Melisa Kesmez: “Kurtlarla koşan ve evcilleşmeyi reddeden kadınlardan umutluyum”
“İnsanın doğadan kopuşu, duyguyu ve maneviyatı dışlayan kapitalist bir dünyada yolunu kaybetmesi, her şeyin içinin boşalması, her türlü anlamın yitirilmesi… Buna sebep olan şeyin, hayatın her alanında eril olanın dişil olan üzerindeki tahakkümü olduğunu düşünüyorum. Ortaya çıkan cehennemden kadın da erkek de nasipleniyor ama yıkım en çok ve en hızlı kadını ve doğayı hedef alıyor. Doğanın varoluş mücadelesi, kadının varoluş mücadelesiyle benim için aynı şeye denk geliyor. Kurtlarla koşan ve evcilleşmeyi reddeden kadınlardan yana umutluyum.”
Melisa Kesmez, Sel Yayıncılık’tan çıkan “Bazen Bahar” adlı yeni öykü kitabını Semih Büyü’ye anlattı.
“Kurtlarla koşan ve evcilleşmeyi reddeden kadınlardan umutluyum”
Bazen Bahar’da kadınların öykülerini okuyoruz fakat ben sizin cinsiyetsiz bir diliniz olduğunu, ikinci kitapla bunun daha da belirginleştiğini düşünüyorum…
Evet, yazdığım öyküler kadınlığın hallerinden doğuyor, anlattığım hikayelerin mayasında kadının duygu dünyası var. Bir erkeği de anlatsam, bir babayı mesela, onu kızının gözünden anlatmayı seviyorum. Bunun kuşkusuz kişisel bir tarafı var: Her şeyi kadınların üstlendiği erkeksiz bir dünyada, kadınların arasında büyüdüm; hepsi hayatın içinde iyi ya da kötü izlerini bırakan, buradan öylece geçip gitmeyen kadınlardı. Bu dünya benim hem iyi bildiğim hem de hep merakla kurcalamaya devam ettiğim bir dünya oldu. Bu elbette bir takıntı değil, sadece bir yazar olarak en çok beslendiğim, eğip bükmeye en hevesli olduğum ham malzeme. Ama bir yandan da hep mesafemi korumak istedim o içimde kaşınıp duran ve yazılmak için can atan kadın hikayelerine; gözümü boyamasınlar, başımı döndürmesinler istedim. Bağrıma basmak istemedim onları. Kadınlığa kadınlığı yücelten fanatik duygularla değil bilakis biraz da didikleyerek bakmayı tercih ettim. Bu da sanırım sizin bahsettiğiniz “cinsiyetsiz dil”i yaratmamı ve korumamı sağladı. Bir yazar olarak kadın konusuna olan ilgim, erkeği ve erkekliği dışlayan bir ilgi değil. Tam tersine onu da içine katan ve böylelikle çoğalıp insanı anlamaya yönelen bir şey.
Kuzguncuk’u, Beşiktaş’ı, sokakları, adaları, vapurlarıyla İstanbul bir karakter olarak öykülerinizde adeta can buluyor. Edebiyatınız ve İstanbul arasındaki güçlü bağ nereden geliyor?
Biz aslen İstanbullu bir aile değiliz, daha “iyi” bir hayat hayaliyle 80’lerde İstanbul’a göç eden ailelerden biriyiz. Ben dokuz yaşındaydım geldiğimizde. Ama İstanbul’dan başka bir şehirle manevi bağ kurmadım, sanki öncesi yaşanmamış gibi. Şimdi geri dönüp bakınca, beni ben yapan her şeyin fonunda İstanbul var. Büyümek adına heybeme attığım neredeyse her şeyi burada tanıştığım insanlardan öğrendim. Kadıköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Şişli, şimdi de Üsküdar… Aile eviyle pek barışık olmayan ve bağımsızlığını erken ilan etmiş biri olarak, bu şehirde evim dediğim bir sürü yer oldu. Dolayısıyla yazmaya giriştiğimde hemen yanımda yazılmayı bekleyen kocaman bir İstanbul vardı. Ben ne yazsam o içine sızacaktı, başka çaresi yoktu. Gözümü kapasam orada İstanbul belirecekti. Bazen Beşiktaş’ta bir oda, bazen Beyoğlu’nda bir masa, Kadıköy’de bir sokak… Ama artık İstanbul her sabah başka bir şehir, hızla dönüşüyor, artık benim şehrimmiş gibi gelmiyor.
“Bir Bahçeyi Beklemek” öykünüzde kadın ve doğa arasındaki ilişkiye de eğiliyorsunuz. Bunu genel hatlarıyla nasıl tanımlarsınız? Benzerlikleri, aykırılıkları, dönüşümleri…
Şehirli modernler olarak boğuşup durduğumuz her şeydi beni o öyküyü yazmaya iten. İnsanın doğadan kopuşu, duyguyu ve maneviyatı dışlayan kapitalist bir dünyada yolunu kaybetmesi, her şeyin içinin boşalması, her türlü anlamın yitirilmesi… Buna sebep olan şeyin, hayatın her alanında eril olanın dişil olan üzerindeki tahakkümü olduğunu düşünüyorum. Ortaya çıkan cehennemden kadın da erkek de nasipleniyor ama yıkım en çok ve en hızlı kadını ve doğayı hedef alıyor. Doğanın varoluş mücadelesi, kadının varoluş mücadelesiyle benim için aynı şeye denk geliyor. Kurtlarla koşan ve evcilleşmeyi reddeden kadınlardan yana umutluyum.
Sizin okuru hemen içine alan bir öykü dünyanız var; Zeki Müren’in, Müzeyyen Senar’ın, Didem Madak’ın isimleri geçince öykülerle aramızdaki bağ iyice sıkılaşıyor. Okurunuzla ortak noktalarınızı saptamak, öykü için bir avantaj mı?
Mutlaka öyle olmalı. Bu tür ortak noktalar -benim irademin ve tercihimin dışında- kitaplarımın ya da tek bir öykümün etrafında neredeyse manevi bir çember yaratabiliyor. Bu duygudaşlık okurla yazarı arkadaş yapıyor, hatta şahit olduğum kadarıyla okurla okuru da. Uzaktan da olsa, birbirimizi hiç görmesek de, bir öyküde geçen mesela bir Ahmet Kaya şarkısı yüzlercemizi bir anda yan yana getirebiliyor. Bizi yan yana getiren, birlikte sevinip üzüldüğümüz şeylerden başkası değil çünkü. Sık sık okur mektupları alıyorum ve yazdığım bir öyküyü okuyup orada kendini bulan birinin kurduğu içten cümleler, bana asla boş bir çabaymış gibi gelmiyor. Geçenlerde bir okurum yanlış hatırlamıyorsam Kars’a doğru giden bir otobüste benim kitabımı okuyormuş ve “yol arkadaşım” diye benimle paylaştı. Bu, insanın “ne güzel” deyip geçebileceği basitlikte bir şey değil. Sevgisizlikten kırıldığımız bir ülkede bizi inatla yan yana getiren, kardeş yapan her şey o kadar kıymetli ve o kadar güçlü ki. İnsanı insandan uzaklaştıran her şeye inat, bir cümlenin altında toplanmak bile bana çok şey anlatıyor.
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’le Bazen Bahar arasında iki yıl var. Kıyas gibi değil ama iki kitap arasındaki farklılıkları ve iki yıl içinde sizin öyküye bakışınızdaki değişimleri merak ediyorum.
Nereden baktığınıza göre değişir ama iki yıl benim hayatım özelinde uzun bir iki yıldı. Hiç kuşkusuz kişisel olarak tecrübe ettiğim her şey yazdıklarıma da temas etti. Biraz içime döndüğüm, az insanla görüştüğüm, az biraz büyüdüğümü hissettiğim bir dönemde yazdığım bu öykülerde, öncekilere göre daha sabırlı bir ses var. Edebi açıdan bu sabrı nasıl anlatırım bilmiyorum ama yavaşladığımı ve gerektiğinde durmak için kendime fırsat verdiğimi hissediyorum artık. Daha cesur olduğumu ve kendimi daha az sansürlediğimi. Hem yazarken hem de yaşarken… İlk kitabım beni gururlandıran bir kitap, bana yazmak için alan açan, “yazabilirsin” diyen bir kitap. İkinci kitabım ise bana bir yazar olarak yolumun devamının olduğunu söylüyor. Şimdi bir üçüncü kitap için yoldayım. Ne yazacağım ben de çok merak ediyorum.
Semih Büyü
Subscribe
0 Comments
oldest