Veda eden menekşe
“Hepsi bir rüya gibi değil mi? Neden burada olduğumuza dair ufacık bir kanıtın var mı? Neden bunca adaletsizliğin olduğunu çözebilen var mı? Herkesin her şeyi bildiği ve aceleyle tükettiği bir dünyanın kime ne faydası var?”
Yeni masallarını dört gözle beklediğim sevgili masalcımız Hande Şarman bu kez küskün, kırgın, hırçın bir menekşenin öyküsünü yazdı. Hem menekşelerin hepsinin aynı olduğunu kim söylemiş! İşte bu, diğerlerinden biraz farklı, özel bir menekşe. Onu seveceğinizi umuyorum…
Gülenay Börekçi
Hande Şarman’dan yeni masal: VEDA EDEN MENEKŞE
Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir adada rüzgarla gelenleri duyabilen biri yaşarmış. Adı Sparsa imiş. İnsanları, hayvanları, bitklileri, meyveleri, taşları dinlemeyi de bilirmiş ama en çok rüzgarı dilermiş. Rüzgar çok şey getirdiği için.
Güzeller güzeli bir adada yaşayan Sparsa, yaz aylarının bitip yaprakların dökülmeye başladığı günlerden birinde rüzgar alıp başını oraya buraya gittiğinde ister istemez kulak vermeye başlamış. Denizden kimler geçiyor, karalara neler vuruyor, bulutlara kimler bakıyor, hayallerde bu aralar ne moda, kimin ne dilekleri savrulmuş havaya, kim kiminle nerede ne yapıyormuş… Sparsa, bu olağanüstü yeteneğine rağmen, ezelden beri dedikodudan hoşlanmazmış. Herkesi ve her şeyi dinlediği için boş laflara ve dedikoduya da maruz kalırmış. O yüzden usandığı bu tür gevezelikler için, onları özenle filtre edecek bir sistem yaratmış kendine. O filtreden geçmeyen hiçbir şeyi artık duymuyormuş. Çok da rahat etmiş. Herkes özel yetenekleriyle ilgili ayarlamalar yapmalıymış tabii. O da yapmış. Başarılı da olmuş. Ancak o gün, rüzgarların deliler gibi esmeye başladığı günün akşamüstü saatlerinde hiçbir filtrenin tutamayacağı büyüklükte bir saçmalık gelip Sparsa’ya ulaşmış: “Dünyanın sonu geldi.” Boş laflara özel hazırlanmış filtre, bugüne dek saçmalıkları çok güzel engellediği için Sparsa duyduğu lafın devamını dinlemek istemiş. Ne demekmiş dünyanın sonu geldi? Ancak fısıltılar hafiflemiş. Rüzgar hafiflemiş. Dinlemeye biraz ara vermesi gerekmiş.
İçi sıkılmış, elleri terlemiş, karnı ağrımış. Herkesin kendisine benzeyen evlerde yaşadığı bu barış dolu adadaki annesini, babasını, kardeşlerini, sevgilisini, dostlarını düşünmüş. Kimsenin asla istediği gibi evlerde oturamadığı çirkin büyük kara parçalarını düşünmüş. Adaletsizliğin hüküm sürdüğü pis toprakları düşünmüş. Çocukların öldüğü uçsuz bucaksız birer karadelik gibi olan denizleri düşünmüş. İnsanların istemeden düştükleri yollarda çektikleri acıları düşünmüş. Savaşların tarifsiz acılarını ve savaşlardan beslenen kan emicileri düşünmüş. Gösterişçileri ve sade insanları, yalanları ve sadık olanları, hırslıları ve barış içinde yaşayıp gidenleri… ağaçları ve iş kulelerini, buzulları ve klimalı evleri, kitapları ve silahları, ormanları ve hayvanat bahçelerini, sirkleri düşünmüş. İzlersen pamuk pamuk olan bembeyaz bulutları ve lacivertli karanlık fırtına günlerini, bakarsan görebileceğin özel kayaları ve acımasız volkanik dağları, misler gibi ekmek kokan sabahları ve en kötü haberlerin geldiği günleri, şükür dolu akşamları ve zamanın izini bile kaybettiren ölümcül hastalıkları… Sparsa her şeyden ve herkesten sorumlu gibi hissetmiş. Bütün yükler onu aşağı çekerken bütün güzellikler ona kanat olup havalandırmış. Dengeye gelince sakinleşip anlamaya çalışmış. Şimdi hepsi, birden, hiç olmamış gibi, hop diye yok mu olacakmış?
Bir kişi hariç, daha önce en sevdiği ve güvendiği insanlara bile söz etmediği bu yeteneği sayesinde dünyanın sonunun geldiğini öğrenmiş olduğu gerçeğiyle ne yapacakmış şimdi? “Böyle bir şeyi bilmek bir insanın taşıyabileceği bir yük mü” diye düşünmüş. Demek bir gün bunu da duyacakmış. Ne kadar üzgünmüş, ne kadar ne kadar. Kime neyi ne kadar söylemek gerektiğini hesaplamaya çalışmış. Sonunda en iyisinin, çok güvendiği dostu Makoto’ya danışmak olduğuna karar vermiş. Belki o yardım edebilirmiş. Böylece şehrin ve hatta koca adanın tam orta yerindeki küçücükk evinde yalnız yaşayan Makoto’nun yanına gitmiş. O sırada bir şeyler okumakta olan Makoto, zaten Sparsa’nın geleceğini sezdiğinden, sakince beklemekteymiş. Her biri birer ayı boyutunda olan kedilerinin barış içinde oynadıkları, devasa ağaçlarının yaz kış dallarını kıpırdattığı, sarmaşıkların dans ettikleri kocaman bahçesinin sevgiyle kucakladığı küçücük evin kapısında karşılamış Sparsa’yı. “Hoşgeldin” demiş. “Gel. Sakinleş”
Sparsa ve Makoto çok esiden tanışırlarmış. Türlü çeşitli çaylar demler, tütsüler yakar, hayatı, anlamını, insanları ve kitapları düşünürlermiş birlikte. Zamanla birbirileri için “iyi dost ne demektir”in cevabı olmuşlar. Sparsa’nın dinleme ve duyma yeteneğini bilen tek kişi Makoto imiş. Bu evrende her şeyi duyup da büyük bir yalnızlığa düşüp delirmediyse dostu sayesindeymiş. Zaten filtreyi de birlikte keşfetmişler.
Sparsa hala elleri titrerken ve başı dönerken kendisini rahat koltuklardan birine bırakıvermiş. Şöyle bir soluklanıp oanları anlatmış. “Aslında basit. Dünyanın sonu geldi ve benden başka bilen tek kişi de sensin.”
Makoto ilk anda inanamamış, sonra müthiş gerilmiş. Ne demek şimdi bu diye düşünmüş. Bunu, detaylı bir şekilde, gerçekten olacakken ilk kez düşünmüş. Onun da aklından bir sürü şey geçmiş hızla. Nehirler ve fabrikalar, festivaller ve açlık, sevişmek ve dövüşmek, çimenler ve kuraklık, işinden bıkanlar ve işsizler, yeni ev hayal edenler ve evsizler, ailesine küsenler ve kimsesizler, müzik yapanlar ve sağırlar, para basanlar ve beş parasızlar… her şey, herkes, canlı cansız. Kafası patlayacak gibi olmuş. Sonra nasıl oldusa aynı hızla birden bire içine bir ferahlama gelmiş. “Belki de her şeyin susması, durması bir nevi bitmesi gerekiyordur. Belki yeniden başlamak için bitirmek gerekiyordur” diye düşünmüş.
Sparsa ise o an pencerenin kenarındaki menekşeyi dinliyormuş. Dinlemek zorundaymış, çünkü bu bütün çabalara rağmen asla çiçek vermeyen bitki resmen haykırıyormuş: “Hepsi bir rüya gibi değil mi? Neden burada olduğumuza dair ufacık bir kanıtın var mı? Neden bunca adaletsizliğin olduğunu çözebilen var mı? Herkesin her şeyi bildiği ve aceleyle tükettiği bir dünyanın kime ne faydası var? O kadar da karmaşık değil! Boşver bu kadar üzülme. Hiçkimse bugünün son günü olduğunu bilmek istemez. Sevdiklerine bir şey bildirmen gerekmez. Bu tür bir şey birine söylenmez. Hem vedalar yüktür. Yine de sen başkasın. Benim vedamı kabul et. İşte şu anda patı patır açan bütün çiçeklerim sanadır. Görebilene. Sana. Elveda.”
Makoto’nun içi ferahlamışken, Sparsa menekşe sayesinde mor mor çiçeklenip bambaşka bir bakış açısı yakalamışken, rüzgarlar eserken, kediler oynarken, bulutlar göğe resimler çizerken, çay tam da demlenmişken dünyanın sonu gelmiş. Öylece. Belki sadece bir menekşenin dünyası, belki gelmiş geçmiş bütün canlı ve cansızların dünyası… Birinin sonu gelmiş. Anlaması belki zor, belki imkansız ama işte öylece bitmiş gitmiş. Bu masal da burada bitmiiş.
Hande Şarman
E-posta: handesarman@gmail.com
Twitter: @handesarman Instagram: handesarman
Subscribe
0 Comments
oldest