Nazlı Eray, “güzel kadınlardan korkan ıssız adam” Tanpınar’ı anlattı
Festivali ITEF’e, yabancı dillere çevrilen romanlarına, Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden yapılacağı söylenen dizi ve film uyarlamalarına rağmen, geç keşfettiğimiz Tanpınar’ı bugüne kadar hakkıyla anlatabilen, daha doğrusu anlatmaya yeltenen olmadı. Deneyenler oldu ama hepsinde eksik bir sürü şey vardı…
Sırada Nazlı Eray’ın yeni romanı var. Eray aynı anda hem hüzünlü hem şakacı olabilen kendine has üslubuyla ve gene fantastiğe göz kırparak yazdığı Aydaki Adam Tanpınar’da yazarın ruhunun labirentlerinde dolaşarak onu içeriden yazmayı deniyor.
Boğazdaki erguvanların altında yürürken aşk hayalleri kuran, güzel kadınlara hayran, Beyoğlu’nda Narmanlı Yurdu’nda eski bir hapishaneden bozma rutubetli odasında en güzel eserlerini yazan bir genç adam imgesiyle başlıyor roman. Sonra acı günler başlıyor, karanlığın dozu artıyor. Ehamlı, vesveseli, parasızlıktan bir türlü iki yakasını bir araya getiremeyen, önüne gelenden borç para istediği için dost toplantılarına çağrılmayan, yırtma şansını kumar masalarında arayan ve denen o ki epeyce dedikoducu birine dönüşüyor sevgili yazarım. Esas trajedi, şahsi kusurlarının, sanki herkes mükemmelmiş gibi, yapıtlarına yönelik “sükut suikastleri”yle cezalandırılması… Tanpınar ürpertici bir sahipsizliğin tam ortasında yapayalnız bırakılıyor, ölümüne dek.
İster roman deyin, ister bir edebiyatçının başka bir edebiyatçıyla sohbeti sayın, Nazlı Eray’ın Aydaki Adam Tanpınar adlı romanı, ilgisiz kalınamayacak bir kitap.
İşte arkadaşım Ümran Avcı’nın Eray’la Aydaki Adam’a dair röportajı…
Güzel kadınlardan korkan bir ıssız adam: TANPINAR
Aydaki Adam adlı romanınızda geleceğe dair bir öngörüde bulunuyor ve insan beyninin, ruhunun yüklendiği CD’ler hayal ediyorsunuz. Böyle CD’ler icat edilse, kimin hayatını izlemek isterdiniz?
Her şeyiyle izlemek belki sıkıcı olurdu. İkinci bir hayat yükü gibi yani. Ama birtakım hayatlardan parçalar izlemek isterdim doğrusu. Tanpınar, Fernando Pessoa, Brigitte Bardot, Leonardo da Vinci, Howard Hughes, annem; daha onlarca hayattan bölümler. Yaşadığım şu ana kadar kendi hayatımı bölüm bölüm izlemek ilginç olurdu; derin bir psikanaliz, bir içe bakış, bir hayat yorumu olurdu belki. Hindistan’a gidip tefekküre dalmak gibi. Yapılan hatalar, yaşanan güzellikler, mutluluklar, acılar ekranda izlenebilse insan buna dayanabilir mi, onu da merak ediyorum tabii. Korkutucu tabii. Belki de dayanamazdık. Hayatın en büyük sürprizi bu işte. Yaşıyorsun ama yaşadıklarını sonradan izlesen ne hissedeceğini bilemezsin.
“Aydaki Adam”; Ahmet Hamdi Tanpınar’a bir saygı duruşu, onu görmezden gelenlere, vefasızlara bir eleştiri aynı zamanda… Nasıl bir ruh haliyle yazıldı?
Tanpınar’ın günlükleri beni çok etkiledi, kitabı bir yıl yanımda dolaştırdım. Bir şeye sıkıldığımda herhangi bir sayfayı açıp oradaki bölümleri okuyor, o dünyaya gidiyordum. Vesveseli, karamsar, ekşimiş, umutsuz ve çok titiz bir ruhmuş. Görmezlikten gelinmiş, bir can dostu yokmuş… Her an ölebileceğini düşünüyomuş. Beni en çok bu etkiledi… Öyle bir adam işte. Eski Türkçe notlar tutmuş. O notları okurken içine girdiğim dünya bana tuhaf bir yere misafirliğe gitmişim duygusu veriyordu. Satırların arasındaki bu duygu ve düşünce selinde kendi ruhumla paralellikler de buldum. Bir hülya adamı olması, bir geç kalmışlık duygusu taşıması… 60 yaşında ilk şiir kitabını çıkartmış. Böyle şeyler. Birden onu yazmak geldi içimden. Onun dünyasına gidip duracağıma onu kendi dünyama sokmak. Tanpınar’ı kendi ruhumun labirentlerinde dolaştırmak. İşte böyle çıktı kitap.
Tanpınar’a “Kırtıpil Hamdi” diyorlar…
“Kırtıpil”in sözlük karşılığı; değersiz, bayağı, yarım yamalak… Ağır bir sıfat. Terbiyesizlik. Zavallı Tanpınar’ın gömlekleri belki ütüsüz, ayakkabıları tozlu ve üstündeki trençkotun yakası hafifçe kirlenmiş olabilir. Parasız. Yakınlarından borç isteyip duruyor. Yalnız adam.
Evhamları, parasızlığı, hüznü ve alınganlıklarıyla Tanpınar’ı biraz daha konuşalım istiyorum…
Çok yalnız. Yer yer çok umutsuz. Fakat Paris’e gitmekten bir türlü vazgeçmiyor. İlk kez 52 yaşında zar zor gittiğindeyse artık Paris için çok yaşlı olduğunu farkediyor. Dramatik bir şey. Kaldığı ucuz otel odasında beli tutuluyor, ayaklarındaki nasırlar onu rahatsız ediyor, fakat gene de şehrin ayrıntılarını günlüğüne not etmeyi sürdürüyor. Çok evhamlı biri, iki günde bir Cerrahpaşa’da, Haseki’de… Karaciğerini kontrol ettiriyor, bronşiti var, çok sigara içiyor, uyuyamıyor… Bir yandan da o romanlar… Çağının çok ilerisinde. Ama hep beş parasız. Kumar da oynuyor. Tabii yoğun bir hüznü var, yaşaması gereken hayatı yaşayamıyor. Hem dedikoducu hem alıngan. Bence çok renkli bir insan.
“Sevdiği hiçbir kadına ulaşamadı”
Ve hayatındaki iki kadın. Neden kavuşamadı bu kadınlara?
Kavuşamadı, çünkü o bir “ıssız adam”. Güzel kadın seviyor ama güzel kadını elinde tutacak parası pulu, tecrübesi yok. Onların yanında taşralı gibi. Hülyalara dalıyor, erguvanlar arasında kayboluyor. Sonunda da kadınları başkalarına kaptırıyor. Belki de korkuyordu güzel kadınlardan.
Narmanlı Han bizim için çok kıymetli. Seramik sanatçısı Aliye Berger, Bedri Rahmi Eyüboğlu da bir dönem Narmanlı Yurdunda kalmışlar. Müze gibi bir yer, öyle değil mi?
Oraya çok gittim. Şimdi yıkıntı halinde. Avluda belki 50 kedi. Beni büyüleyen zümrüt yeşili yapraklı mor salkım. Bomboş odalar. Hiç kimseler yok. Bakımsız… Yenilerde satılmış orası. Avrupa’da olsa o avlu restore edilirdi ve bir zamanlar bu büyük sanatçıları barındırmış olan bu mekan, turist akınına uğrardı. Paris’te Victor Hugo’nun evini gezerken düşündüm bunu. Havlusu bile duruyor. Tanpınar da gezmiştir orayı. Ama Tanpınar’ın bir zamanlar yaşadığı hapishaneden bozma oda şimdi bir izbe.
Tanpınar’ın dile getirdiği “sükut suikastı” bir yazar için en ağırı olmalı?
Evet, bence de öyle. Yazıyor, yaratıyor ve bütün bunlar sessizlikle karşılanıyor. Şişeye koyup denize atsa, daha iyi.
Cemiyet hayatımızın 3 tehlikeli kadını
Ve hayatları trajik başka insanlar da var romanda: Nur Sabuncu, Melek Kobra ve Adalet Cimcoz… Biraz da bu üç kadından konuşalım.
Nur Sabuncu hakkında çok az bilgi edinebildim. O ünlü Kadın Hamlet fotoğrafını gördüm. Çok çarpıcı. Genç bir tiyatrocu, bunalımlı, güzel bir kadın. Sonu çok trajik; genç yaşta ölüyor. Pek çok oyunda yer alıyor. Şakir Eczacıbaşı’lyla üç yıl süren bir evlilik yapıyor. Onun da hayatından bir fırtına gibi gelip geçiyor. Güzel ve sıkıntılı olduğu için erkekleri çok cezbetmiş bir kadın. Melek Kobra da çok güzel bir kadın. Operet kralı Muhlis Sabahattin’in kızı. Genç yaşta verem oluyor. Ayrıldığı kocası dublaj kralı Ferdi Tayfur, hep ona âşık. Eroin kullanıyor. Şekerci Hacı Bekir onun hayranlarından, Çamlıca’da bir köşk tutuyor. Melek, sanatoryuma düşüyor. Ama onu iki kere ameliyat eden Alman profesöre de âşık oluyor. Adalet Cimcoz’u da biliyorsunuz. “Fitne Fücur” adlı bir dedikodu sütunu var. Türk Sinemasının dublaj kraliçesi, Ferdi Tayfur’un ablası, Türkiye’nin ilk özel sanat galerisi Maya’nın sahibesi. Çirkin fakat karizmatik bir kadın. Genç bir âşığı var. Genç sanatçıları koruyor, su gibi para harcıyor, panik atak krizleri geçiriyor, belki bir MİT ajanı…
“Romanda benim hayatımdan da kırıntılar var”
Sizin hayatınızdan da kırıntılar var. Saadet Apartmanı, babanız, İngiliz Kız Ortaokulu… Babanıza karşı kırgınlıkla karışık bir de özlem var? Dışlandığınızı, sizi yeterince “kollamadığını” düşünüyorsunuz…
Evet, romanda benim hayatımdan da kırıntılar var. İlk gençlik yıllarımın İstiklal’i, Beyoğlu’su; Şişli’deki çatı katı… Bütün bunlar benim için inanılmaz çekici. Eski bir hayatın vazgeçemediğim parçaları; ilk gençliğimin fonu. Babama büyük bir özlem duyuyorum ama romanda kırıldım ona. Yaşamda ondan uzak kaldığım için… Hayatımın büyük bir kısmı annemle babamdan uzakta geçti. Ben seçtim ama şimdi üzülüyorum ve onları özlüyorum. Artık bu dünyada değiller. İnsan yaşarken kaderini nasıl çizdiğinin farkında olmuyor. Yıllar sonra geriye baktığında hayatının akışını kuşbakışı görebiliyorsun ve annenle babanın yeri ne kadar başka, anlıyorsun. Ama onlardan seni uzaklaştıran şey, önlenemeyen bir yazgı. Evet hayatımda böyle bir çelişki var. İki şehir arasında kalışım, eski yıllarla şimdiki zamanın birbirine yanaşan iki şehir hatları vapuru gibi olması ve bir gün bindiğim Altıyol’da, freni patlayan tramvay. Hayatım bazen bunlara benziyor…
Ümran Avcı
Subscribe
0 Comments
oldest