Yalçın Tosun: “Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum”
İlk öykü kitabı “Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler”i okuduğumda içimde bir kırılma yaratmış, yeni öykülerini bir an önce okuma isteği doğurmuştu Yalçın Tosun. Ardından “Peruk Gibi Hüzünlü” geldi, sonra “Dokunma Dersleri”… Ve geçen hafta YKY’den çıkan yeni kitabı “Bir Nedene Sunuldum”..
İnsan, kendi hayatından, geçmişinden, ruh halinden bir şeyler sezinlediği böyle öyküleri de, sağaltıcılığına inandığı bu tarz bir öykü dilini de kolay bulamıyor, açıkçası bulunca da paylaşmak istiyor. Bu söyleşiyi biraz da o coşkuyla yaptığımı içtenlikle söyleyebilirim…
Semih Büyü
YALÇIN TOSUN: “Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum”
Kitabınızın adıyla başlamak istiyorum. “Bir Nedene Sunuldum”, bir şiir dizesi gibi; öyküsü nedir?
Her kitapta sona yaklaştıkça ve biçimi iyice duyumsadıkça, adın ne olacağı konusundaki düşünme süreci başlıyor. Benim için hem zor hem zevkli dönemeçlerden biridir bu. Öykülerden birini seçip kitaba ad vermek yerine onlardan başka, kitabın ruhunu keşfetmeye çalışan başkaca bütünleyici bir ad seçmeyi isterim her seferinde. Kitap adlarına ve kapaklarına takıntılıyım biraz aslında. Onlarca ad arasında gerçekten içime sineni bulana kadar aylar geçiriyorum. (Kapak seçim süreci de ayrı bir hikâyedir). “Bir Nedene Sunuldum” ise beş epigrafla başlayan beş ayrı bölümden oluşuyor. Dört öyküden oluşan her bir bölüm ise farklı bir nedeni imliyor. Bir kabullenişi, “başka türlüsü olabilir miydi acaba?” sorusunu sormaya gönül indirmemeyi çağrıştırıyor biraz. Bir şiir ya da şarkı sözü dizesi gibi evet. Aynı zamanda bu seferki öykülerimi en iyi saran, sarmalayan örtü bu sözcüklerdi o nedenle dördüncü kitabımın adı oldu…
“Peruk Gibi Hüzünlü” kitabınızın adı da kendi şiirinizden geliyor. Şiirle ilişkiniz hangi düzeyde?
Bir şiirim olduğunu duyumsuyorum ben. Bir gün ortaya çıkarıp çıkarmamakta kararsız olduğum. Ama öykülerimin içine sızmaktan da geri durmayan bir şiir bu. Bu anlamda biraz da olsa su yüzüne çıktı denebilir. Aslında her şey şarkı sözüyle başladı. Çok gençken. Güzel şarkılar şiirlere, şiirler öykülere götürdü beni. (Cânım Aysel Gürel’i, Bülent Ortaçgil’i, Mehmet Teoman’ı, Yıldırım Türker’i, Sezen Aksu’yu anmadan geçmeyelim o halde.) “Peruk Gibi Hüzünlü”nün öncesinde ve sonrasında yazdığım şiirler, şarkı sözleri var, duruyorlar. Sözün özü, uzun zamandır biriktirdiğim, sayıca az olsa da üzerinde uğraşmayı sürdürdüğüm şiirler yanında öykülerime girip çıkan, etrafında dolaşan ayrı bir şiir olduğunu düşünüyorum. Bir gün bir şiir kitabı yayımlar mıyım henüz bilmiyorum ve pek sanmıyorum ama içimde yüzmeye devam eden bir şiir var evet, kaçak güreşiyor çoğun, ama orada olduğunu, girişlerini çıkışlarını, anlık vuruşlarını derinden hissediyorum.
Öykülerinizde daha ilk satırlarda cinsel bir gerginliğe yakalanıyor, böyle olacağını biliyor ve biraz da buna gönüllü olarak kitabı eline alıyor okur. Yola çıkış noktalarınızdan birinin bu gerginlik olduğunu söylesek yanılır mıyız?
Sanırım öyle. Cinsellik alışkanlığa durmadan önce, ilk zamanlarında o gerginliği barındırır. Çoğu yanıyla şehveti ve dikeni hoştur bu gerginliğin, çünkü bir bilinmezi barındırır. Bilinmezler de devam etmemizi sağlar bu hayata. Kim olursa olsun sevişilen, artık o gerginliği bırakmıştır gövde ve artık hiçbir zaman aynı noktaya gelinemez, en azından onunla. Bazense bu gerginlik çok daha yoğundur, ergenlikte ya da hangi nedenden olursa olsun yasak diye tanımlanan aşklarda örneğin. Ama tenin çağrısı galip gelir genelde, çünkü abartılı duygular ya da haddinden fazla yüceltilen ‘aşk’, o kavuran ortak paydamız cinselliğe özenle ve bazen fazlaca giydirdiğimiz orası burası sarkan, biraz daha büyüyünce de giymemiz için alınmış korkunç giysilere benzer. Benim öykülerime bunların de izi, gölgesi vuruyor sıklıkla sanıyorum.
Yaşlanma, yaş alma, bedendeki çökmeler, eskiye özlem “Bir Nedene Sunuldum”da bazı öykülerin omurgasını oluşturuyor. Sizi bunlar üzerine düşünmeye ve yazmaya iten duygu nedir?
Ben daha çok küçükken yaşlı bir çocuktum. Bazı çocuklar benim gibidir, yaşlandıkça deliliğin tatlı sosuyla biraz olsun yaşamaya çalışırlar yaşlılık içinde geçirdikleri çocukluklarını. Belki bu yüzden beni hep çok ilgilendirdi yaşlılar. Bir yandan serttim, biri sırf benden büyük diye ona saygı duymayı hep reddetmiştim. Öte yandan ruhumu ısıran merakım da bakiydi. Nasıl dokunuyor yaşlı insanlar birbirine derdim daha gençken örneğin. Oysa parmaklar aynı parmaklar, ama ten nasıl duyuyor? Onca yaşanmışlık neler getiriyor ve götürüyor? (Merak duygusu sanırım beni en çok tanımlayandır).Yaşarsak gitgide hemhal olacağımız bir durumla yüzleşme çabasıydı biraz da. Böyle böyle biriken duygular “Bir Nedene Sunuldum”un beşinci bölümünde yer verdiğim öyküleri doğurdu. Yaşlılık ve cinsellik diye de daraltabiliriz belki, eğer istersek.
“Karganın Merhameti” ve “En Uzak Dağ” öyküleri, politik ve sosyolojik içerikleri dolayısıyla özel bir seçkide daha iyi duracakmış, yerini bulacakmış gibi hissettim. Öyküye toplumsal olanı taşımak, hep bir risk barındırır mı?
“Karganın Merhameti”, Murathan Mungan’ın derlemesi “Bir Dersim Hikâyesi”nde okurla buluşmuştu, yıllar önce. “En Uzak Dağ” ile birlikte benim zaman ve mekânı öykülerimde kullanışımdan farklı bir yerde duruyorlar evet. Ama öte yandan içinde bulundukları bölüme de güzel yerleştiler. Kimlik ve aidiyet üzerine öyküler bir araya geldi çünkü o bölümde. Dersim’den kaçırılmış bir kız çocuğu ile yıllar önce ülkesinden kaçmış, İsviçre’de yaşayan Ermeni bir yaşlı kadının öykülerinden söz ediyoruz burada. Bahsettiğiniz bir risk midir bilmiyorum. Böyle şeyleri düşünmüyorum yazarken. Bana doğru geleni yapıyorum, onlar yıllarca hiçbir kitabıma girmeyen öykülerdi, bu kitabıma aitmişler, yerlerini beklemişler ve buldular gibi duyumsuyorum.
Yazarlar eleştiri ihtiyacından sıkça söz ederler ama bunun sonuçlarına pek değinmezler. Sizi bugüne kadar etkileyen, yol gösterici olduğunu düşündüğünüz eleştiriler nelerdi?
Eleştiri çok karmaşık bir konu. Daha çok yorumlarla besleniyor Türk yazını, bazı istisnaları saymazsak. Bir de kutuplaşmaların olduğunu düşünüyorum, görüyorum. Bunları bir yana bırakırsak, bugüne kadar kendi yakın çevremden gelenler dışında herhangi yol gösterici bir ‘eleştiri’yle karşılaşmadım. Yani yabancıların nezaketiyle karşılaşmadım henüz.
Dildeki duruluğa, açıklığa önem veriyor ve sizin bu konuda okuru yanıltmayacağınızı biliyorum. Böyle bir dili yaratmak, korumak, nasıl bir disiplinde yaşamayı gerektiriyor?
Dil benim yumuşak karnım. Takıntılı olduğum bir başka konu. Dil duygusu, duyarlığı zamanla gelişiyor sanırım. İlk kitabımdaki benle şimdiki arasında da fark vardır, olmalı. Burada dil dediğimizde kurguyla, öykünün konusu ve karakterleriyle, zamanıyla birlikte düşünmeliyiz. Sadece öykü de değil, söyleşileri, konuşmaları, öteki metinleri hepsini kapsar dil. Hepsi yazarın sorumluluğudur. Benim dilim yalın ve duru bir dil, öyle diyorlar. Ama başka kapıları da barındırıyor içinde bana kalırsa. Süreğen bir arayışın koynundayım bu anlamda. Bulmayı da çok arzulamıyorum ya, o da ayrı bir mesele.
Semih Büyü
Subscribe
0 Comments
oldest