Egoist okur

Hüzünlü mağluplar için yazıldı: “Olduğu Kadar Güzeldik!”

“Memleketin, yüzü ışıldayan bütün çocukları gibi, hayatının bir dönemini devrimin, insanın sırtını ılık bir elle sıvazlayan ihtimaline inanarak geçirmişti. Devrim olurdu, olmazdı, orası ayrı mesele. Ama devrime yalnızca inanmanın bile, razı olmamakla doğrudan ilgili, vicdanı serinleten, en olmadık zamanda insanın içini yeşerten bir lezzeti var. Babam ona inanmıştı gençken. İnanılmayacak gibi değildi.”

Burcu Yıldızer, hastası olduğumuz, okumaktan acayip hoşlandığımız genç bir edebiyatçının yeni kitabını yazdı. Huzurlarınızda, “Hüzünlü mağlupların iyimser yazarı” Mahir Ünsal Eriş’ten Olduğu kadar Güzeldik…

“Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden.Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından. Yine yaz akşamları. Yaralı tekneler, küflü sesler. Erdek’te çay bahçeleri, bıkkın orkestra, tatsız garsonlar. Ezine, Susurluk, Bandırma, burası Ankara, orası Samsun! Yalandan bayılanlar, bilmezden gelinenler, kaybolan dayılar. Uykuda ağlayanlar, pişmanlar, yorgunlar. Para için mırın kırın, laf dokunduran konuşmalar. Nerede bu Türkan Şoray?”

mahir unsal eris egoistokur oldugu kadar guzeldik turkan soray

Hüzünlü mağluplar için yazıldı: Olduğu Kadar Güzeldik!

Ağaçlarımız var bizim… Orada, o meydanda, binaların sevimsiz bakışlarından kendisini çekip sıyırmayı başarabilmiş, yapraklarıyla güneşe selam durup genişliklerince Gezi Parkı’nın çiçeklerine, çimenlerine, banklarına gölge olmuş; kitap okuyabileceğimiz, hayallerimizi emanet edebileceğimiz, sırtımızı telaşsızca dayayabileceğimiz… Her birinin gövdesi dimdik. Çünkü her türlü kötü, insanlık dışı muamelelere karşılık onlara sahip çıkanların ‘orantısız zekâları’ kuvvetli, yürekleri sağlam, gayeleri tek. İşte bu yüzden hiçbir zaman yıkılmayacaklar.

İstanbul’un üzerine gaz bombaları ve tazyikli sular yağıyordu. Adım attıkça yükselen “Sakin olun!”, “Panik yapmayın” seslenişleri, gözlerden damlayan sızılı gözyaşları, bakışlardaki umut, kararlılık, merak, korku, endişe, direnç ve ardı arkası kesilmeyen öksürükler, öksürükler, öksürükler… Bire bir yaşadım, gözlerimle gördüm. Günlerdir uykusuz, yorgun, gelişmeleri takip edeceğim diye kimi zaman yemek yemeye bile fırsat bulamayıp olanın bitenin peşinde canhıraş dolaştım, dolaşıyorum. Her günüm “Ne olur, bugün kimsenin canı yanmasın” diye dua ederek, olanlara inanamayarak geçiyor. Kayıplarımız çok ama birlikte mücadele edebileceğimizi görmek harika bir duygu.

Hayatın en güzel yanı, kötü anlarda bile iyi bir şeyler olabildiğini görmek sanırım. İşte edebiyat, tıpkı kardelen çiçeği gibi ‘en olmaz’ diye düşündüğümüz anlarda, içte ve dışta yaralarımız varken gelir yanı başımıza ve bir dost eli gibi dokunur bize. Yalnızca olumsuz dönemlerin kurtarıcısı değildir. Kendi zamanını yine kendi şartlarıyla yaratabilir. Belki de bu yüzden edebiyat ‘güzel dokunur’ insana…

Kitabın adı Yıldız Tilbe’den

Başlıktan da anlamıştınız, Mahir Ünsal Eriş’in ikinci öykü kitabı Olduğu Kadar Güzeldik’ten söz edeceğim size bu yazıda…

Fakat önce kapağındaki o güzel yaz fotoğrafını anlatacağım. Bir babayla oğlunun kumsalda bağdaş kurarak poz verdikleri o fotoğrafta kendi hayatınızdan bir hikaye bile görebilirsiniz, dikkatlice bakarsanız. Tabii bu fotoğraf, baba-oğul ekseninde geçen bazı öykülerin sinyalini de veriyor bize çaktırmadan.

Adını Yıldız Tilbe’ye ait bir cümleden alan kitap, Bandırma, Erdek, Biga, Ankara, Samsun ve İstanbul’da geçen öykülerden oluşuyor. Öyküler, bu yerleri bilmeyen, tanımayanlarda hüzün, merak karışımı bir his bırakıyor. İnsan Erdek’te sahile bakan çay bahçelerinin birinde Zeytin Adası’na karşı oturmak, Bandırma’da salçalı tost yemek, Biga’da akşam ezanına kadar mobilet sürmek, kısaca xömrünün bir anında bahsi geçen bu yerlerin birinde bulunmak istiyor.

Yalnızlıkla, babayla, aşkla, çaresizlikle karşı karşıya kalındığında başlayan isyanlar, iç hesaplaşmalar var bu öykülerde. Gün gün kaybolan gençlik, yaşlılık ve ölümden kaynaklı korkular; “Tıraş olmak ne garip şey, her seferinde altından gençliğin çıkacakmış gibi kendi yüzünü kazıyorsun fakat yine biraz daha yaşlanmış halin kalıyor elinde” cümlesiyle aktarılıyor bize.

O kadın şahanesi; Türkan Şoray…

Mahir Ünsal Eriş’in Türkan Şoray’a olan hayranlığını onunla yapılan röportajlardan biliyoruz. Olduğu kadar Güzeldik’in iki öyküsünde Şoray’a selam göndermeyi unutmamış Ünsal. “Hele Türkan, o insan güzeli, o kadın şahanesi; kalemle çizilmiş gibi kaşı gözü, insanı kendi çirkinliğinden utandıracak güzellikteki gülüşüyle ne muhteşemdi!”

Eriş, Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde adlı ilk kitabında olduğu gibi, ‘Hayat bu, burada komiklikler de var’ dercesine satır aralarına incelikli bir şekilde yerleştirdiği gülümseten ayrıntılarla bizi farklı duygular arasında dolaştırıyor. “Benim Adım Feridun” adlı öyküde kahramanın çektiği aşk acısı gelip göğüs kafesimizi ateşle sıvazlarken, onun “Allah’ından, kitabından bulsun kim kimin hayalini, neşesini çalıp gittiyse” diye haykırışına da üzülüyoruz. Kurtulmak için kendini dinlemekten vazgeçerek hiç tanımadığı insanların arasına katılıp bambaşka bir kimliğe büründüğündeki komik hallerine rağmen üstelik… Onun adı Feridun’dur artık.

#direnöykü

Olduğu Gibi Güzeldik’teki öyküler sonuçta anlatılan karakterlerle birlikte yaşadığımız anılara dönüşüyor adeta. Anlatıcı bizmişiz gibi… Üzülsek boğulmuyor, mutlu olsak havalara uçmuyoruz. Ne tam öyle ne tam böyle ama kesinlikle hepsinden kurulu bir hayat yumağı… İlmek kaçınca ayağının, gözünün bir tekini kaybetmişçesine tökezliyor insan. Bir bölümü alıntılamak istiyorum burada:

“Memleketin, yüzü ışıldayan bütün çocukları gibi, hayatının bir dönemini devrimin, insanın sırtını ılık bir elle sıvazlayan ihtimaline inanarak geçirmişti. Devrim olurdu, olmazdı, orası ayrı mesele. Ama devrime yalnızca inanmanın bile, razı olmamakla doğrudan ilgili, vicdanı serinleten, en olmadık zamanda insanın içini yeşerten bir lezzeti var. Babam ona inanmıştı gençken. İnanılmayacak gibi değildi.”

Şimdi artık herkes telefonlarıyla oynamaktan, saatlerine bakmaktan ve sigara paketlerinin naylonlarından çiçek yapmaktan vazgeçip Mahir Ünsal Eriş’in güzel öykülerini okumaya başlasın. “Annemle babam bana aferin oğlum desinler diye yazdım bu öyküleri” demiş yazar. Ne dersiniz, koca bir aferini hak etmedi mi sizce de?

Burcu Yıldızer

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments