Egoist okur

Yann Martel: “İnanmamak daha kolay ama…”

Habertürk’ün hafta sonu eklerinde beraber çalıştığımız genç arkadaşım Alihan Mestçi geçen hafta Man Booker ödüllü ve bazı eleştirmenlerin, “Okuyanın Tanrı’ya inanmasını sağlayan kitap” diye tarif ettiği  “Pi’nin Yaşamı”nın Kanadalı yazarı Yann Martel’e le konuştu.  Bildiğiniz gibi, ünlü yönetmen Ang Lee geçen yıl bu romanı sinemaya uyarlayınca Martel de dünya çapında üne kavuşmuştu.

Yazarın bir enteresan özelliği de ülkesinin başbakanı Stephen Harper’a dört yıl boyunca bıkmadan usanmadan toplam 101 roman, oyun, öykü ve çizgi roman göndermesi, mektuplar yazmasıydı. “Stephen Harper Ne Okuyor?” başlıklı proje sonradan “Yann Martel’den Başbakan’a ve Tüm Diğer Kitap Severlere Tavsiyeler” adıyla yayımladı.

Açıkçası Alihan’ın röportajında en çok inançla ilgili bölümleri, bir de başbakana tavsiyeler hakkında konuştukları bölümü sevdim. (Aklıma Orhan Pamuk’un benzer bir hadisesi geldi, linki aşağıda.) Dolayısıyla önce Alihan’ın röportajını sonra o haberi okuyun. Bir tavsiyeniz varsa, başbakan değilim ama bana da yazabilirsiniz.

Gülenay Börekçi

Recep Tayyip Erdoğan ve Barrack Obama’dan önce ben okudum

yann martel egoistokur pinin yasami

Röportajda kullanılan görseller buradan alındı

Başbakana bıkmadan kitap + mektup gönderen yazar

Üzerinden 12 yıl geçti ancak romanınızın verdiği mesaj hâlâ tartışma konusu olabiliyor. Mesajınız neydi?

Hayatta bazı tercih haklarınız var tabii ama koşulları değiştiremeyebilirsiniz. Bir otobüs çarpar mesela ve tekerlekli sandalyeye mahkûm kalabilirsiniz. Başınıza geleni nasıl yorumlayacağınız size bağlı. Olayları anlamlı hale getiren sizin yorumlarınız. Tekerlekli sandalyeye bağlı kalacağınız gerçeğini değiştiremezsiniz. Peki o zaman depresyona girip intihar mı edeceksiniz veya sürekli içecek misiniz? Yoksa başınıza kötü bir olay geldiğini kabul edip daha kötü durumda olanların farkına vararak sağlam halinizden daha mı sıkı tutunacaksınız hayata? Tercih bizim… “Pi’nin Yaşamı”nda keskin bir tercih sunuyorum. Hayvanların olduğu hikâyeye mi, yoksa Pi’nin açlıktan annesini yemek zorunda kaldığı hikâyeye mi inanacaksınız? Sabah güne stres içinde; evliliğinizi, çocuklarınızı veya memleketin halini düşünerek mi başlayacaksınız yoksa hayata başka bir gözle mi bakacaksınız?

‘Ben hayvanlı hikayeye inanıyorum’

Peki ya siz, filikada bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve Richard Parker adında 300 kiloluk bir Bengal kaplanının olduğu hikâyeye mi, yoksa 16 yaşındaki “Pi” Patel’in Pasifik Okyanusu’nda hayatta kalmak için insanı altüst eden “vahşi” hikâyesine mi inanmayı tercih ediyorsunuz?

Hayvanların olduğu hikâyeye inanıyorum. Hayatı daha güzel yaşamak varken neden çöpe atalım ki? Dünyada 70, 80 en fazla 90 yıl kalacağız. 20’li yaşlarda hayatla alay etmek kolay. Çünkü sağlıklısınız, gençsiniz; tanrı gibisiniz. Ama 50’li yaşlarınızda korkularınız açığa çıktığında, güçten düştüğünüzde alaycı olmanın bir manası kalmıyor. Hayatın, özellikle gençliğin ne kadar kısa sürdüğünü ve kıymetli olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Hayatın en değerli kısmını neden daha uzun yaşamayasınız?

Bunun için inançlı mı olmalıyız?

Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu mantıkla kanıtlamaya çalışmak zaman kaybı. Bu bir inanç meselesi. Sadece din değil, romantizm ve siyaset de inanç meselesidir aslında. Hayatta inanmayı tercih edebileceğiniz birçok şey var. Bence yanlış olan, hiçbir şeye inanmamak. Bir şeyi seçmelisiniz. Yaşamın hikâyesi de budur zaten. İnanmak için ortada hiçbir kanıtın var olmadığını söylemek mantığa uygun gelebilir ama bu, varoluşsal olarak pek doğru değil. Güzel hayat, kendinizi bir şeye, birisine adadığınız, aralarından birine inanmayı tercih ettiğiniz hayattır. Takım tutmak bile böyledir. İnanç ve bağlılık hayatın makineleridir.

‘Mantıklı olmanın bir mantığı yok’

İnanmak mı yoksa inanmamak mı daha kolay?

İnanmamak daha kolay. Ve mantıklı görünenle baş başa kalmak… Batı toplumunda rasyonelliğin bu kadar baskın olmasının sebebi bu. Ama aslında büyük problemimiz de bu… Mantıklı olmanın bir mantığı yok. Mantık, mantıklı olmak için bir gerekçe vermiyor. Örneğin rasyonalitenin görünen en müthiş hali olan otomobiller, yola çıkmak için bize bir neden sunmuyor. Bir dine inanmak; bir insanı, bir ülkeyi veya siyasi bir düzeni sevmek çaba gerektirir. Bir şeyi sevmek, bir şeye inanmak için emek harcamak lazım. Bence akıl, ancak o zaman faydalıdır.

Tanrı’nın varlığından kuşku duyan birçok kişi var…

Herkes kendi tercihini yapmalı. Ama bana sorarsanız kuşkucu değil, eleştirel olmalıyız. İrade özgürlüğü, insanlığın en değerli ve mutlaka bilgece kullanılması gereken özelliklerinden biri. İrade özgürlüğü, tercih özgürlüğünden farklıdır. Kuran’ı, İncil’i veya diğer kutsal kitapları eleştirel bir gözle okumanız gerektiği anlamına gelir, ancak bu şekilde onları anlayabilir ve tekâmül edebilirsiniz. Bir şeye körü körüne bağlanmak anlamsızdır. İnsanlar bu yüzden sessiz değil, tartışan varlıklar. Kutsal metinleri okuduktan sonra onları kolayca yok sayabilirsiniz, ancak bu sırada bir şeyleri kaçırmış da olabilirsiniz. Okumak, anlamak, inanmak çaba ve bir evrim süreci gerektirir. Politikada olduğu gibi dinin doğasında da tartışmak ve ortak bir kanıya varmak vardır. Adım adım ilerlediğiniz bir süreç bu. Fakat, inandığınız yüce bir değer veya varlık olmadığında, içerisinde adım adım ilerlediğiniz bir süreç de olmuyor. Yani hayat büyük bir boşluk haline geliyor.

‘İnançlarını şiddete alet edenler’

Tuttukları takım veya sevdikleri insan uğruna şiddet uygulayanları, öldürenleri ne yapacağız?

İnancın kendine has bir tabiatı var. Yıllarca holiganlıkla mücadele eden İngilizler, seyircileri “gerçek taraftarlar” ve “holiganlar” olarak ikiye ayırdılar. Tuttukları takım uğruna veya birine âşık oldukları için şiddet gösterenlerin, inanç ve bağlılıklarını şiddete alet edenlerin üstesinden gelmek gerek. Tüm dinlerin temelinde feragat etmek vardır sonuçta. Mesela İslam bence teslim olmak demek. Yüce bir varlığa teslim oluyorsunuz. Tanrı’nın hükmüne varmanın tek anahtarı bu. Amerika’da bazı Hıristiyan gruplar kürtaj yapan doktorları öldürüyor. İslam adına cinayet işleyenler de var. Bu, Tanrı’yı kullanmaktan başka bir şey değil.

Daha barışçıl bir hayat, daha barışçıl bir dünya nasıl mümkün olabilir?

İnsanlar terörist olarak doğmuyor, bir sürecin sonunda teröriste dönüşüyor. Yoksulluk, arka arkaya gelen hayal kırıklıkları ve bastırılmışlıklar aşırı görüşleri besliyor aslında. Saptırılmış dini argümanlar, hayal kırıklıklarını telafi etmek için girişilen eylemlere bir çeşit meşruiyet sağlıyor. Yani öfke sanki artık sadece sizin öfkeniz olmaktan çıkıyor, Tanrı’nın öfkesini de kapsar hale geliyor. Öfkeli olan aslında Tanrı, o halde ona hizmet etmek için yaptıklarınız meşru sayılmalı! Ancak Allah, İsa veya Buddha adına eylemlerde bulunmak son derece tutarsız bir şey. Tıpkı Türkiye adına cinayet işlediğinizi iddia ettiğinizde Türkiye’de hapse girmeniz gibi… Çünkü ülkenizdeki hukuk sistemi bunu yasaklar. Tanrı için de aynısı geçerli. Öte yandan, kendinizi yüce bir varlığa adadığınızda, bir hareketin içinde gibi hissedersiniz. Bu harekete ait olmak yalnızlığınızı hafifletir. Hüsran veya engellerle başa çıkmanın en kolay yolu da kendi psikolojinize odaklanmak yerine birilerinden nefret etmektir. O noktada sorunun kaynağı başkaları, yani sizin dışınızda herhangi birileri olur. Ama yapacak işiniz, sizi doyuracak yemeğiniz, yasalara ve kolluk kuvvetlerine güveniniz varsa, şiddete meyletmezsiniz. O yüzden orta sınıfın kuvvetli olduğu ülkelerde istikrar daha kolay sağlanıyor. Şiddetin uzun vadede çözümü, insanlara ekonomik fırsatlar yaratmaktan geçiyor.

‘Eğitim insana bakışımızı değiştirdi’

Modern dünya insanları daha mı vahşi hale getiriyor, yahut insanların hayvani tabiatını daha mı görünür kılıyor?

Bir bıçakla kaç kişiyi öldürebilirsiniz? Peki ya bir Kalaşnikof’la. Teknoloji öldürme kabiliyetimizi artırıyor. Ama bizi daha mı vahşi hale getiriyor, emin değilim. Ortaçağ’da insanlar daha mı az vahşiydi? Toplu katliam yapacak kapasiteleri yoktu ama kâfirleri ve cadıları yakıyorlardı. Üstelik feodal düzende zaten uzun yaşanamıyordu. Bence insan doğası temelde çok değişmedi ama birbirimizi eğitme kabiliyetimiz, kapasitemiz arttı. Eğitim, insan doğasına ve insanın potansiyeline bakışımızı değiştirdi.

Peki medeniyet bizi nasıl değiştirdi?

Amerikalılar ayrıcalıklı tüketicilere dönüştüler. Kimileri diğerlerinin sıkıntılarına gözlerini kapatan doyumsuz insanlar haline geldi, kimileriyse açık kalpli kalabildi. Bu ikinci gruptakiler sürekli olarak kendilerini, çevrelerini, dolayısıyla insanlığı daha iyiye taşımaya çalışıyor. Medeniyetin sembollerinden biri de elbette anayasalarımız. 12 koloninin Amerika anayasası, denge ve fren prensibiyle işleyen, kimseyi gereğinden fazla güçle donatmayan mükemmel bir sistemi öngörüyor. Öte yandan protesto edenlere ateş açanlar da medeniyetin ürünleri. İnsan çok karmaşık bir canlı, kaplandan bile daha karmaşık.

Medeniyetin, insanın içindeki hayvanı görmesini engellediğini düşünüyor musunuz?

Hayvanları dürtüleriyle hareket eden vahşi varlıklar olarak değerlendiriyorsanız, cevabım evet. Hayvanları diğer canlılarla bağlantılı yaşamlar süren, doğanın yüceliğine saygı duyan varlıklar olarak değerlendiriyorsanız, yine evet. Ama medeniyet bizim bu özelliğimizi de kaybetmemize yol açtı.

‘Siyasetçiler İvan İlyiç’in Ölümü’nü okusun’

Size basit bir sorum var: Neden okumalıyız?

Okumak hayatınızı genişletir. Hiç seyahat etmemiş ve kitap okumamışsanız bilgeliğe ulaşmak için tek fırsatınız çevrenizdeki insanlar; aileniz, öğretmenleriniz, komşularınız ve arkadaşlarınızdır. Olağanüstü bir aileniz, harika öğretmenleriniz ve mükemmel arkadaşlarınız olabilir ama çoğunluk için durum ne yazık ki böyle değildir. Okumadığınızda hayatınız kısıtlı kalıyor. Her bir kitapta başka bir hayat yaşıyorsunuz ve o hayatın bilgeliğiyle tanışıyorsunuz. Siyasette sadece bilgelik değil karizma, şans gibi etkenler de geçerli ve ayrıca, her siyasetçi iyi bir okur olmalı gibi bir kaide de yok. Tabii okumayanlar daha iyi lider olma şansını pek yakalayamıyor. Bence Tolstoy’un 80 sayfalık öyküsü “İvan İlyiç’in Ölümü”nü okuyun. Ölümü deneyimleyeceksiniz ve bu sizi daha açık kalpli, daha empati sahibi biri haline getirecek. Yaşlı siyasetçilere de “İvan İlyiç’in Ölümü”nü öneriyorum.

Başbakana 101 kitap gönderdi

Kanada Başbakanı’na neden kitap gönderdiniz?

Çünkü kendisi hiç seyahat etmemiş ve hiç okumayan biri. Bunun etkisini dar ve tutucu politikalarında da görebilirsiniz. Çok fırsatçı. Ayrıca beslendiği herhangi bir kaynak yok. Liderliği boyunca rüzgâr nereden eserse oraya yönelecek. Bu yüzden çok güçlüymüş gibi davranan zayıf bir lider. Her şeyi bildiğini söyleyen ama aslında hiçbir şey bilmeyen insanlardan. Ona dört yıl boyunca iki haftada bir roman, oyun, öykü, çizgi roman ve mektup gönderdim. Toplan 101 adet… Çünkü sanat sadece eğlence aracı değildir, aynı zamanda sorgulamanın ve tartışmanın da bir yoludur.

Türkiye’de tartışılan sosyal, politik meseleler Türkiye’nin handikapları mı yoksa çözüldüklerinde sizce bizim için bir ganimete mi dönüşecekler?

Türkiye, diğer Müslüman ülkelerde olmayan sorunlarla yüzleşiyor. Türkiye çözülemez derin sorunları olan bir ülke değil ve bence halihazırdaki sorunlarını çözdüğünde sınırlarının ötesine taşacak. Sekülerizmle İslamcılığın siyasetteki rekabeti Türkiye’nin modernliğini gösteriyor aslında. Öte yandan İran gibi ülkeler kapısını bile aralamadıkları bu meseleler yüzünden geride kalmaya mahkûm!

Dünya’yı Pi’nin cankurtaran filikasına sığdırsanız, kim kimi temsil eder?

Dünya zaten bir cankurtaran filikası, tıpkı Pi’ninki gibi… Hayatımız bir cankurtaran filikasında, uzayda süzülerek geçiriyor ve hayatta kalmaya çalışıyoruz.

Alihan Mestçi

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Ged
10 years ago

“Çünkü kendisi hiç seyahat etmemiş ve hiç okumayan biri. Bunun etkisini dar ve tutucu politikalarında da görebilirsiniz. Çok fırsatçı. Ayrıca beslendiği herhangi bir kaynak yok. Liderliği boyunca rüzgâr nereden eserse oraya yönelecek. Bu yüzden çok güçlüymüş gibi davranan zayıf bir lider. Her şeyi bildiğini söyleyen ama aslında hiçbir şey bilmeyen insanlardan.”
İlginç… Bana başka birisini hatırlattı.