“Öykülerim çırılçıplak çünkü onları ben seve seve soydum”
Yalçın Tosun’u ilk okuduğumda beni etkileyen, kitaplarını merakla beklememe neden olan şey, öykülerinin çağrıştırdıklarıyla, anımsattıklarıyla, bastırılan, geride kaldığı sanılan şeyleri gün yüzüne çıkarmasıyla insanı bazen günler, bazen aylar süren bir boşluğa itivermesiydi. Okunur okunmaz unutulan, hafızada yitip giden öyküler değildi bunlar. Varlığını inatla sürdüren, insanın içinde yaşayan, gününe karışan, en sıradan hayat pratiklerine dahil olan öykülerdi. Karakterleri, odak noktaları, kırılma anları değişse de, kimi zaman verdiği “canım, hepimiz üç aşağı beş yukarı böyleyiz” duygusuyla insanın içine sular serpen öykülerdi. Ve biraz Tomris Uyar’dan, biraz Füruzan’dan sahicilik devralan, yıllar geçse de hissettirdikleri, yaşattıkları akılda kalacak, hiç eskimeyecek öyküler…
Geçen ay yayımlanan Mesafenin Şiddeti‘ni de yine o bilindik yürek çarpıntısıyla, “ötekilere, yitirmişlere, yitirdiğinin farkında bile olmayan zavallılara” ait dünyaya adım atarken nelerle karşılaşacağımı bilememenin cezbedici merakıyla okudum. Beklediğimden çok daha fazlasıyla karşılaştım. Birkaç soru hazırlayıp Yalçın Tosun’un kapısını çaldım; o da sağ olsun yine içtenlikle yanıtladı…
Semih Büyü
Yalçın Tosun: “Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum”
Mesafenin Şiddeti, Yalçın Tosun, Yapı Kredi Yayınları
Yalçın Tosun: “Öykülerim çırılçıplak çünkü onları ben seve seve soydum”
İlk kitabınızdan bu yana on bir yıl geçmiş. Beşi öykü biri şiir, altı kitap sığan bu on bir yıl içinde dilinizde, kurgunuzda, edebiyat anlayışınızda muhakkak belli başlı devinimler, kopuşlar ya da keşifler olmuştur…
Öncelikle bunun yanıtı bende değil, sayıları gitgide azalan eleştirmenlerde olmalı diye düşünüyorum. Bunları yazarın tek tek saymasını da pek doğru bulmuyorum. Ama kabaca söylersem: Elbette, bunların olması kaçınılmaz. Yoksa insan sıkılır. Ben çok çabuk sıkılan bir insanımdır, bu da sürekli yeni oyunlar peşinde koşmama neden oluyor. Hem hayatta hem yazında. Bunların oluşuysa ayrı bir keşif süreci. Kıpır kıpır bir sergüzeşt. Keyif almak istiyorum yazarken, bu da ancak kendiliğinden gelişen bir arayışla mümkün bence. Ana dertlerim belki aynı, yanına yamacına eklemlenenler olsa da. Edebiyat anlayışım değişti mi? Sanırım öze daha vurgunum, sözü azaltmaya. Ötekilere. Yitirmişlere. Yitirdiğinin farkında bile olmayan zavallılara. İnsandaki o oynak ikiyüzlülüğü deşmeye. Sevim Burak’ın da dediği gibi aklını yitirmişlere -ki içinde yaşadığımız bu çağda aksi ne kadar mümkün? Ama tüm bu zaman içinde duyguyu okşamayı unutmadan ve hareketleri de hiçbir zaman küçümsemeden. Çünkü söz yanıltıcıdır, hareketler daha çok ele verir karakterleri, tıpkı insanları verdiği gibi.
İhmal edilen, kardeşiyle kıyaslanan, bir şeyler dayatılan, yok sayılan çocukların yaşadıklarını, aile içinde maruz kaldıkları psikolojik, fiziksel, cinsel şiddeti okuyoruz yeni öykülerinizde. Sizi ilk kitabınız “Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler”den sonra yeniden çocuk, aile ve şiddet üçgeni üzerinde durmaya çağıran etkenler nelerdi?
Öze döndüm sanırım. Asıl derdime yeniden yaklaştım. Bu kadar yakın vahşetinin yaşandığı bir toplumda korkunç ailelerin ve korkunç geçirilmiş çocuklukların çok belirleyici olduğuna inanıyorum. Şiddetin her biçimini yaşıyoruz, aileden değilse bu kez okuldan, komşudan, arkadaştan, sevgiliden… Bu, derin kesikler açıyor ruhumuzda. İlla fiziksel olması da gerekmiyor bunun. Bir sözün ağırlığını yıllarca taşıyabiliyor insan kalbinde. Kardeşinin bir sözü yüzünden yıllarca kendine karşı güvensiz olabiliyor insanlar. Çünkü çocukken, sevdiklerimizin bize bile isteye kötülük yapabileceğini düşünmüyoruz. Kötülüğün çocukluktaki karşılığı daha farklı. O sözü söyleyen yakınımız diyelim, yıllar sonra aslında ne kadar korkunç biri olduğunu anlıyoruz. Ama iş işten geçiyor. Bu arada çocukluk çoktan yitirilmiş oluyor; erken büyümüş, erken ekşimiş, erken kaybetmiş, posası sıkılmış birilerine dönüşüyoruz.
Bir Çingene kızının ya da bir transseksüelin, bir primadonnanın veya yaşlı bir yazarın hayatına; sınıfı, mesleği, yaşı, cinsiyet kimliği birbirinden farklı insanların hayatlarına öyküler ilerledikçe kolayca geçiş yapıyor ve hiç yadırgamıyoruz. Bunun ancak iyi bir sosyolojik gözlem, ince bir dil işçiliği ve kitaba dair bütünlük hissinin okura geçmesiyle mümkün olacağına inanıyorum…
Geçişken, akışkan ve değişmekten korkmayan biriyim. Biraz biraz herkesmişim gibi hissediyorum bazen. Bunları biriktiriyorum. Bir şiirimde şöyle demiştim sanırım bana tercüman olabilir:
“çocuk adam, hem kadın, biraz da duldum
kendimi bir yalnızlıktan -o umarsız ihtirastan-
biraz zamanı kazıyarak alnımın ortasından
biraz güneş yapıştırarak akıl defterime
biraz tırnaklarımı sökercesine ve kanatarak
soydum ha soydum.”
Dolu dolu bir yazı.
Güzel bir analiz.
Otantik bir deneyim için sizi de beklerim.
http://karyadanyazilar.com