127 Saat ve Çehov’un silahı
Çok sevgili arkadaşım, beni sinemayla barıştıran insan Mehmet Erdugan, Vertigo köşesinde bu kez çok sevdiğim bir filmi yazıyor. Danny Boyle’un 1975 doğumlu dağcı Aron Ralston’un hayat hikayesinden uyarladığı “127 Saat”i… “İyi de kim yani bu Aron Ralston?” diye soranlara “İdollerimden biri, kahramanım” demek isterim. Okuyun lütfen. Bir filmin bize tüm varoluşumuzu nasıl da sorgulatabildiğini hatırlayın…
James Ralston, 127 Saat’in çekimleri sırasında seti ziyaret ediyor.
Biraz oynayınca taşlar, acıtır hatıralar
Yönetmen, yapımcı, senarist ve tiyatro yönetmeni olarak çok yönlü kişiliği ile tanıdığımız Danny Boyle 1994 yılında Mezarını Derin Kaz (Shallow Grave) ile televizyondan sinema dünyasına geçmiş, sonrasında Trainspotting (1996), Olağanüstü Bir Hayat (A Life Less Ordinary) (1997), Kumsal (The Beach) (2000), 28 Gün Sonra (28 Days Later) (2002), Milyonlar (Milions) (2004), Gün Işığı (Sunshine) (2007) filmleriyle geniş kitlelere ulaşarak itibarını artırmıştı. 2008 yılında yönettiği Milyoner (Slumdog Milionaire) ile de “En İyi Yönetmen” dâhil aday olduğu kategorilerdeki pek çok ödülü kazanarak Oscar’lı yönetmenler arasına adını yazdırmıştı. Yönetmenin 127 Saat (127 Hours) filmi, 2010 Eylül ayında 54’üncüsü düzenlenen BFI London Film Festivali’nin kapanış filmi olarak anons edildiğinde seyretmek için doğrusu heyecan içinde ve merakla beklemiştim.
Irvine Welsh (Trainspotting), Alex Garland (The Beach), Frank Cottrell Boyce (Milions), Vikas Swarup (Q&A) gibi edebiyatçıların çalışmalarını beyazperdeye ustalıkla aktaran yönetmenin 127 Saat filmi her ne kadar tam olarak bir edebiyat uyarlaması statüsünde olmasa da bir gerçek yaşam öyküsünün edebiyat dünyasında otobiyografik bir kitapla ebedi bir esere dönüşmesiyle kendisinden bu anlamda söz ettirmeyi hak ediyor. Okuyanlar bilir; Amerikalı genç mühendis Aron Ralston “Between a Rock and Hard Place” kitabında filme konu olan yaşam hikâyesini anlatmıştı. Danny Boyle bu hikâyeyi “Hayatta, yaşama isteğinden daha güçlü başka bir istek yoktur” önermesiyle güçlendirerek beyazperdeye taşımıştı.
Parkta gezinti…
Gerçek yaşam hikâyesinden bildiğimiz üzere; Aron Ralston 1975 doğumlu, Amerikalı bir mühendis. Intel’de çalışan, Fransızca bilen, piyano çalan bu genç adam aynı zamanda profesyonel bir dağcı. Hafta sonlarını ve tatillerini kanyonları keşfederek, dağlara tırmanarak, kayak yaparak geçiren Ralston bir süre sonra Intel’i bırakarak kendini tamamen zorlu dağ sporlarına adar. Hatta gönüllü arama-kurtarma ekiplerinde yer alır. 2003 yılında, hiç kimseye haber vermeden Utah’ın muhteşem doğasına sahip Blue John Canyon’una kendi deyimiyle “parkta gezinti” yapmaya gider.
Genç adamın bundan sonra yaşadıkları ise 127 Saat filminin konusunu oluşturur: Aron Ralston (James Franco) bir hafta sonu söz konusu kanyona gitmek üzere ihtiyaçlarını hazırlar ve yola çıkar. Kanyon bölgesine vardığında kendisi gibi doğa sporları tutkunu iki kadınla karşılaşır ve onlara eşlik eder. Çoğu kişinin gezmeye dahi cesaret edemeyeceği kanyonlara yeni arkadaşlarıyla korkusuz bir şekilde tırmanan Aron, keşfedilmemiş yarıklardan kendisini bıraktığı boşluğun sonunda bulduğu manzara ile bu çılgınlığın keyfini çıkarır. Tanıştığı iki kadının bir süre sonra kendi yollarına devam etmesiyle günün ilerleyen saatlerine yalnız devam eden Aron, tırmandığı bir kanyonda dengesini kaybedince kolu devasa bir kayanın altında sıkışır. Aron Ralston kaderi ile baş başa kaldığı bu andan itibaren olağanüstü iradesiyle yaşam mücadelesine başlarken düştüğü yarıktan tek parça çıkabilmek için fazla bir seçeneğinin olmadığı gerçeğiyle yüzleşir.
Filmde Aron Ralston’u James Franco canlandırıyor.
Doğa karşısında aciz kalan insan
127 Saat filmine baktığımızda konu esasında oldukça net; bir kaza ve kazazedenin ölümle burun buruna gelmesi karşısında kendi kolunu keserek kurtulma çabası. Fakat Danny Boyle atmosfer, tek mekan ve tek karakter ile izleyiciyi hikayenin içine öylesine ustalıkla çekiyor ki seyreden kendini oyuncuyla bütünleştirerek empati köprüsünü kurmayı, parçalanan çekirdek aile kavramına yapılan göndermelerle dejenere olan toplumu ve buna sebep olan sistemle birlikte insanlığın doğa karşısında aciz kalışına dair sorgulamalarını yapmaktan alıkoyamıyor.
Film, “modernite” ve “modernizm” adı altında tüketim toplumuna dönüşmüş hayatları gürültülü bir şekilde seyirciye sunarak açılırken diğer tarafta “Narsisizm kültürü”nün bir çocuğu olan ve tüketim toplumunu sembolize eden Aron kendi yalnız dünyasında yola çıkmak üzere hazırlığını yapmaktadır.
Çehov’un silahını bulabildiniz mi?
Bir dönemin “iyi hikaye” anlayışı üzerine söylenen “Oyunun başında duvarda asılı bir silah varsa, oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır” sözünden yola çıkarak “Çehov’un silahı” deyişini hatırlarsak filmin başında israf edilerek akıtılan musluk suyunun ilerleyen dakikalarda önemine hâsıl olmak kaçınılmazdır. Dini toplumsal yaşamın arka planına iten ve laikliği ilke olarak benimseyip geleneklerden koparak özgürlük fikrinin yaygınlaşmasını sağlayan modernite ile birlikte toplumsal yaşam içinde rasyonel bir kimlik kazanan modern insanın bencil ahlakı, insan tabiatına terstir. Tarihsel materyalizm doğrultusunda düşündüğümüzde düşünsel, politik ve ekonomik olarak çöken toplumsal değerlerle birlikte dünyada ve ülkemizde milyonlarca insan yarı aç ve fakir yaşarken, israf ve açgözlülükle dolu bir tüketim çılgınlığında hesapsız sürdürdüğümüz yaşamlar, vicdanları böylesi bir filmin seyrinden sonra uzun bir süre daha rahatsız edecektir.
Kişisel ve sosyal bedellerini ödeterek insanları olabildiğince bencil, içlerine kapanık ve kamusal hayattan uzaklaştıran Narsisizm kültürünün belirleyici özelliklerinden biri de herkesin “zararsız” meşguliyetler bulması, toplumsal olaylardan kendilerini uzak tutacak hobiler edinmesi, sağlığın ve kişisel gelişimin kolektif bir saplantı haline gelmiş olmasıdır. İnsanlar kendilerine sunulan tüm “imkânları” da sırtlanarak yakın geçmişinden olabildiğince uzaklaşmak için hızla koşmaktadırlar. Aron da sırf bu yüzden hiç kimseye bir şey söylemeden, adeta insanlardan kaçarcasına gittiği kanyonda, deneyimli bir sporcu olmasına rağmen kendisini ölüme sürükleyen bu inanılmaz mücadelesinde uzaklaşmak istediği insanların aslında hayatında ne kadar değerli olduğunu acı çekerek hatırlayacaktır.
Kapitalizm hunharca tüketimi körükleyip arzuları yönlendirirken günümüzde artık teknolojiyi kullanmaktan da geri kalmıyor. Teknolojik aletler birer protez gibi, ruhlarımızın ve bedenlerimizin eksiklerini tamamlar noktasına geldi. Küresel pazarda kitlelere söylenilen budur. Peki gerçekten böyle midir?..
Aron’un bu zorlu deneyimine günümüzün endüstri uygarlığındaki teknosfer (teknolojik evren), sosyosfer (toplumsal evren), enfosfer (strateji evreni) terimleriyle yaklaşırsak, bize yukarıdaki sloganla pazarlanan teknolojik aletlerin hayatımızdaki verimliliğini ve ne kadar işe yaradığının sorgulamasını da seyir esnasında yapmak mümkün olmaktadır.
Aron’un kurtuluş mücadelesi, bir bakıma seyircinin de yolculuğu
Tüm bunların yanı sıra elbette filmin duygusal gücü, görsel bir sanat formu olarak onun çekiciliği ve James Franco’nun tartışılmayacak derecedeki başarılı performansıyla da doğrudan bağlantılıdır.
Aron’un kurtuluş mücadelesi her ne kadar içsel bir yolculuk olsa da Danny Boyle, bu içsel mücadele ile seyircinin duygusal bir bağ kurabilmesi için ara ara geçmişe dönüşlerden yararlanmıştır. Bu zor durumdan kendini kurtarabilmek için bir “süper ego”ya ihtiyaç duyan Aron, çekirdek ailesine doğru her geri dönüşünde kendini yalnız bırakılmış hissetmektedir. Dolayısıyla net bir yol gösterici figür yakalayamadığı için de motivasyonu an be an düşmekte, paranoyaları daha da artmaktadır. Ta ki kendisini kurtuluş anına doğru götürecek sıçrama tahtası olarak tutunmaya çalıştığı figürü geçmiş yerine gelecekten seçene dek…
“The Texas Chainsaw Massacre”, “Saw”, “Hostel” ve benzeri slasher türündeki filmlerle birlikte şiddete karşı artan aşinalığımızın yanı sıra modern zamanlarda “şiddet” kavramını bir uzaktan kumanda düğmesine basarak geçecek kadar duyarsızlaşmamızdan dolayı, Aron’un fiziksel acısı birçoğumuzu rahatsız etmemiş olabilir. Fakat eminim ki “âlemin bir parçası olmak” duygusunun yitirilişi ve dünyanın orta yerinde bir başına kalma duygusu istisnasız filmi seyreden bütün herkesi etkilemiştir.
Mehmet Erduğan
Subscribe
0 Comments
oldest