Egoist okur

HAKAN GÜNDAY: “Yeter ki hayrete düşmeye hazır ol, meyilli ol, müsait ol”

Hakan Günday, günümüz edebiyatının en önemli kalemlerinden. Kinyas ve Kayra, Zargana, Piç, Malafa, Azil, Ziyan, Az ve Daha adlı romanların yazarı. Oyun yazarı olarak DOT Tiyatro’nun kadrosunda görev yapıyor ayrıca. Malafa’yı DOT için oyunlaştırmıştı, şimdilerde bir başka romanını uyarlıyor tiyatro sahnesine.

Günday’ın ilgilendikleri arasında sinema da var. Daha doğrusu sinema onun romanlarının büyüsüne kapılmış durumda. Daha adlı romanı dünya edebiyatından 11 kitapla birlikte Berlin Film Festivali’nin “Books at Berlinale” bölümüne seçilmiş, böylece ilk kez bir Türkçe kitap bu bölümde sergilenmeye hak kazanmış.

Ama biz onunla bunları değil, okumayı, yazmayı, kitapları, kitaplarla maceralarını konuşmak için buluştuk. Elbette her zaman olduğu gibi yine Brasserie Bomonti Kadıköy’de…

Gülenay Börekçi

“İyi bir yazarın tek patronu, anlattığı hikayedir”

Müzikle her zaman ilgiliydin. Müziğin edebiyattan farkını sorsam ne söylersin?

Müzikle edebiyat arasındaki temel fark bence şu: Müzisyen yarattığı eserin etkisini, dinleyicilerden gelen tepkiyi anında görüyor. Öte yandan yaratım süreci bakımından ikisi arasında pek fark yok; müzik de edebiyat da yalnız üretiliyor.

Sanatın başka hangi alanlarıyla uğraştın, şiir yazdın mı mesela?

Yok, şiir yazmadım ama biliyorsun, tiyatroyla uğraşıyorum. Aslında epey zamandır, kitaplarımın sahne sanatlarındaki karşılığı ne olabilir diye düşünüyordum ve onlardan olsa olsa sokak gösterisi olurmuş gibi geliyordu bana hep.

Ne demek bu tam olarak?

Benim bir kitabımdan sahnelenecek oyun açıkçası biraz derme çatma bir şey olurdu, her an bir hadise çıkar, polis gelir, oyuncular kaçmak zorunda kalırdı. İskelede oynanıyor diyelim, tam o sırada vapur kıyıya yanaşırdı, içinden 500 kişi inince ortalık keşmekeş olur, oyunun atmosferi değişirdi. Konser versem, müziğe şehrin sesleri eşlik ederdi. Kaldırımı söken greydere çıplak sesle eşlik eden gitarı düşün, ben yazıda o greyder sesini vermeye çalışıyorum. DOT’u izlediğimde aynı şeyin peşinde olduğumuzu hissettim. Benim mürekkep ve kağıtla yapmaya çalıştıklarımı onlar hareket ve sesle yapıyordu. Birlikte çalışmaya başladık ve Malafa’yı oyunlaştırdık.

Ortaklığınız sürüyor…

Evet, şimdi yine bir romanımı oyunlaştırmaya çalışıyoruz. DOT’la daha önce başka işler de yaptık. Festen adlı bir oyunlarındaki şarkılara söz yazdım mesela. Çok öğreticiydi benim için, hikaye anlatıcılığının sürekli katman kazanan başka bir türü gibiydi. Sen metni yazıp yönetmene veriyorsun, o başka bir katman ekleyip oyuncuları çağırıyor, ardından izleyiciler katılıyor. Tekrar tekrar oynandıkça zaman içinde katmanlar birbiri üstüne biniyor.

“Konuşurken aramızda hep maskeler var…”

Ama bütün bunlar da aslında yazıyla alakalı şeyler. O yüzden başa dönüp yazıyla maceranın nasıl başladığını sorayım…

Yazmayla ilişkim, okumakla başladı. Konuşurken aramızdaki iletişim çok kırılgan olabiliyor, çünkü her türlü sosyal ve psikolojik baskı iletişimimizi baltalamak için orada hazır bekliyor. Önyargıların var mesela ve sen konuşurken, hayat hakkında her türlü fikre sahipmiş, her şeyden fazlazıyla eminmiş gibi davranıyorsun. O yüzden yazıyla iletişim sözlü iletişimden çok daha etkili ve saf. Sözlü iletişimde aramızda hep birtakım maskeler var ve onları aşmak çok zor.

Yazıyla ne oluyor?

Eğer öncesinde zihninde çeşitli önyargılar üretmediysen, metinle kurduğun iletişim daha kusursuz oluyor. Neden biliyor musun, çünkü en nihayetinde okuduğun metin bir yalnızlık halinde üretilmiş. Sen de okur olarak onu gene bir yalnızlık halinde tüketiyorsun. O metin iki yalnızlığı birleştiriyor… İşte bu bence iletişimin en saf halidir.

Yazar yalnızlık halinde üretiyorsa, bu onun tamamen özgür olduğu anlamına mı gelir?

Pek değil. Bir metni üretirken gerçek yalnızlığın, bütün baskılardan muaf o halin keyfini çıkarman zor aslında. Etrafında patronluk taslamaya hazır her şey var. Mesela dönemin geçerli akımları, tarzları, sana patronluk taslamak isteyebilirler. Derler ki, “Bak şu ara böyle böyle şeyler yazılıyor, sen de otur onlar gibi yaz.” Sonra ne bileyim, o sırada yürürlükte olan ceza kanunları, ahlak kuralları ya da medya da pekala patronluk edebilir. Yazmak her türlü etkiye açık bir iş…

E, ne yapacak o zaman yazar?

Patron olarak öyle bir şeyi seçecek ki ötekilerin ona söz geçirmesi mümkün olamayacak.

Yani?

Tek patronun, anlattığın hikaye olacak. Patronların en acımasızıdır o, asla tatmin olmaz. En fazla dayağı ondan yersin. Öte yandan en büyük ödülü de ondan alırsın, çünkü daha iyi anlatmanın, ona daha iyi hizmet etmenin bir yolu mutlaka vardır. Böyle bir patronun varsa, başka patronu kabul etmezsin zaten.

“Hikaye mi bulmak istiyorsun, hastanelerin acil servislerine, karakollara gitmelisin”

Bir hikayenin peşine düştün diyelim ki… Nasıl anlıyorsun onun sana patronluk edecek hikaye olduğunu?

Neyi anlattığımdan ziyade niçin anlattığımla ilgili bir şey bu. Louis-Ferdinand Celine’e katılıyorum. “Hikaye mi bulmak istiyorsun, hastanelerin acil servislerine, karakollara git” demişti.  Mesele hikaye bulmakta değil; çünkü zaten her şey hikaye… Mesele anlatmak için niye o hikayeyi seçtiğin… Galiba o hikayenin bir işe yaraması gerekiyor.

İşe yaraması gerekiyor derken…

Yazmak bana göre en mantıklı, en iyi düşünme tekniği. İnsan neyi düşünmek ister?Tabii ki anlamadığı, aklına yakmayan, çözemediği ne varsa onu. Bu düşünme sürecinde hikaye bir araçtır. Bir soru vardır zihninde, cevap aradığın. Onun üzerinde kafa yorarken hikayeni oluşturmaya başlarsın. Ama burada bir tuzak var; amacın asla o soruya cevap bulmak olmamalı. O zaman hem kendini sınırlamış olursun, hem de kibir tuzağına düşersin. Halbuki bir şey aramazsan kaybolma ihtimalin de olmaz. Aramazsan bulursun da… Amaç tek sorudan yola çıkıp bin soruya varabilmek, en azından bunu denemek.

Hatta hikayen, senin aklına gelmeyen soruları da sorabilir…

Evet, bir metnin 10’uncu sayfasına geldiğinde soluğun kesilerek durup “Bu cümleyi ben mi yazdım?” diye sorarsın bazen. O cümlenin kaleminden çıkması için öncesinde 9 sayfa yazman gerekiyormuş.

Her şeyi planlayan ve bütün çerçeveyi önceden en küçük ayrıntısına kadar çizen yazarlardan mısın yoksa doğaçlama yapmayı mı seviyorsun?

Yok, ben bankayı soymaya kapıdan girdikten sonra karar veriyorum… Kameralar nerede duruyor, kasa kalın mı değil mi, bunları hep içeride öğreniyorum. Başım derde girerse ya da kurtulursam, ikisi de plansızlıktan oluyor… Başka türlü yazamam.

Peki bankayı soyarken seni uzaktan izleyen ve gerektiğinde müdahil olan ikinci bir Hakan Günday var mı?

Tabii var. Hatta belki mekanizmanın esası bu. Düşün ki sörfte iyi bir dalga yakaladın, çok güzel bir hareket yapacaksın, zaten amacın da bu. O sırada durup etrafa bakmaz, “İyi mi yapıyorum, kötü mü” demezsin. Teknik olarak o işi en iyi şekilde yapmaktan başka bir şeyi önemsemezsin. Yazma süreci işte böyle küçük anların toplamından ibarettir. Okuduğunda ayağını yerden kesecek tek bir cümle için kapanıp 300 sayfa yazmayı göze alırsın…

“Hiç tanımadığın bir adam elini uzatıp kaburgalarını kırmış, kalbini söküp sana sunmuş gibi. Mucizevi…”

Ağır iş gibi görünüyor…

Başka türlü olmaz. Yazmaya başlamak benim okur olarak da değişmeme yol açtı. Mevcut şartlarda algılarımız da biraz sakatlanmış durumda ve bir kitaptan beklediğimiz şeyler bir arabadan ya da tost makinesinden beklediğimiz şeylerden farksız. Arabanın bütün düğmeleri muntazaman çalışsın istiyoruz, tost makinesi arıza çıkarmasın, kitabın her cümlesi, her sayfası iyi olsun, bizi etkilesin…

Öyle olmamalı mı?

Bir kitabı, haklarını önemseyen bilinçli tüketici titizliğiyle okuyamayız. O zaman ha roman okumuşsun ha prospektüs, ne fark eder? Garanti süresi istiyorsun, iade hakkı bekliyorsun; tost makinesi, araba, kitap, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine barkod yapıştırılmış her şey birbirine benziyor. Halbuki her metin tektir. Az önceki cümleyi şöyle açayım… Bir kitabın 300 sayfası saçma sapanlıklarla doludur belki ama 300’üncü sayfada öyle bir paragraf çıkar ki karşına, seni hiç tanımayan bir adamın elini uzatıp kaburgalarını kırdığını ve kalbini söküp çıkararak sana sunduğunu hissedersin. Mucizevi bir şeydir bu, çok değerlidir. Uğruna 300 aptal sayfayı okumanı gerektirse de… Bu yüzden artık okurken tek bir paragraf, tek bir cümle yetebiliyor bana.

Böyle tek paragrafla hatırladığın kitaplar var mı?

Var, mesela Reşat Nuri Güntekin çok eskiden Fransız yazar Jacques De Lacretelle’in Evham adlı kitabını çevirmiş. Bazı yerlerinde resmen çarpılmıştım.

Az önce kibirden bahsettin. Seni uçuracak o tek cümleyi yazdığın zaman kibire benzer bir duygu hisseder misin?

Kibir seyirci gerektirir. O hareketi düzgün yaptığını, teknik olarak kendini zorladığını, bir adım daha ileri gittiğini yazarken sırf sen biliyorsun. O da sadece tek bir an. Bir saniye sonrasında zaten bir önemi kalmıyor, devam etmek zorundasın. İlk cümleyi çok ciddiye alırsan, ikinci cümleye gerek kalmaz, ilerleyemezsin. Ayrıca yazıyla alakalı her şey kırılıp, bozulabilir, yeniden tasarlanabilir. Yazdığım bütün kitaplar için geçerli bu, hepsinde hatalar var. Aynı kitabı bugün oturup yazsam bambaşka bir şey çıkar. Ama şuna inanıyorum: Yazarken aynaya, yani kendine doğru attığın milimlik bir adım bile ortalama 77 yıl yaşayan bir et parçası için kâfidir.

Aynaya doğru adım atmak ne demek?

Sınırlarını, sınırların olmadığını, öteki insanlardan farkın olmadığını, yeterince uzun yaşarsan herkes ve her şey haline geleceğini anlayabilmek demektir. Kendin hakkında gidebileceğin en ileri noktaya gitmektir. Bir yazar için bu çok önemlidir, çünkü kendin hakkında ne kadar ileri gidersen, insanlar hakkında da o kadar ileri gidebilirsin.

“Önce korkuyu satmalısın. Korkuyu satarsan savaş uçağını da, hırsız alarmını da, kırışıklık kremini de satarsın”

Charles Bukowski onunla yapılan bir röportajda, “Siyasetçilerin ya da Tanrı’nın yapamadığını yapmayı seçen biri değilim. Daha iyi bir dünya yaratmak benim işim değil, ben sadece insanlık hallerini daha doğrusu kendi hallerimi kaydediyorum” demiş. Senin yaptığın ne tam olarak?

Söylemiştim, ben öncelikle anlam veremediğim şeyleri yazıyorum. İnsanlık denen makinenin bozuk, gürültülü, çalışmayan kısımlarını. Çalışan kısımları niye yazayım, onları anlamak için prospektüslerini okumak yeterli.

Çalışan bir şeye ancak methiye düzülür, o da reklam olur…

Evet, o yüzden bozuk şeyler ilgimi çekiyor benim. Korkunun bir araç olarak kullanılmasıyla ilgileniyorum. Korkunun insan hayatındaki yeriyle ve bize bir illüzyon olarak satılmasıyla… Bir insana bir şey satmak istiyorsan, önce korkuyu satmalısın. Onu satarsan savaş uçağını da, hırsız alarmını da, kırışıklık kremini de satarsın. Benim yazdıklarım tam aksine elindeki kumandanın kanal değiştirme düğmesine basmayı, gazetenin sayfasını çevirmeyi istemene sebep olacak türden davetkâr olmayan hikayeler.

Geçmişindeki çözemediğin şeyler de etkiliyor mu yazmanı?

İlkokulda, ortaokulda öğretmenler sınavda “En iyi bildiğiniz yerden başlayın” der ya, haklılar. Yazarken doğumundan itibaren yaşadığın, tanık olduğun şeyleri ve sana hissettirdiklerini bir estetik filtreden, bir algı filtresinden damıtıyorsun. Hayatından süzülen o şey, sadece sana ait, başka kimsenin tekrarlayamayacağı bir şeydir. Bu filtre yıllar içinde bende de oluştu, romanlarımda rahatsız edici konuları, bende kalan tortuları yazıyorum.

Peki yazınca ne oluyor, tortular temizleniyor mu yoksa daha da mı rahatsız edici hale geliyor?

Zaman içinde konu senin için teknik bir şey haline gelebilir, üzerinde o kadar uzun zaman düşünmüşsündür ki artık heyecanlanmaz, soğukkanlı yaklaşabilirsin. Ölümlü olduğunun yavaş yavaş bilincine varırsın. Senin için geçmiş ve gelecek yoktur, an vardır. Tortuların temizlenmesine yardımcı olur mu yazmak, bilmiyorum ama soruna odaklanmanı sağlar. Bir matematik formülü üzerinde düşünmekten farksız aslında, sonunda çözümü bulabilirsin de bulamayabilirsin de.

“Ben hâlâ ormanı anlatıyor, hep karanlığa bakıyorum”

Başa döndük… Bu sırada hep yalnız mısındır?

Şimdi tersi bir şey söyleyeceğim; yazarlık bir yandan da tek başına yapılan bir iş hiç değil. Yüzyıllardır yazılan çizilen her metin elinin altında, her yazar yanında… Çok kalabalık bir insan topluluğunun, yani senden önce yaşamış bütün yazarların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor her hikaye. İlham dedikleri şey aslında bu. Hermann Hesse’nin kitabındaki Boncuk Oyunu gibi… Kazanmana gerek yok, oyunu oynamayı bırakmaman yeterli, zaten oyun kazanılmıyor, sadece iyi ya da kötü “oynanıyor”.

“Yazmasaydı yazmazdım” diyeceğin yazarlar var mıdır?

Celine’i okumasam, yazmazdım belki de. Erken yaşta tesadüfen karşılaşmış ve çok etkilenmiştim. Adını bilmediğim enstrümanlarla dolu bir orkestranın yaptığı ve dinlerken tüylerimi ürperten bir klasik müzik eseri gibi etkilemişti beni. Etkilenmeye açık olursan zaten bir sürü yazar bulursun. Algılarımızın kapanmasına meyilli zihinlerimiz var, aptallaşma eğilimimizle mücadele etmemiz gerekiyor. Bir gün sana “Roman okumayı bıraktım, şiir de okuyamıyorum artık, bundan sonra Napolyon’un biyografisini okuyacağım” dersem, işte o zaman şüphelen benden. Her yazar senin yazarın değildir elbette ama hiç değilse biri öyledir,  yeter ki hayrete düşmeye hazırlıklı ol, müsait ol, meyilli ol.

Yazmak yazar için intikam alma vesilesi olabilir mi?

Her şeyin vesilesi olabilir yazmak; intikamın da affetmenin de. O etkileri önceden tasarlamak mümkün değil. İntikam için başladığın bir romanı bitirirken bile kendini hâlâ ağzından salyalar akarak intikam almaya çalışır bulabilirsin, çünkü yetmez! Yazıp bitirdikten sonra artık öfke falan hissetmediğinin farkına varırsan, işte ancak o zaman becermişsindir intikam almayı. Yazmak anlamakla alakalı bir şey; kabuslarına giren mevzu neyse onu her açıdan görmeye çalışmak… İnsan davranışlarını, korkularını daha iyi algılamanın, neyin gerçek neyin sahte, neyin kıymetli neyin kıymetsiz olduğunu anlayabilmenin peşindeysen, hayatında ters giden şeylere bir mana vermek ve çözmek istiyorsan, bunları konuşarak yapamazsın, yazacaksın.

Bu kadar ayrıntılı bir keşiften sonra kabuslarına giren şey de seni korkutmaz artık sanırım…

Yeryüzünün ilk hikayelerini düşünüyorum. İnsanlar muhtemelen ateşin bulunmasından sonra başladılar hikaye anlatmaya, geceler de kullanılabilir hale gelince… Ateşin varlığına rağmen hâlâ çok korkuyorlardı ve ormanın karanlık kısımlarını konuşuyor, karanlığa dair boşlukları doldurmak için her gece hikayeler uyduruyorlardı. Sırf artık karanlıktan eskisi kadar korkmamak için.

Sen de hâlâ hep ormanı anlatıyorsun o zaman.

Evet, ben hep karanlığa bakıyorum.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments