Ölümsüzlük denen o tekinsiz hayal
Bir yanda koşup terlediğimizde, baharatlı yiyecekler yediğimizde ve bir şeye yürekten inandığımızda çiçeklenen “şahsi afyon tarlamız, öte yanda insan menisi, greyfurt, buğday tohumu ve soyada bulunan bir maddenin hücre çekirdeğini “gençliğe programladığı” iddiaları…
The Substance filminden H. Rider Haggard’ın Ayesha‘sına, Adam Leith Gollner’in The Book of Immortality‘sinden Jonathan Swift’in Gulliver’ın Seyahatleri‘ne, Uruk Kralı Gılgamış’tan Kont Dracula ve Lord Voldemort’a kadar daldan dala uçarak ölümsüzlük denen o tekinsiz hayale baktığım bir yazı. Bilmem ki ilginizi çeker mi?
“Tibet’in Gençlik Pınarı”, hangi klasik romandan çalındı?
The Substance izlemek için
Demi Moore The Substance’ta
Ölümsüzlük denen o tekinsiz hayal
The Substance’ı ilk seyredişimde Coralie Fargeat’nin kusursuz yönetmenliğini, oyucuların performanslarını falan çok beğensem de hikayeyi pek sevememiştim. İkinci seyredişte fark ettiğim bir şey, aniden filme yakınlık duymamı sağladı. Bana göre film bir rüyayı anlatıyordu ve tüm o grotesk beden dönüşümleri, kana bulanan gençlik fantezileri, patlayan kaslar, sümüksü sıvılar esas karakterin zihninde yahut bilinçdışının karanlık dehlizlerinde gerçekleşiyordu. Bir gündüz kâbusunun parçalarıydı hepsi.
Diyeceksiniz ne var bunda, hikaye gene aynı hikaye değil mi? Ha gerçek olmuş ha rüya…
Bence öyle değil. Şöyle tam olarak:
Televizyon yıldızı Elizabeth Sparkle, tam da ellinci doğum gününe bastığı gün, çalıştığı şirketin aşırı hijyenik tuvaletinde kulağına çalınan bir konuşma üzerine, artık sahiden yaşlandığını idrak ediyor. Ve bu idrak, hayatını hızla cehenneme çeviriyor. Önce merdiven altı bir firmanın gençlik vaadine kanıyor, sonra vaadedilen gençliği yaşayacak olanın kendisi değil alter egosu olduğunu anlıyor ama tabii iş işten geçmiş oluyor. Ürkütücü bir olaylar silsilesi sonunda da yaşadığı şehrin kanalizasyonuna atılmış bir avuç et parçası olarak buluyor kendini.
Bana sorarsanız şimdi anlatmayacağım bütün bu olaylar zihinde akan bir imge ırmağı misali birkaç saniyede olup bitiyor. Rüyalarda hayat ışık hızıyla yaşanıp tüketilebilir ya, onun gibi.
Eh, bizi esas korkutansa tam da bu kabus işte, daha doğrusu bu kâbusun aralıksız bir şekilde sadece Elizabeth Sparkle’a değil bütün kadınlara yaşatılıyor olması. Toplum, özellikle de Sparkle’ın parçası olduğu medya sektörü, ezelden beri bir “yaşlanıyorsun” paniği pompalıyor ruhumuza. “Genç kal, pürüzsüz bir tenin, diri bir bedenin olsun. Bu özelliklerini yitirirsen, bir arzu nesnesi olmaktan çıkarsın, daha da beteri görünmez olur, yok sayılırsın,” deniyor. Umitsizce genç kalmayı, ölümsüzlüğü isteyişimiz bundan.
Öte yandan bıçak sırtı bir konu mevzubahis. Siz edebiyatta ya da sinemada genç kalmayı isteyip de cezalandırılmayan, en azından tehlikeli ve kötü kalpli sayılmayan bir karaktere rastladınız mı? Gençlik arzusu en iyi ihtimalle alayla, ahlaki küçümsemeyle karşılanıyor ezelden beri.
Hem genç kalalım isteniyor hem de gençliğe tutunmak için çabalayan kadınlar iblisleştiriliyor
The Substance’ı seyrederken sekiz dokuz yaşında okuduğum bir çizgi romanı hatırladım ben mesela. Milliyet Çocuk Dergisi’nin ekiydi. Lanetliler Kraliçesi gibisinden bir adı vardı. Ünlü bir romandan, H. Rider Haggard’ın Ayesha’sından uyarlandığını sonradan öğrendim.
Milliyet Sanat o eki niye vermişti, bilmiyorum. O romanın son kareleri kaç çocuğun rüyalarına musallat oldu, onu da çok merak ediyorum ama şikayetim de yok, bir solukta okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum.
Romandaki Ayesha, büyüleyici güzellikte, bilgeliği sınırsız bir kadındı. Ölümsüz olduğu, yüzlerce yıldır yaşadığı rivayet ediliyordu. Fakat hayatın doğal döngüsüne direndiği, gençliğe ve güzelliğe tutunduğu için haliyle yazarı onu cezalandırmayı seçiyor, bir iblise dönüştürüyordu. Finalde yüzlerce yıldır genç ve güzel kalmasını sağlayan ölümsüzlük ateşinin içine atlıyor ve işler ters gidince de tıpkı The Substance filminin Elizabeth Sparkle’ı gibi manasız bir et yığını haline geliyor, birkaç dakikada yok olup gidiyordu.
Demek istediğim şu aslında: Toplum bir yandan genç kalmamızı isterken, diğer yandan gençliğe tutunmak için çabalayan kadınları iblisleştiriyor. Gençlik arzusu, erkek karakterler için daha çok hırsla, güçle, başarıyla ilişkili kabul edilirken ruhunda bu arzuyu taşıyan kadınlar cadı oluyor, canavar oluyor, insan olmaktan çıkarılıp birer “şey” oluyor…
İşte bizim büyük çelişkimiz…
Ne yani, ölümsüzlüğün sırrı bulundu mu şimdi?
Bu yazıyı bana biraz The Substance yazdırdı, biraz da her yerde karşıma çıkan longevity çığırtkanlığı. Kulaklarımla işittim, geçenlerde pek ünlü bir doktor, “Ölümsüzlüğün sırrı bulundu,” dedi.
Öte yandan yaşlılık yüzünden dünyada her gün 100 binden fazla insan ölüyor. Rakamlara bakılırsa kanserden, trafik kazasından hatta savaştan bile daha öldürücü bir hastalık yaşlılık. Peki tedavisi var mı?
Yukarıda bahsettiğim doktora göre var. Ben gene de yetinmeyip The Book of Immortality (Ölümsüzlük Kitabı) yazarı Adam Leith Gollner’a başvuracağım.
Konuyla fena halde alakalı bir hikayesi var Gollner’ın: “Ölümsüzlük konusunda araştırma yapacaksam işe bunu başarmış kişilerle başlamalıydım. İlkin Japon mimar Arakawa’yla röportaj yapmayı denedim. Kendi deyişiyle “Herkesin ‘ölmek’ adını verdiği şu olağan insan kaderine karşı koyan evler” tasarlıyordu. Gelin görün ki, kendisini bulamadım çünkü birkaç ay önce ölmüştü. Ardından hücrenin doğal gelişimini adım adım tersine çeviren şifreli mantralarla ölüme direnme yöntemlerini anlatan astrolog Linda Goodman’a ulaşmaya çalıştım, olmadı. O da bir süre önce ölmüştü. Nihayet Dr. Daniel Rudman’a telefon ettim. 1990’da bir tıp dergisinde yaşlanmanın hiç de kaçınılmaz bir şey olmadığını yazmıştı. Heyhat! Şansım yokmuş, hiç de kaçınılmaz olmayan o son Rudman’ı da çoktan ele geçirmişti.”
Gollner’in ne söylemeye çalıştığı aşikâr. Anlıyoruz ki bugüne dek yaşlanmaktan ve ölümden kaçabilen kimse olmamış. Ölümsüzlüğün sırrına eriştiğini iddia edenler arasında bile.
Elizabeth Sparkle’ın yüzünden ilk kuşku bulutları geçerken
Tek yaptıkları “Bir an önce ölsek de kurtulsak şu hayat denen sonsuz ıstıraptan,” diyerek gizli gizli ağlaşmak olan insanlar
Adam Leith Gollner ölümsüzlüğün sadece imkânsız değil aynı zamanda fazlasıyla tekinsiz bir hayal olduğunu söylüyor. Zira on binlerce yıllık insanlık tarihinde ölümsüzlük arzusu istisnasız olarak hep olumsuz çağrışımlar taşımış, kötülükle ilişkilendirilmiş. “Bunun için edebiyatta yaratılmış ölümsüz karakterlere bakmak bile yeterli,” diyor, “Vampirler, kurt adamlar, zombiler… Evet, ölümlülerin hayatı tekdüze ve sıkıcıydı belki ama Kont Dracula’dan Lord Voldemort’a şu ya da bu şekilde ölümsüz olabilmiş karakterler de hep yıkıcı, yok edici tiplerdi.”
Ama bilemeyiz, belki öyle değildir, belki sadece numara yapıyoruzdur. Nasıl olsa ölümsüz olamayacağımıza göre bunun kötü, karanlık bir şey hatta bir çeşit suç olduğuna inanmak işimize geliyordur. Öyle ya, ölümsüzlük otunu bulup da kaybeden Uruk Kralı Gılgamış gibi biz de aslında bu dünyaya kazık çakmayı pek o kadar istemiyoruz, değil mi?
Hem ölümsüzlük, hoş bir şey olmayabilir de. Mesela İngiliz hiciv üstadı Jonathan Swift, Gulliver’ın Seyahatleri romanında ölümsüz bir ırktan bahseder. Struldbrugglar sivri dilli, huysuz, gergin, mutsuz, dostu arkadaşı olmayan insanlardır. Gözleri görmez, ciltleri kırış kırış haldedir, belleri bükülmüştür. Dediklerini kimse anlamaz çünkü yüzlerce yıl öncesinin diliyle konuşurlar. Tek yaptıkları kaderlerine lanet etmek ve “Bir an önce ölsek de kurtulsak şu hayat denen sonsuz ıstıraptan,” diyerek gizli gizli ağlaşmaktır.
Yaşlanmak tarih olacak ve kimse ölmeyecekti çünkü… “Ölmek mecburi değildi”
Öte yandan, geçmişin ölümsüzlük korkusunu unutmanın zamanı belki de çoktan gelmiştir. Günümüzün gerontologlarına, yani insanın yaşam süresini uzatmak için çalışan bilim adamlarına göre ölümsüzlüğün sırrına vakıf olduğumuz zaman sonsuz gençliğin sırrına da vakıf olacağız. Üstelik bunun için önümüzde pek o kadar uzun bir zaman dilimi yok.
Ama önce biraz geriye, 1912’ye gidelim. Nobel Ödüllü Fransız bilim insanı Alexis Carrel, o tarihte tavuk embriyosundan aldığı hücrelerle bir doku kültürü başlatmıştı. Düzenli olarak yenilenen hücreler tam da umulduğu gibi zamanla kendiliğinden çoğalmaya başladılar, o kadar ki 35 yıl canlı kalabildiler. Carrel da hücrenin ölümsüzlüğünü nihayet kanıtladığına inanarak tüm dünyaya “Ölmek mecburi bir şey değildir,” beyanında bulundu. Yetiştirdiği bilim adamlarının aynı deneyi insan hücreleri için yapacağını ve aynı şekilde çoğalan bu hücrelerden yaşama potansiyeline sahip organlar elde edeceklerini umuyordu. Böylece yaşlanmak tarih olacaktı ve artık kimse ölmeyecekti.
Ne yazık ki yanılıyordu. Ölümünden 15 yıl sonra, yani 1959’da, titizlikle gözetim altında tutulan o hücrelerin de yaşlanıp öldükleri kanıtlandı.
Moralinizi bozmak için anlatmıyorum bunları. Tam tersine bilim dünyası zaman zaman keskin u-dönüşlere tanık olabiliyor. Carrel’ın izinden giden doku mühendisleri de son yıllarda onun yanılmamış olabileceğini keşfettiler. Laboratuar ortamında üç boyutlu ve noksansız atan bir fare kalbi üretebildiler mesela. Hatta farelerden aldıkları kök hücreler yardımıyla yapay bir insan böbreği bile yarattılar. İyi güzel de bu yaratım ne işimize yarayacak diye sormak hakkımız değil mi? Soralım…
Bir über star’ın rüyaları
Adam Leith Gollner kitabı için, bu alanın über starı sayılan İngiliz bilgisayar programcısı Aubrey de Grey’le de konuşmuş. Amatör gerontolog Grey, umut veren şeyler anlatmış. Yaşlılığın tedavi edilebilir bir hastalık, daha doğrusu insan metabolizmasının önlenebilir bir bozukluğu olduğunu, en geç 15-20 yıl içinde ölümsüzlüğün sırrına vakıf olacağımızı… “İnsan vücudu çok karmaşık bir makine ve her makinede olduğu gibi zaman bazı parçalar yorulup devre dışı kalabilir. Sandığımızdan daha akıllı bir mekanizmayla işleyen vücudumuz bu parçaları kimi zaman tamir eder, kimi zaman da edemez. Yaşlılık işte tam olarak budur,” demiş.
Gollner ona yaşlanmayı nasıl önleyeceğimizi sorduğunda verdiği cevap ilginç: “Yapılacak şey basit. Mekanizmanın sorun çıkaran parçaları tamir edilemiyorsa, onları yenileyecek, yani hasarlı bir organın yerine laboratuarda kök hücre teknolojisiyle üretilmiş yenisini koyacağız.”
Ayaküstü yaptığı parmak hesabına göre bozulan, hastalanan her bir organın yenilenmesi kişiye 30-40 yıl kazandıracağına göre, insan ömrü çok yakında 500-600 yıla uzayabilecek. Nihai hedefse 1000 yıl!
Üzgünüm Bay De Grey, Bayan Sparkle sizin bu sözlerinize pek inanmıyor
İnandığımız için iyileşiyor, inandığımız için gençleşiyoruz
Eskiden 100 yaşını aşmış birine rastlamak şaşırtıcıydı, şimdiyse gayet sıradan bir şey. ABD Ulusal İnsan Genomu Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Francis Collins, 100 yaşını aşan insanlara yakında çok daha sık rastlayacağımızı söylüyor : “Eğer başıma bir kaza gelmezse, 50 yıl sonra muhtemelen 109 yaşında olacağım. Daha da önemlisi, insan DNA’sı üzerine yapılan çalışmalar bu hızla devam ederse dünyada, 100 yaşın üstünde olup hayatlarını sağlıklı ve aktif bir biçimde sürdüren kişilerden oluşan yepyeni bir jenerasyon doğacak. Teknik imkanlarımız gelişiyor. Yakında, tek tek bütün bireylerin DNA haritalarını çıkarıp hangi hastalıklara yatkın olduklarını kolayca belirleyebilecek ve daha hastalıklar ortaya çıkmadan önlem alabileceğiz. Kişiye özel tedavi yöntemleri de geliştirilecek. Genom araştırmalarımız sayesinde hücrelerin aşırı ve orantısız büyümesini kontrol etmeyi başarırsak kanser gibi hastalıkları da önleyebileceğiz. Ve hücre ölümünü engelleyebilirsek yaşlanmak ortadan kalkacak. 50 yıl sonra insanlar şimdikinden çok daha mutlu hayatlar sürecekler, çünkü ne kadar uzun yaşayacaklarını merak edip durmak yerine, ne kadar uzun yaşamak istediklerini düşünecekler ve kararı kendileri verecekler.”
Japonya’daki “uzun yaşam cenneti” Okinawa Adası’nda halkın yüzde 80’i 100 küsur yaşında. 150’sine kadar yaşayanların sayısı da azımsanacak gibi değil. Tahıl, balık ve sebzeyle beslenen, yağ, kırmızı et, tavuk ve yumurtadan uzak duran Okinawalılar güleryüzlü, dışa dönük insanlar. İnançlarına bağlılar ve düzenli olarak meditasyon yapıyorlar.
Adam Leith Gollner bu inanç meselesini çok önemli buluyor ve esas şifanın belki de bizim engin inanma kapasitemizde olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla yaşlanma karşıtı ilaç ve kremlerin büyük bir kısmının plasebo etkili olduğunu duymak onu şaşırtmıyor. İnandığımız için iyileşiyor, inandığımız için gençleşiyoruz.
Plasebo etkisinin nasıl işlediğine dair elimizde hâlâ tam anlamıyla bilimsel bir açıklama yok aslında. İnancın endorfin üretimini harekete geçirdiğini biliyoruz sadece. Koşup terlediğimizde, baharatlı yiyecekler yediğimizde ve bir şeye yürekten inandığımızda, “şahsi afyon tarlamız” çiçekleniyor. Başı ağrıyan koyu Katolik birisinin içindeki eczacı o kişi kilisede Meryem Ana ikonalarına bakarken harıl harıl çalışmaya başlıyor mesela ve ağrı bir süre için hissedilmez oluyor.
Peki, şey, menisi ve greyfurt insan ömrünü uzatıyor mu gerçekten?
Tabiattaki bazı canlılar bize ölümsüzlüğün başka yolları da olabileceğini ima ediyor. Mesela 2011’de kurtçukların kimyasal bir boya maddesi olan Thioflavin T sayesinde 2-3 kat uzun yaşayabildikleri kanıtlanmıştı. Yarasaların uzun yaşama sebeplerini araştıran bilim adamları da çok ilginç bulgular elde ettiler. Paskalya Adası toprağında bulunan rapamycin’in farelerin ömrünü yüzde 30 uzattığı, bu yüzden insanlarda yaşlanmaya bağlı hastalıkların tedavisinde kullanılabileceği ortaya çıktı. İnsan menisi, greyfurt, buğday tohumu ve soyada bulunan spermidine’in de hücre çekirdeğini “gençliğe programladığı” keşfedildi.
Tabii esas merak edilen şey, bu bulguların bizi, hayatımızı, geleceğimizi nasıl etkileyeceği…
Bütün bunlar ölümsüzlüğü giden yoldaki basamaklar olabilir mi sorusunun cevabını henüz hiç kimse bilmiyor.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest