Nur Sürer’le ÇOCUKLUK KIYAMETLERİ
Posted by gülenay börekçi on February 2, 2011 · 3 Comments
“Kıstırılmışlık, hiç sevmediğim çocukluğumun özeti gibi. 1971 yılının sonunda ayrıldım Bursa’dan; demek ancak on sekiz yıl dayanabilmişim o şehre. Geçenlerde gittiğimde bir sürü şey hatırladım yine: Hava güzeldi, pikniğe çıkmış aileler gördüm yollarda. Çubuklu pijamalar, fanilasını üstüne çıkarmış adamlar, top oynayan çocuklar, salıncaklar… Bütün bunları yaşadım. Tekrar karşılaşınca nefretimin hiç geçmediğini bir kere daha anladım.”
Bu kez çok derinlere dalan Nur Sürer, edebiyatçıların yapıtlarından seçilmiş parçalar aracılığıyla çocukluk kıyametlerini hatırlıyor… Tolga Meriç’in röportajı…
Çocukluk kıyametleri
“Ah o ilçe, o küçük kasaba, beni böylesine zavallı yapan orası değil miydi? Belki mayamda bozukluk vardı. Belki de ben gerçekten hasta yaratılmış bir adamdım. Ama hiç kuşkusuz beni hasta ve zavallı yapmakta o kasabanın büyük günahı vardı. Düşündükçe yalnız benim değil, oraya gelen hükümet doktorunun da, savcının da, jandarma komutanının da az zaman sonra kabuk bağladıklarını ve bu kabuk içinde gizli bir derdin yumağını sardıklarını hatırlıyorum.” Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı adlı romanından alıntıladığım bu bölüm ömrünüzce kaçtığınızı ve tiksindiğinizi düşündüğüm taşra cehennemine açılsın istiyorum. Bursa size neler yaptı?
Bu satırları bana getirdiğiniz iyi oldu; söz edilen kıstırılmışlık hiç sevmediğim çocukluğumun özeti gibi. 1971 yılının sonunda ayrıldım Bursa’dan; demek ancak on sekiz yıl dayanabilmişim o şehre. Geçenlerde gittiğimde bir sürü şey hatırladım yine: Hava güzeldi, pikniğe çıkmış aileler gördüm yollarda. Çubuklu pijamalar, fanilasını üstüne çıkarmış adamlar, top oynayan çocuklar, salıncaklar… Bütün bunları ben de yaşadım. Tekrar karşılaşınca nefretimin hiç geçmediğini bir kere daha anladım.
Bu nefretinizin nedenini nelerle açıklıyorsunuz?
Belki de yoksul geçmiş bir çocukluğun yarattığı bir kırgınlık bu. Aklıma gelen hemen her şeyde yoksulluğun da izi var çünkü. Mesela hafta sonları annemin akrabalarına yayan olarak giderdik. Otobüse ancak dönüşte binebilirdik. Çok sıkılırdım yolda. Bu sıkıntı Kemal Bilbaşar’dan seçtiğiniz satırlardaki o büyük sıkıntıya dönüşen ya da eklenen örneklerden sadece bir tanesi. Bursa’da değil, daha büyük bir şehirde doğmalıydım belki de. Yıllar önce Bursa’nın astsubay kompleksindeki insanlardan oluştuğunu söylemiştim; Milliyet’te köşe yazılarına konu oldu, “Nur Sürer’e kırıldılar” diye…
Başka neler hatırladınız Bursa’ya gittiğinizde?
İlkokulumun önünden geçerken uzun sürmüş bir utancım geldi aklıma: Taşrada hâlâ devam eden bir gelenektir; okul idaresi tarafından yoksul öğrenciler seçilir, okul açılışlarında ya da dini bayramlarda şehrin ileri gelen aileleri tarafından, seçilen çocuklara palto, önlük, defter, kitap verilirdi. Liseye kadar hep o seçilen öğrenciler arasındaydım. Neden o on iki çocuğun içindeyim de on üçüncü değilim diye kahrolurdum. Ara ara gelir aklıma. Gazetede zenginlerin öğrencileri giydirdiğine ilişkin bir habere rastladığımda o çocuklar, onların fotoğrafın içine girmek istemeyişleri bana o kadar tanıdık geliyor ki… Akrabam gibiler sanki. Elbise almaya giderkenki o utancı tarif edemem. Belki sessiz sedasız yapılıyordu bu ama giderek büyüyen bir genç kızdım artık. Yardımların bazılarına getirilmiş çok kırıcı kurallar da vardı: Lisede “okuldan yemek yiyordum.” Önce kuru fasulye yedirirlerdi. Köfte de vardı ama fasulyeden önce köfte yememize asla izin vermezlerdi. Kusa kusa yerdim. Bunların izi silinmedi.
Nasıl bir genç kızlık geçirdiniz? Nasıl oyalıyordunuz kendinizi?
Fazla yapacak bir şey yoktu. Setbaşı ve Heykel caddeleri arasında, neredeyse 500 metrelik bir yerde kendini gösterme dönemi başladı genç kızlığa geçerken. Okula gitmeden önce bir saat boyunca, eteklerimi yukarıya çeker, öyle yürürdüm. Sürekli delikanlılara bakardık. Neyin arayışıydı? Tam bilemiyor insan. Belki bir flört bulma umudu. Hiç bulamadım, biliyor musunuz? Çelimsiz, kara kuru, fark edilmeyen bir kızdım. Hiçbir zaman iyi bir öğrenci olmadım. Aklım hep başka bir şeydeydi… Buradan bakınca kolay geliyor ama birçok şey kim bilir hangi zorlukların ifadesiydi… Şimdi olsa on dakikamı bile harcamam diyeceğim insanlar girdi hayatıma. Aslında ne çocukluğumu ne de gençliğimi sevdim. İnşallah uzun yaşarım. Çünkü ancak sinemaya başladıktan sonra sevdim hayatı.
“Bir garson gelip kirden kapkara olmuş bir bezi avucunun içinde saklayarak masayı sildi. Çay tabaklarındaki sabun lekeleri, sineklerin konup kalktığı kesmeşeker çanağı, masanın kıyısındaki plastik kavanoza doldurulmuş kaba ekmek dilimleri, kapının önünde duran iri, kara bıyıklı adamın önünü çekinmeden kaşımasındaki rahatlık, her şey öylesine kasabalıydı ki, kaçıp kurtulma isteği uyandırıyordu insanın içinde hemen.” İnci Aral’ın Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm adlı romanının bu sahnesinde taşranın boğuculuğu nesnelerde bile somut olarak duyurur varlığını. Hangi eşyalar sizi cinnetin eşiğine bıraktı?
Burada anlatılan kasvet bizim evin içinde de vardı. Son gidişimde anneme “Burasını belediyeye şikayet etmek lazım” dedim: Ablam 58 yaşında; evde ablam için düşünülmüş çeyizler var hâlâ! Sapı kopmuş bir çaydanlık, yüzlerce yoğurt kabı… Annemin evi gerçekten bir “çöp ev” olma yolunda. Gerçi bizim evimiz hep öyleydi! O yüzden ben çok titiz biri oldum. Bebekliğimden beri. Yedi aylıkken çişimi yapınca “ıııhhhh” diye bir ses çıkarırmışım. Annem “O zamandan belliydi senin titiz olacağın” der. Ama ablam on altı, kız kardeşimse on yaşına kadar işedi. İllet olurdum onlarla aynı odada yatmaktan. Çiş kokardı. Rezalet bir şeydi. Her yeri temizler, temizlediğim yerlere kimseyi sokmazdım. Yaman Okay’ın son günlerinde, hastanede onun tabağını yıkarken diğerlerini de yıkamaya başlamıştım. Hâlâ kendimi alamıyorum temizlikten. En yakınımın bardağından su içemem, oğlumun ağzından çıkan kaşığa dokunamam, bir yemekten saç çıksa ömrüm boyunca o yemeği unutabilirim.
Aynı alıntıda geçen adamın önünü kaşıyışına benzer hangi tavırlarla yaralandınız?
Türkiye’de her beş erkekten üçü önünü karıştırıyor. Yerleşmiş bir kültür gibi bu. Zaten paradokslar içindeyiz. Çok iyi bir yere gittiğinizde iğrenç bir tuvaletle karşılaşabiliyorsunuz. Ya da Türkiye’de bir sürü insanın ayağı kokar mesela. Güneydoğu’ya film çalışmaları için gittiğimde aylarca yıkanmayan, saçları keçe gibi çocuklara rastlıyorum. Bir gün bir köyün imamına “Pes!” dedim. “Devlet gelip yıkamayacak senin çocuğunu!” O çilekeşlik ve pislik beraberinde hastalığı da getiriyor. Ölüm oranı orada daha yüksek. Yaş da sormuyorum artık; benden 20 yaş küçük insanların ablam gibi durması çok üzücü.
Şu alıntı da Leyla Erbil’in Karanlığın Günü adlı romanından: “Batılı bir kadın olmak azmindeydi Asiye / takunyalarla sokaklarda dolaştığı / ıkına sıkına su taşıdığı kovalarla / teyzesinden olma yeni kızın boklu bezlerini yıkadığını / başının örttürülüp camiye yollandığını unutmak istiyordu / kuran derslerini imamdan sopa yiye yiye söktüğünü / akşamları yatmadan önce babasının ağır ayaklarını / bir leğen suda nasıl yıkayıp kuruladığını unutmak istiyordu / boklu ağlarını çitileye çitileye küllü sularda / ağarttığı erkek donlarını.”
87’de ölene kadar babama bir evlat olarak hizmet ettim. O bizimle çok uğraşmadı ama çocuklar bir süre sonra “anne baba” oluyor. Anneme bazen “Siz mi beni doğurdunuz, ben mi sizi?” diyorum. Ben yedi yaşındayken ayrılmışlar… Ailem CHP’liydi. Nereden baksanız bunun getirdiği bir fark oluyor ama burada anlatılanlar yine de bana yabancı değil. Siz yaşamasanız bile yakınınızdaki birinin bunları yaşadığına tanık oluyorsunuz sonuçta. Çocukluğumda Kuran kursuna gönderilmiş ve kurstan kovulmuştum. Neden kovulduğumu, kovulmak mı istediğimi tam hatırlamıyorum ama “edepli” olmadığım için cezalandırıldığımı biliyorum. Sopalı adamlar vardı resmen… Çamaşır da yıkadık tabii. Evet, bunlar hiç yabancı değil ne yazık ki.
Kentlerin yarattığı yakıcı çelişkiler de var. Bunlardan birine Behçet Necatigil nefis bir şiirle değinir: “Utanır da belki / Anasının sırtındaki / Yeldirmeden / Kız bir adım önde gider / Sezdirmeden.” Benzeri bir duyguyu yaşadınız mı?
Berlin’de bir çocukla karşılaşmış, o çocuğun haline gizli gizli ağlamıştım sonra. On altı-on yedi yaşlarındaydı. Anne eldivenli, peçeli, baba sakallı… Onların tam tersi bir çocuk; yazılı bir tişört giymiş… Babası ikide birde dönüp “Hadisene lan” diyordu, ama o çocuk “Ben onlardan değilim” demek istercesine geride kalmayı seçiyordu. Annem de “Hadisene” derdi… Annemin klasik bir biçimde bağlanmış eşarbından utanıp, kimse beni görmesin diye yaptım bu şiirde anlatılanı, evet. ‘Mantolu bir anneye sahip değilim ben’ demekti belki bu. Büyük bir utançla söylüyorum şimdi. Bir süre sonra katiyen yapmadım. Onlar bizi utanmadan doğurmuş…
Gülten Akın, Sonra İşte Yaşlandım’ın kısa şiirlerinden birinde, istikbalin hissedilebildiğinden, hissolunan istikbalin etkilerinin yakın çevreye de taştığından ve geleceğin aslında şimdiki zamanı örgütlediğinden söz açar: “Gurbete eğimli çocuğun / Özleme eğimli olur annesi”. Siz neler yapmıştınız da anne babanızda, yakınlarınızda kuşku uyandırmıştınız?
Günün birinde sıvışacakmış gibiydim hep. Akrabalarımın çoğu İsviçre’deydi, liseden sonra oraya yerleştiğimde de durucu olamadım. Benim gibi işçi çocukları vardı ve tasarruf yaparlardı bir gün Türkiye’ye döneceklerini düşünüp! Onlarla da uyuşamadım. Döndüğümde annemle yaşayamayacağımı anlayıp İstanbul’a geldim. Sorgusuz sualsiz, bir arkadaşımın peşine takıldım ve geldim. İstanbul bütün kaçakların seveceği, her türlü kepazeliği örten bir şehir. Bazen İstanbul için vize alınması gündeme geliyor. Siz kimsiniz ki insanların gönlünün istediği yerde yaşamasına engel olacaksınız? İstanbul’dan asla ayrılamam; başıbozuk ve karakterime uygun bir şehir… Evet, annem özgürlüğe olan tutkum ve dik kafalılığım yüzünden hep özlem duydu bana. Kardeşlerim de.
Ne tür nifaklar yaratıyordu varlığınız? Sizin dini bir tedirginlik yaratmış olabileceğinizi düşünüyorum sözgelimi.
İnançlı biri değilim. Çocuğum da değil. Ama eşim Sarp Kuray sosyalist olmasına rağmen inançlı. “68’lerde insanları örgütlemeye başlarken inançlarına dokunmasaydık şimdi durum daha farklı olabilirdi” diyor. Aslında Gülten Akın’ın bu şiiri Sarp’la ilişkimizi de açıklıyor: “Sarp” çok değişik bir isimdi. Takip ederdim gazetelerden, işte “Sarp Kuray deniz subayı kostümleriyle yakalandı” falan gibi haberler çıkardı. “Evlenirsem ve oğlum olursa adını Sarp koyabilirim” diyordum. O insanlara karşı bir sevgim vardı. “Keşke bizim eve kaçsalar da ben saklasam onları” diyordum ablama! Böyle şeyler kurup planlıyordum! Bir şey beni bu adama sürükledi. O da Paris’te, dernekte, Uçurtmayı Vurmasınlar’ı izlemiş önce. “Ne kadar iyi bir oyuncu. Kim bu kadın?” diye sormuş dernektekilere. “Abi onun bir filmi daha var” demişler, “Suyun Öte Yanı.” Sarp der ki, “O filmde beyazperdeden kimlere bakıyordun bilmiyorum ama bana mutlaka bakıyordun!” Ve “Türkiye’ye gittiğimde bu kadını mutlaka bulacağım” demiş. Türkiye’ye döndüğünde karşılaştık ve aşkımız başlayalı on bir yıl oldu. Kocam eve geldiği zaman gözümdeki o ışığı görmenizi isterim! İyi ki gelmiş Türkiye’ye. Ya gelmeseydi? Kaçak biri olduğu için gazetelerde ara sıra haberlerini okumakla yetinecektim yine! Üstelik çok zorlu bir ilişkimiz oldu. Başka biri olsa vazgeçerdi.
Sinemadan bize geçen tavrınızda başkaldırı kişiliğinizin en belirgin yanlarından biri. İlk başkaldırınız neye, kime olmuştu?
Aileme olmalı. Sinemaya girdiğimde sinema kendisiyle bir hesaplaşmaya girmişti zaten. Dört tane star çıkmış, onların kabul etmediği roller için de diğer oyuncular varmış. Onların başkaldırma niyetleri mi olmamış, yoksa devran mı öyle dönüyormuş, bilmiyorum. Tonlarca birbirine benzeyen film yapılmış. Bu yüzden Yılmaz Güney’e meftun olmamız lazım. Herkesten rahatsız olup farklı bir şey denemiş. Onun dingin, yalın, sıcak oyunculuğu beni çok etkiledi. Neden “çirkin kral”? Benimsenmemiş önce; farklı bir güzellik anlayışı hakimmiş, boylu poslu olacak, kaş göz düzgün olacak… Bu yönüyle belki istenmeyen biriymiş ama kendini kabul ettirebilmiş. Seyirciye o samimiyeti geçirmiş. Demek ki samimiyetsiz bir şey varmış. Kısaca, sinemaya başladığımda sinema zaten başkaldırmaya hazırlanıyordu ve o tür filmlere seçildim. Bir salon kadını da oynamak isterdim. Köylü bir kadını bile oynasam bir başkaldırı içinde oynamaya başladım ben. Aykırı bir kadın… İyi bir komedi filminde oynamak istediğimi söylerdim yıllardır. Bu sene, insanların durumlarından ötürü düştükleri komikliklerin anlatıldığı gerçekten iyi bir senaryo geldi. “Nihayet” dedim “perdede izledikleri zaman bana da gülecekler.”
Başkaldırdıkça varlık kazandığını gören kişi bunu yaşamın her alanında yaşamaya başlayabilir. İlk kez biriyle birlikte olduğunuzda hissettikleriniz neydi? İçinde başkaldırı hazzı da var mıydı?
O kadar tutucu bir yerde bir genç kadının en son yapacağı şeyi en önce yaptım. Ailem duysa kıyametler kopardı! On yedi yaşına giriyordum. Cinselliği yaşamam gerektiğini düşünüp, buna kendim karar vermiştim. Başkasına izin vermedim. Beni bir evliliğe taşımasını da hayal etmedim. İyi ki evlenmemişim orada. Baş edemeyeceğim kadar çocuğum olacaktı belki. Ve sinemayı tanımamış olacaktım! Tipik bir Türk ailesi! Öcü gibi bir şey bu benim için. İyi ki fırlayıp gitmişim bir yerlere… On altı yaşında ne hissettiğimi şimdi tam hatırlamıyorum; belki bir şaşkınlıktı. Asla pişmanlık duymadım, iyi bir iş yaptığımı düşünmüş, “Aferin sana” demiştim. O bana bir olanak sundu: “Biriyle beraber olunca yatacağım da aynı zamanda”yı getirdi beraberinde. Yeğenlerime falan da söyledim genç birer kadın olduklarında; “Hamile kalmayın da, ne halt ederseniz edin.” Çünkü çocuk başka bir şey.
İnsan bir ecnebiyle yattığı için gurur duyabilir mi? Ecnebilerin arasına karışmak isteyebilir mi insan “taşra” sıkıntısından kurtulmak için? İsviçre’de, başka bir dilde kendinizi daha cazip hissettiniz mi?
İsviçre’de altı yıldan fazla yaşadım ama onları kendime yakın bulmadım. Program sevmem ben; onlar çok planlıydı. Bizim gibi delibozuklara yakın değiller. İspanyol, İtalyan sevgililerim oldu. Bir Akdeniz ülkesi insanı olmanın getirdiği bir yakınlıktı onlara duyduğum. İsviçrelilerle dostluk bile kuramadım. Söz ettiğiniz o dili ise sinemada yakaladım; sunduğu özgürlük karakterime çok uydu. Kimse kimsenin kafasına tabanca dayamıyor “Oyna” diye. Senaryoyu, çalışacağınız kişileri seçme, hayır deme şansınız var. Benden iki yıl sonra başlamış oyuncular yüz tane filmde oynamış mesela. Ben yirmi altı yılda kırk kadar filmde oynadım. Bu sayı seçim yaptığımı gösteriyor. Daha fazla işte çalışsam belki ekonomik olarak daha rahat olurdum ama öyle şeylerde gözüm olmadı. Ne kadar az kirlenebilirsem o kadar az kirlendim. Gençlerden duyuyorum: “Bir sinema filminde oynamak istiyorum.” Ben asla kastettikleri filmlerde oynamak istemiyorum. Abdülhamit Düşerken’de oynadım en son. Sinema kariyerim onunla sonlanacaksa sonlansın hakikaten. Filmleri yermek için söylemiyorum, iş yapmalarına da seviniyorum ama G.O.R.A gibi filmlerde asla olamam ben. Uzak gibi, Yazı Tura gibi, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak gibi burnumun ucunu bile göstermek isterdim dediğim filmler de var tabii.
Başkaldırı tuhaf duygular yaratabilir mi? Mesela başkaldırmak isteyen kişi cop yediğinde haz duyar mı? Devletin canınızı yakmasını istediniz mi hiç? Ona sataşmak istediniz mi?
Devlete sataşmak istedim ve sataştım da. Ama bir 1 Mayıs yürüyüşünde su almak için bir dükkâna giderken, cop yiyen gençlerden biri “Siz de cop yesenize” dedi. “Salak mıyım ben?” diye sordum… Sosyalistim. Başka türlü olamazdı. 27 Mayıs’ta çocuktuk biz, 12 Mart’ı şöyle bir yaşadım, 12 Eylül’ün ise gerçekten faşist bir darbe olduğunu tam olarak idrak edebilecek yaştaydım. Geçen gün Sabah gazetesine telefon açtım. Dedim ki: “Bırakın bu Kenan Evren’i, köşesinde ölsün.” Keşke “Nur Sürer’im” diye açsaydım. Sıradan bir vatandaş gibi açtım. Bu adamın sağlığı, şusu busu beni hiç ilgilendirmiyor. Onun çok zor bir ölüm seçmesini istiyorum. Kendi çocuklarını korurken bir sürü gencin ölümü hakkında imza attı bu adamlar. Niçin kendilerini koruyorlar, neden vitamin alıyorlar, neden sebzeyle, zeytinyağıyla besleniyorlar? Hakları var mı? Bizim gibi muhalif insanların devletle uyuşması çok zor. İnsanların demokratik bir ülkede yaşamalarını istiyorum. “Ne güzel bir ülke” diye ölüp gidemeyecek olmanın sıkıntısını yaşıyorum doğrusu. O yüzden zıtlaşmak hoşuma gidiyor.
Tolga Meriç
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Gercekleri soyleyebilmeniz ne kadar etkileyici. Tesekurler.
nur sürer ve tolga meriç adına teşekkürler :)
Şeker sen Bursa’ya değil; yoksulluğu yazgı diye belleyip, sizi de bu yazgıya tutsak etmiş ana-babana öfkelen, onlara kız… Aynı yaşlarda, aynı kentte yaşamış bir Bursalı olarak ki örneğin Zeki Müren gibi, Müzeyyen Senar gibi ve Ata Demirer gibi işveli, cilveli, şen şakrak, neşeli, en önemlisi de özgüvenli ve eğitimli bir Bursalıyım. Bursalı olmakla da kıvanç duyuyorum. Üstelik Rumeli-Balkan kökenli bir Bursa kızı olarak özgürce ve özgüvenle yaşadım kentimde; siz sorunu kentimizde değil, kendinizde arayınız bence…