Egoist okur

Önden Üç Bilet: Cesur, duyarlı, incelikli ve gerçek bir hikâye

Cesur, duyarlı, incelikli ve gerçek bir hikâye anlatan Önden Üç Bilet elime geçtiğinde yalnızca bir okur olarak değil, yazarı yakından tanıyan biri olarak da sarsıldım. Romanın yazılış sürecine uzaktan da olsa şahittim, ayrıca Gülsel Ceren Güneş’in güçlü ve yaratıcı karakterini, bulaşıcı cesaretini, edebiyata duyduğu tutkuyu biliyordum. Onu ilk tanıdığım günden bugüne dilinin olgunlaştığını, sesinin berraklaştığını da görebiliyordum. Ama beni asıl etkileyen, romanın meselesiydi.

Önden Üç Bilet, üç kuşak kadının birbirine dokunan hayatlarını anlatırken kadın bedeninin özgürlüğünü, annelik mitlerini, toplumsal baskıları, kuşaklar boyunca suskunlukla aktarılan yaraları işliyor. Kimi zaman hastane odalarında, kimi zaman ev içi sessizliklerde filizlenen bir hikâye bu ve Ceren son derece ağır temaları okuru hüzne boğmadan ele almayı başarıyor, bireysel deneyimle toplumsal hafızanın nasıl da her zaman iç içe geçtiğini gösteriyor.

Karakterler arasında sesi en çok yükselen “Afet Hanım” olsa da romanın kalbi elbette Nurperi’de atıyor.

Ceren de zaten şöyle söylüyor:

“Nurperi, hikâyesini baştan yazdı. Zorlandı ama yaptı. Okur da eğer ihtiyaç duyuyorsa bu gücü bulur umarım. Ben kendime çok sorarım hikayemin neresinde duruyorum diye. Yan rol olmayı kabul etmiyorum. Hiçbirimiz etmemeliyiz.”

Önden Üç Bilet, Gülsel Ceren Güneş
Cesur bir yüzleşmenin romanı: GÖZLERİNİ KAÇIRMA

Hamileyken, kızım olacağını öğrenen bir teyze bana büyük bir üzüntüyle “Olsun, kader,” dediğinden beri bu tip baskıları şakayla geri püskürtmeyi bir savunma mekanizması olarak kullanıyorum.

Önden Üç Bilet: Kendi hikâyesini yeniden yazmaya cesaret edenler için

Önden Üç Bilet’i yazarken çıkış noktan neydi Ceren? İlk kıvılcımı hangi duygu ya da imge ateşledi?

Anneannem hastanedeyken yandaki odasına bir opera sanatçısını yatırdılar. Kendi deyimiyle “hayatta yapacak bir şeyi kalmadığına karar verip gereğini yapmış” ve son anda kurtarılmıştı. Kızı başındaydı ve haliyle ara ara duyabileceğimiz kadar hararetli bir hesaplaşmaları vardı. O sırada biz odada üç kuşak oturup birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz yokmuş gibi yemek programı izledik. Hangi odadakiler hastaneden içi daha rahat çıktı bilemiyorum tabii.

Yazarken en zorlandığın yer neresiydi peki? Ya da tam tersine, kalemin kâğıt üzerinde su gibi devindiği yerler oldu mu?

Açılış sahnesini iki kere yazmam gerekti, bir türlü nereden başlayacağıma karar veremedim. En iyisi sondan başlayayım diyerek açtım hikâyeyi. Bir de ben o güne kadar onlarca öykü yazmıştım ama roman yazma pratiğim sıfırdı, tür farklılıkları açısından zorlandığımı söyleyebilirim. Öyküde çok tasarrufluyuzdur, hele bir yarışmaya ya da dergiye göndereceksek alanımız kısıtlı olur. Bir şiirde fazla kelime yazılmayacağı gibi öyküde de ek bir sahneye yerimiz yoktur. İlk yirmi sayfada sürekli olarak “Bunu burada söylemek için çok erken,” ya da “Ceren acele etme,” gibi geribildirimler aldım. Rahatladıktan sonra da garip bir şekilde lafı uzatmaya başladım, son okumalarda çıkarılan yerler oldu. Bu teknik detaylar dışında kalemim hep aktı. Benim süreçle ilgili en sevdiğim şey yazma kısmı zaten, romana hazırlanırken çok sabırsızlanıyorum ve araştırmaları, okumalarımı kısa kesmeye çalışıyorum.

Annelik, bedensel özgürlük, toplumsal baskı gibi ağır temalardan bahsediyorsun. Bu yoğun temaları okurda hüzün yaratmadan ve merak uyandırarak aktarmak için nasıl bir yol izledin?

Bunu kitabı yazdığım dönem hayatımda olanları anlatmadan açıklayamam sanırım. Geliştirici editörle yapacağımız ikinci toplantıya hastanede yattığım için katılamadım, o kadar da ani gelişmişti ki her şey, haber vermeyi unutmuşum. Sağ elim sürekli olarak titriyor, uzuvlarım benden bağımsız ani hareketler yapıyordu. Nöroloji katında Parkinson ve benzeri şeyler yaşayan bir sürü kişiydik ve bedenlerimiz kendi özgürlüklerini ilan etmişti. O güne kadar toplumun bedenimle ilgili beklentilerine savaş açmış bir kadındım, artık istesem de o beklentileri karşılayamayacağımı düşündüm ve bu bana çok komik geldi. Her gün on beş dakika boyunca sağ işaret parmağımı burnuma götürmeye ve onu doğru yerde bulmaya çalıştığım bir dönemdi. Çok korksam ve zaman zaman ağlasam da genel olarak yaşananları absürtlüğü tarafından ele almaya çalıştım. Bir de ben bekar anneyim, toplum baskısı hayatımın demirbaşı. Hamileyken, kızım olacağını öğrenen bir teyze bana büyük bir üzüntüyle “Olsun, kader,” dediğinden beri bu tip baskıları şakayla geri püskürtmeyi bir savunma mekanizması olarak kullanıyorum. Bence  yazarken ben hüzünlenmediğim ve Afet Hanım’a güldüğüm için okur da üzülmüyor.

Üç kuşak kadının birbirine dokunan hayatlarını anlatıyorsun. Bu kadınlar arasındaki bağlantıları kurarken seni en alt üst eden ne oldu?

Konuşmuyor oluşumuz. Ebeveynlerimizi karşımıza alıp “Sen, ben çocukken böyle davrandığın için hayatımda bunu yaşıyorum,” demiyoruz, diyenlerimizin aldığı cevap da “Özür dilerim. Öyle davrandım çünkü bana da babam, annem şöyle yapmıştı,” olmuyor. Bir üst kuşak “Psikoloğa deliler gider,” gibi bir anlamsızlığa inandığı için ruhsal sorunlarına çözüm arayışında değil. Karşılıklı konuşmamız, dinlememiz, anlamamız ya da en azından anlayış göstermemiz lazım. Kendi kuşağımdan çok umutluyum; ebeveynlikteki hatalarımızın kaynağını bulup davranışımızı düzeltmeye hevesimiz, alt kuşaktan özür dileyecek alçak gönüllüğümüz ve vicdanımız var.

Annesin, çok tatlı bir kızın var. Fakat anneyle kızı arasındaki ilişkiyi deşerken ne anneliği yüceltiyorsun ne de yazar Irmak Zileli’nin yazdığı gibi anneleri günah keçisi ilan ediyorsun. Sen tam olarak nerede duruyorsun? Ve bu dengeyi kurmak senin için nasıl bir yazarlık tercihi oldu?

Çok tepki çekecek, biliyorum ama ben anneliğin yüce bir şey olduğunu düşünmüyorum. Doğurmak, memeli dişi hayvanların ilkinden bu yana biyolojik olarak yaptığımız bir şey. Yüceltilmesi gereken şey anne olmak değil; bir canlıyı birey olmasına izin verecek kadar uzakta tutarken bir yandan da onu koruyup kollayabilmek, hayatı boyunca taşıyacağı yaralar açmamak… Anneler günah keçisi de olmamalılar, sevgili Irmak Zileli ile Önden Üç Bilet özelinde de bunu çok konuştuk. Dişilerin hamile kalmasına imkân veren bir de erkek var çünkü, o bir baba ve sorumlulukları var. Bir kadın kötü bir anneyse çocuğunun babası da kötü bir babadır. İyi ebeveynlikte, kötü rol modellikte, hastalıkta, sağlıkta sorumluluk eşit. Bu açıdan ne düşünüyorsam açık açık onu yazdım diyebilirim.

Bireyin büyüme sürecindeki en kritik an hangisi?

İki an var bence. Annem, babam her zaman haklı değil diyebildiğimiz, duruma göre onları içimizden de olsa eleştirebildiğimiz an. Tam da o an onlardan bir adım daha ileri gidebiliriz. Aynı şekilde onlara haklıymışsın dediğimiz an da çok kıymetli. Ancak böyle yolumuzu aydınlatabilirler.

“Kadınlar söz konusu olunca kişisel hafızayla kolektif hafıza arasında pek fark kalmıyor, hepimiz değişik yerlerde aynı şeyleri yaşıyoruz”

“Sorumluluk almayan babalar diyarında en çok fikir belirten kişi anne olmak zorunda. Bu yüzden de bir günah varsa, keçisi anneymiş gibi gözüküyor”

Önden Üç Bilet’in merkezinde kadının kendi bedeniyle ilişkisi var. Çocukluk deneyimleri ve anneyle ilişki, bir kadının beden algısını nasıl şekillendirir diye sorsam…

Çocuğumuzu doğduğu andan itibaren “Çok güzelsin,” diyerek mi övüyoruz “İyi kalplisin,” diyerek mi? Çikolatayı “Bu sana zararlı,” diyerek mi alıyoruz elinden, “Kilo alırsın bak, az ye,” diyerek mi? Memeleri çıkmaya başladığında kızımıza yaşına göre sutyen mi seçiyoruz yoksa belli olmasın diye bol kıyafetler mi giydiriyoruz? Ebeveynin yaptığı bu türden tercihler çocuğun yetişkinliğindeki beden algısının sebebi, sonucu, temeli, hatta kendisi. Hiçbir konuda sorumluluk almayan babalar diyarında ne yazık ki tüm bu konularda en çok fikir belirten kişi anne olmak zorunda kalıyor. Biraz da bu yüzden, bir günah varsa, keçisi anneler gibi gözüküyor hep.

Şahsi bir hikâye anlatıyorsun. Öte yandan toplumun kadının bedeni üzerinde öncelikli söz hakkı varmış gibi davranmasına dair de güçlü bir eleştiri getiriyorsun. Bireysel hikâyeyle toplumsal eleştiriyi belli bir dengede tutmak için nasıl bir yol izledin, kişisel hafıza ile kolektif hafıza arasında nasıl bir köprü kurdun?

Aslında çok da bireysel bir hikâye değil. Daha doğrusu, benden uzağa düşmesi için çok çabaladım. Romanın içinde elbette ben varım. Annem, anneannem, annemin halası, eski eşimin anneannesi de var. Fakat hepimizi havanda ezip karışımı serpiştirdim. Tüp bebek kısmı oldukça şahsi ama, onu söylemeden geçmek istemem, bir ara IVF katında çok vakit geçirmem gerekmişti. Çok takılmıştım ben de Nurperi gibi hasta adı ve eşi yazan forma. Fakat benim hayatta en çok istediğim şeylerden birisi anne olmaktı, bu açıdan tam tersi bir anlatıcı yarattığımı söyleyebiliriz. Kadınlar söz konusu olunca kişisel hafızayla kolektif hafıza arasında pek fark kalmıyor, hepimiz değişik yerlerde aynı şeyleri yaşıyoruz. O tüp bebek formu Amerika’da da aynı. Hindistan’daki bir hastanenin doğum katında da La Leche League afişi var.

“Narsistler ‘Ben böyleyim,’ dediklerinde etraftan kabul edilmeyi isterler ama kendileri bunu yapmayı beceremezler”

Kurgularken karakterlerin hangi noktada bağımsızlaşıp seni bile şaşırtmaya başladı? Bir de şu: Üç kuşak kadın karakterin hikâyeleri arasında geçiş yaparken, hangi karakter senin için en güçlü sesle konuştu?

Romanın bütün sorumlusu Afet Hanımcığım zaten. Ben aslında öykü olarak yazdım basın toplantısı kısmını. Sonra bir öykü daha geldi hastane odasından. Afet inatla roman karakteri olmak istedi, bana musallat oldu. Fakat onun gözünden yazmak istemedim çünkü daha güvenilir bir anlatıcıya ihtiyacım vardı. İlginç bir şekilde beni en şaşırtan Nur oldu, roman bittikten sonra da onu düşünmeye uzun süre devam ettim.

Afet Hanım’ı yazma sürecinde seni en dönüştüren şey ne oldu?

İnsanları olduğu gibi kabul etmekte çok daha iyiyim Afet sayesinde. O, herkesten bunu bekliyor, aynı zamanda da bu talebi karşılıyor. Onu birilerini eleştirirken görsek bile şahısları değil davranışları ele alıyor hep. Narsistler “Ben böyleyim,” dediklerinde etraftan kabul edilmeyi isterler ama kendileri bunu yapmayı beceremezler. Afet  bu açıdan çok öğreticiydi.

“Nurperi’ciyim”

Önden Üç Bilet’in merkezinde sana göre hangi duygu yer alıyor? Okur son cümleyi okuyup kitabı kapattığında kalbinde hangi soruyla ya da hangi duyguyla kalsın istersin?

Ben Nurperi’ciyim burada. Nurperi, hikâyesini baştan yazdı. Zorlandı ama yaptı. Okur da eğer ihtiyaç duyuyorsa bu gücü bulur umarım. Ben kendime çok sorarım hikayemin neresinde duruyorum diye. Yan rol olmayı kabul etmiyorum. Hiçbirimiz etmemeliyiz.

Son olarak, bu roman bir yolculuğun başlangıcı mı? Önden Üç Bilet’ten sonra yazarlığında hangi yeni yönelimleri öngörüyorsun?

Bu, çok uzun bir yolculuğun başlangıcı diye umuyorum. Fakat ilk roman diye biraz kolaya kaçtım sanki. Birinci tekil şahıs diliyle anlatmak bir yazar için çok kolay, doğal bir şekilde karaktere bürünüyorsun çünkü. İkinci romanda bana çok zor gelen bir anlatıcı seçtim, serbest dolaylı anlatımla yazıyorum. Genel olarak beni geliştirdiğine eminim ama çok zorlandığım ve yedi kere yazmak zorunda kaldığım yerler oldu. Başlarda elim hep Önden Üç Bilet’in anlatım tarzına gitti. Bir de içimde altı senedir taşıdığım bir bilimkurgu var ama ne zaman ortaya çıkaracak kadar özgüven hissederim bilmiyorum.

“Ben, çok yazarlı bir ailede büyüdüm”

Haydi hatırla her şeyin ilk başladığı o zamanları? Hangi kitapları okuyarak başladın bu yolculuğa…

Ben çok yazarlı bir ailede büyüdüm. Dedemin, ne yazık ki baskısını bulamadığım ama Milli Kütüphane’de olan kurgu dışı iki eseri var. Ayrıca ödevlerimi senelerce babamın yazdığı kitapların ağırlığından çöken bir masada yaptım. Anne tarafım da farklı sayılmaz; roman yazmaya karar verince “Yazarların soyadına -gil eki gelince daha şık duruyor” diyerek babasına sülalenin soyadını değiştirten bir halamız var mesela.  Fakat bu yolculuğa başlamam ben dört yaş civarındayken annemin uykudan önce bana çocuk romanları okumasına derinden bağlı. Uzak Ormanın Hayvanları serisinden her gece bir bölüm okuyormuş bana. “Ertesi gün önceki bölümü pek hatırlamıyordun ama olsun” diyor. Ben de kızıma okudum, bakalım onu da bu kadar etkileyecek mi? Kendi başıma okuduğum ilk kitap ise Şeker Portakalı, annemler ağlama sesime yan odadan koşup gelmişlerdi.

Bugüne gelirse neler söylersin, mesela kimleri okuyorsun?

Önümü açan kadın yazarlar var; başta Irmak Zileli olmak üzere, Sevgi Soysal, Latife Tekin, Seray Şahiner, Şebnem Burcuoğlu… Evde, koridorumun duvarına Gülten Akın şiirleri asılı, onu her gün okuyorum Sylvia Plath ile birlikte. Bir romana hazırlanırken de o konuyla ilgili kuramsal kitapları ve ona değen romanları okuyorum. Bu sebeple son dokuz ayım Nasuh Mahruki, Tunç Fındık, Jon Krakauer gibi yüksek irtifa dağcılarının günlüklerini okuyarak geçti. İkinci romanla vedalaşabilirsem bir okur olarak eksik olduğumu düşündüğüm polisiyeye şans vermek istiyorum.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments