamlardan ayırt edilemez hale gelirken dünya anlatının araçsallaştırılmasına ve ticarileştirilmesine tanık oluyor. Sosyal medyada değil sadece, iş dünyasında, reklamcılıkta, medyada, pazarlamada da hikâyenin öneminden bahsedilip duruyor hatta siyasette sadece yeni ve iyi bir hikâye anlatacak kişilerin kazanacağı vurgulanıyor. Veri analistleri bile hikâye anlatıcılığı öğreniyorlar artık. Neredeyse bir hikâye anlatıcılığı ekonomisinden söz etmek bile mümkün öyle bakınca.

Chul Han’a göre anlatılar, duyguları tetikledikleri için çıplak gerçeklerden veya rakamlardan kuşkusuz daha etkililer. Duyguların anlatılara verilen tepkilerden başka bir şey olmadığını düşünürsek, “Hikâyeler satar,” demenin aslında “duygular satar,” demek olduğunu da anlarız. tir. Gerçekten de beynimizin limbik sisteminde yer alan duygularımız, eylemlerimizi farkında olmadığımız fiziksel ve içgüdüsel bir düzeyde kontrol eder, zihnimizi by-pass etmekle kalmayıp davranışlarımızı etkileyebilir. Eh, kapitalizmin bundan yararlanmaması düşünülebilir mi sizce?

Bir hikâye enflasyonunun göbeğindeyiz ama gelecek hakkında umut veren anlatılardan da bütünüyle yoksunuz. Byung-Chul han’a kulak verelim bitirirken: “Bir krizden diğerine sürüklendiğimiz şu günlerde siyaset, sorun çözmeye indirgenmiş durumda. Oysa sadece anlatıların bile bize bir geleceğin kapısını açabileceğini bilmeliydik. Yaşamak anlatmaktır. İnsan anlatan hayvandır ve anlatı yoluyla yeni yaşam biçimleri ortaya çıkardığı ölçüde hayvanlardan ayrılır. Bir anlatı, bağrında yeni bir başlangıcın gücünü taşır. Dünyayı değiştiren her eylem bir anlatı gerektirir. Hikâye satıcılığı olarak hikâye anlatıcılığı dünyasındaysa her şey tüketime indirgenmiştir. Bu da bizi başka hikâyelere, başka yaşam biçimlerine, başka algılara ve gerçekliklere karşı körleştirir. İşte anlatının krizi de tam olarak burada yatar.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments