Kameralı seyyah Saupert, arşiv dedektifi Périot ve balık avcısı Pakalnina
Documentarist/İstanbul Belgesel Günleri sayesinde şehrimizden üç büyük sinemacı geçti. Kameralı bir seyyah gibi Tanzanya’dan Sudan’a, Küba’ya, tabii ki İstanbul’a dünyayı dolaşan Hubert Sauper, “Arşiv dedektifi” Jean-Gabriel Périot ve kendi deyişiyle işi “zaman nehrinde balık avlamak” olan Laila Pakalnina…
“Kendi mafyasını kuran” harikulade bir yönetmen: John Cassavetes
Jean-Gabriel Périot’nun Vimeo sayfası
Hubert Sauper
Kameralı seyyah Hubert Sauper
Kameralı bir seyyah gibi Tanzanya’dan Sudan’a, oradan Küba’ya giderek dünyayı dolaşan Sauper, filmlerinde iktidar savaşlarının, köle ticaretinin, neo liberal politikaların, yeni sömürgeciliğin talan ettiği toprakların ve oralarda yaşayan yoksulların sözcüsü gibi.
20 yıl önce çektiği ve Oscar’a aday olmasını sağlayan Darwin’in Kâbusu mesela… Bu filmin çekimleri için uzun süre Tanzanya’da kalmış Sauper. Amacı Avrupa’lıların balık ihtiyacının önemli bir kısmının temin edildiği Victoria Gölü çevresinde olup bitenleri gözlemlemekmiş. Açlıktan ve hastalıktan kırılan siyahların akıl almaz sefaleti, bölgeye aralıksız silah getirip dönüşte fabrikalarda işlenip konserve edilen balıkları Batı’nın zengin sofralarına taşıyan kargo uçakları ve yerel halka o balıkların sadece çürümüş kısımlarını layık gören medeniyet timsali Avrupalılar… Şahsen izledikten sonra günlerce ruh gibi gezindim. Dağ misali yığılmış kurtlu balık yığınlarını izlerken ağlamamaya çalıştığımı, bir yandan da “Cehennem böyle bir yer herhalde,” diye düşündüğümü hatırlıyorum sadece.
Oona Castilla Chaplin
Hollywood’un icat edilişi
Küba’ya ve sinema sanatına adanmış Epicentro ise adını sömürgecilerin yeni ülkelere gittiklerinde sarf ettikleri o standart cümleden alan Biz Dostuz filminden sonra yönetmenin şimdilik en görkemli işi bence. Aynı anda hem sinema sanatı üzerine bir güzelleme hem de “efsane ve yalan üreticisi” Hollywood’a yönelik sert bir eleştiri.
1800’lü yılların sonunda dünya pek çok icada tanıklık ediyor. Bu icatlar arasında buharlı gemiler, trenler, otomobiller, elektrikli sandalye ve sinema var. Bağlantısız görünüyor ama değil. Sauper, “İnsanları bir yerden bir yere, bir varoluş halinden diğerine götüren şeyler,” diyor bu icatlara. En amansız olansa kolonyal bir anlatı yöntemi, bir kitlesel hipnoz aracı ya da ulusların kaderini belirleyen bir savaş silahı olarak Hollywood. Haliyle o da 1800’lerin sonunda doğmuş.
Hikâye şu: 25 Ocak 1898’de Havana limanına giren USS Maine gemisi, üç hafta sonra büyük bir patlamayla batıyor ve içindeki 266 Amerikalı ölüyor. Orson Welles’in Yurttaş Kane’ine konu olan medya patronu William Randolph Hearst’ün bugün “sarı basın” kapsamında anılan gazeteleri, bombardıman halinde manipülatif haberler yaparak bu olaydan İspanya’yı sorumlu tutuyor. Hele bu olayın bir numaralı sorumlusunun İspanya olduğunun kanıtı denebilecek birtakım “sözde belgesel” filmler ortaya çıkınca Amerika-İspanya savaşının ateşi de fitillenmiş oluyor. Dört ay süren savaşın sonunda da Küba hem köle ticaretinin merkezi oluyor hem de ABD’ye tamamen bağımlı hale geliyor. Söz konusu filmlerin sahte olduğu, görüntülerin ilkel özel efektler yardımıyla yaratıldığı epey sonra anlaşılıyor. Mucit Edison’un Hearst medyasının talimatıyla çektiği başka sözde belgeseller geliyor ardından. Bu uyduruk yapımlarda neler yok ki; küvetlerde yüzdürülen oyuncak savaş gemileri, fosur fosur içilen puro dumanlarıyla yaratılan patlama efektleri, yüzlerine sıvanan boyanın etkisiyle siyahmış -ve hainmiş- gibi gösterilen beyazlar… Fakat işte Amerikalılar inanıyor izledikleri şeylere. Söylemeye lüzum var mı, günümüzün büyük bütçeli aksiyon filmlerine karşılık gelen o sahte belgesellerin finallerinde ABD hep sevgi dolu, hep babacan, hep kurtarıcı! (Bu arada rahmetli Alev Alatlı’nın Suç Ortağı Hollywood adlı şahane kitabında bu olaya dair birçok ayrıntı var, ona da bir göz atabilirsiniz.)
Chaplin de oradaydı
Fakat başta da söylediğim gibi Epicentro, Hollywood’a yönelik sert bir eleştiri olmasının yanı sıra sinema sanatına bir güzelleme aynı zamanda. Başından sonuna hemen her karede bunu görmek mümkün. Sihirbaz şapkalı adamın bir salon dolusu Kübalı çocuğa sinema tarihinden çeşitli yapımlar izlettiği kısım mesela olağanüstü güzellikte, adeta bir rüya. Sauper’in Kübalı sinemacı arkadaşı sihirbaz şapkalı adam bu tatlı seyir gecesinin finalini, Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör filmiyle yapıyor. Neyse ki, zeka dolu gözleri ışıl ışıl parlayan yoksul Kübalı çocuklar, görüntülerin sahte olanlarıyla gerçek olanlarını ayırmak konusunda 1800’lü yılların Amerikalıları gibi beceriksiz değiller. O eski USS Maine görüntüleriyle dalga geçiyor, Büyük Diktatör’de Hitlervâri bir karakteri canlandıran Chaplin’i ise hayranlık ve neşeyle seyrediyorlar. Sauper’in büyüyünce aktris olmak isteyen küçük Kübalı komşularına oyunculuk dersi versin diye bizzat Charlie Chaplin’in torunu Oona Castilla Chaplin’i Küba’ya davet etmesi ise harikulade bir hareket.
Bıraksalar sayfalarca sürdürürüm yazmayı ama kısa keseyim ve Sauper faslını kapatırken bu anlatmakla bitiremeyeceğim güzellikteki bu melankolik filmi bir yerlerde bulursanız muhakkak izleyin diyeyim.
Jean-Gabriel Périot
“Arşiv dedektifi” Jean-Gabriel Périot
“Arşiv dedektifi” Jean-Gabriel Périot’a gelince… Fransız sinemacı konuk olarak geldiği Documentarist’te çok ilginç şeyler anlattı.
Deli gibi film seyrettiği çocukluk ve gençlik yıllarından sonra film okuluna girmiş Périot. Bir süre kurgucu olarak çalıştıktan sonra da ilhamını tarihten ve müzikten alan bir belgeselci olmaya karar vermiş. “İyi bir görüntü yönetmeni olamayacağımı anlamıştım çünkü kamera arkasında harikalar yaratamıyordum ama kurguda hiç fena değildim,” dedi, yolunu nasıl belirlediğini anlatırken. (Fazla mı alçakgönüllüydü acaba? Çünkü “Kurguda hiç fena değildim,” cümlesi bana sorarsanız yaptığı deli işi kurguları anlatmaya katiyen yetmiyor. Ayrıca Saraybosna belgeseli Karanlıkla Yüzleşme’de şahit olduğumuz üzere kamera arkasında da çok ama çok iyi.)
Périot’un çoğunlukla arşiv görüntüleriyle ve resmen iğneyle kuyu kazar gibi bir çabayla çektiği filmler iki açıdan önemli: Hem tarihin, günümüzü anlamak, yaşadıklarımızı kavramak konusundaki önemini vurguluyorlar hem de yıllar önce çekilmiş ve artık çoktan eskidiği düşünülen görüntüler aracılığıyla pekâlâ yeni hikâyeler anlatılabileceğini gösteriyorlar.
Documentarist’in programında olmayan ama eğitim sırasında izleme olanağı bulduğum kısa filmi Eût-elle été criminelle mesela epey ilginç bir belgeseldi. Périot’un arşivde bulduğu görüntülerde II. Dünya Savaşı’nın bitiminde kurtuluş ve zafer sarhoşluğuyla kendilerini kaybetmiş Fransızları izliyorduk. Halkın savaş sırasında Alman askerleriyle yakınlık kuran, diyelim ki onlarla cinsel birliktelikte bulunan kadınlara yoğun şiddet içeren davranışları ürkütücüydü ve insanın kurban konumundan zalim konumuna geçmesinin an meselesi olduğunu gösteriyordu. Filmdeki Fransızların, Nazileri suçladıkları şeyleri kendilerinin de kolayca yapabildiklerini izlemek altüst ediciydi.
Yönetmenin Reims’e Dönüş filmi, Fransa’da işçi sınıfının onca mücadelenin ardından bugün nasıl faşizmi destekler hale geldiğini, gene arşiv görüntüleri aracılığıyla, ortaya koyarken Bir Alman Gençliği filmi aynısını Almanya için yapıyordu.
Reims’e Dönüş’ü esas nefes kesici kılan şey, tarihçi Didier Eribon’un aynı adlı romanından uyarlanmasıydı. Arşiv görüntüleriyle bir edebiyat uyarlaması yapılabileceğini görmek bana göre etkileyiciydi. Bir Alman Gençliği ise hem bazıları ana akım kalan, bazılarıysa Baider Meinhof üyeleri gibi hızla marjinalliğe hatta teröristliğe yol alan siyasi figürlerini hatırlatıyordu bize hem de Heinrich Böll, Jean Luc Godard, Rainer Maria Fassbinder gibi yazar ve yönetmenlerin siyasetle ilişkilerini ortaya koyuyordu. Fassbinder ile annesinin siyaset tartıştığı sahne muazzamdı., ayrıca günümüz Türkiyesi’ni anlamak için de çok fazla ipucu içeriyordu
Karanlıkla Yüzleşme
Bir direniş aracı olarak sinema
Karanlıkla Yüzleşme’ye gelince, sinema okulunda öğrenci olan bir grup gencin Nisan 1992’den Şubat 1996’ya kadar süren ve modern savaş tarihinin en uzun süren kuşatması sayılan Saraybosna Kuşatması sırasında çektikleri görüntülerle başlıyordu. Périot, 30 yıl sonra o topraklara gidip şahit oldukları şiddeti 1425 gün boyunca amatör kameralarla kaydeden bu gençlerden hayatta kalanları buluyor, onlara savaşta film çekme deneyimini ve bir hayatta kalma ve direniş aracı olarak sinema hakkındaki düşüncelerini anlattırıyordu.
Yönetmenin unutulmaz işlerinden biri de Current 93’ün insanın ruhunu esir eden bir şarkısını dinledikten sonra çekmeye karar verdiği ve Hiroşima’daki bir binanın 1910’lardan günümüze fotoğraflarının baş döndürücü bie kurguyla bir araya getirilmesinden oluşan 200.000 Hayalet filmiydi.
Laila Pakalnina
Zaman nehrinde balık avlayan Laila Pakalnina
Film çekme yöntemini “Zaman nehrinde balık avlamak” olarak tarif eden Letonyalı sinemacı Laila Pakalnina, Sauper ve Périot’dan bambaşka bir yerde duruyordu. Pakalnina, her gün yaşadığı şehirde yürüyüşe çıktığını ve nerede, neyi çekeceğine karar verme işini tamamen sezgilerine bıraktığını anlattı söyleşisinde. Bir süre sonra “kokuyu alıyor” ve temel çerçeveyi belirleyerek kamerasını yerleştiriyormuş. Sonrasıysa upuzun bir bekleyiş oluyormuş. Hayat kamerasının önünden günler, haftalar boyunca akıp giderken o her şeyi, herkesi izliyor, kaydediyormuş. İyi film çekmek isteyenlere tavsiyesi şuydu Pakalnina’nın: “Cenette yaşamayın ve rastlantılara izin verin.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest