Ayfer Tunç: “Ruhum daima bu memleketi geziyor…”
Posted by gülenay börekçi on June 19, 2012 · 2 Comments
Bazı yazarlar vardır, ne yazsalar çıkar çıkmaz alır okurum. Ayfer Tunç onlardan.
Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş, Kağıt, Makas, Evvelotel, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi ve Yeşil Peri Gecesi gibi muhteşem öykü ve romanların yazarı Tunç’un zaman zaman günlük hayatımıza, insan öykülerine, yakın tarihimizin ayrıntılarına baktığı kitapları da var. Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek veya Ömür Diyorlar Buna gibi… Yeni çıkan kitabı Memleket Hikayeleri onlardan biri.
Ama benim için bunun, öncekilerden bir farkı var. Yazılacağını, yazılmakta olduğunu bir süredir sezdiğim bir kitap o. Zira Ayfer Tunç uzun süredir gezdiği, dolaştığı yerlerin fotoğraflarını çekiyordu. Kırık dökük evlerin, harabe haline gelmiş olsalar bile gözalıcı bir güzelliğin izlerini hâlâ taşıyan tarihi binaların, çirkinleştirdiğimiz şehirlerin, sadece bu ülkede rastlanabilecek kadar acayip ve oyuncaklı dükkanların fotoğraflarına bakarak bütün bu kararlı çabanın bir amacı olmalı diye düşünüyordum.
Ayfer Tunç sonunda bu eşine az rastlanır arşivi, Refik Halid Karay’ın aynı adlı eserine selam ederek yazdığı Memleket Hikayeleri adlı kitap aracılığıyla okura açıyor. Yalnızca fotoğrafları kastetmiyorum -kitapta onlardan da var- ama asıl olarak tüm bir hayat deneyimini, memlekete dair hissiyatını, gözlemlerini, izlenimlerini, biriktirdiği insan hikayelerini paylaşıyor bizimle. İşte Ayfer Tunç’la yeni kitabına dair yaptığımız röportaj…
Gülenay Börekçi
Bir gözlemci, bir kaydedici gibi bıkıp usanmadan çektiğiniz yüzlerce şehir fotoğrafını gördüğümde, bunların bir amacı olduğunu hissetmiştim. Şimdi Refik Halit Karay’ın neredeyse 100 yıl önce yayımlanmış kitabına selamla yazdığınız Memleket Hikayeleri’ni okuyorum ve bu kitabın o fotoğraflarla beraber yazıldığını hissediyorum. Sizi memleketi bir seyyah gibi ama içeriden gezmeye ve gözlemlemeye yönelten şey neydi?
Yıllardır İstanbul sokaklarında en az yarım saat yürümeden güne başlamıyorum. Her seferinde de bu şehre olan aşkım depreşiyor. Ama bu kitabı yazış sürecime fotoğraflar tesadüfen eklendi. Kurtuluş’ta zalimce yıkılmaya terk edilmiş, bir zamanlar çok güzel olduğu her halinden belli olan bir binanın karşısında ansızın büyük bir acı duydum ve o anda bir amacım olmaksızın fotoğrafını çektim. Böyle başladı. Öte yandan hayatımın tesadüfleri bu memleketi zaman zaman bir seyyah gibi dolaşmamı gerektirdi. Bunun yazarlığıma katkısının tarif edilemez ölçüde değerli olduğunu söylemeliyim. Ama bu kitap için özellikle bir yere gitmedim. Ruhum daima bu memleketi geziyor ya da gezdiğim zamanların birbirine karışmış hatıralarını hep canlı tutuyor.
Bu yıl çektiğiniz fotoğraflardan “İstanbul Yıkılıyor” serisini hatırlıyorum. Geçmişte birilerinin yaşadığı o yıkık dökük, yaşlanmış, tahrip edilmiş, unutulmuş hatta çoğu zaman eziyet görmüş eski İstanbul evleri şimdi, tam da bu halleriyle size ne söylüyor?
Değerbilmez bir toplum haline geldiğimizi, tarih bilincimizin gelişmediğini, ağır bir ifade olacak ama “yıkıcı” bir topluma dönüştüğümüzü. Geçmişimize ve tüm hücreleriyle bizim olana ilişkin şefkatimizi kaybettik. Artık şefkatli bir toplum sayılamayız ne yazık ki.
“Metropol olmanın tüm olumsuz niteliklerini barındıran İstanbul, İstanbullular için bile bir ‘memleket’ değildir, başka bir şeydir” diyorsunuz. Ben de sormak istiyorum: İstanbul nedir?
Benim için edebi varlığımın biricik kaynağıdır. Parçası olduğum için şükrettiğim şehirdir. Ama toplum olarak değerini bilmediğimiz ve giderek daha hızlı ve daha büyük bir açgözlülükle yağmaladığımız, dünya kültür başkentlerinden biri.
Kitabınızdan bir başka cümle: “İstanbul’u seviyorum, ama sevmek kolay. Ben İstanbul’u ölene dek sevmek istiyorum, işte bu zor.” İstanbul elbette çok değişti, modernleşti, söylemesi zor ama çirkinleşti. Onun ruhunu, güzelliğini yakında sadece kitaplardan, fotoğraflardan hatırlayacak hale geleceğiz. Ne olacak o zaman? Biz hangi İstanbul’la gurur duyacağız, hangi İstanbul’a aşkımızı dile getireceğiz?
Biz somut kültürel varlıklarımızla, atalarımızın yarattığı uygarlığın eserleriyle gurur duyan bir toplum değiliz. Öyle olsaydık, sokak aralarında gizli mücevherler gibi duran tarihi camilerin çevresini çöplüğe çevirmez, canım çeşmeleri ölüme terk etmez, uygarlık şaheserlerimizi binlerce çirkinliğin içine gömmezdik. İstanbul’u var eden o çokkültürlü zenginliği gizlemek için, kültür mirasımıza dahil olduğunu ısrarla reddettiğimiz kiliselerin çevrelerini derme çatma binalar, egzozcular, oto yıkamacılar, lastikçilerle sarıp gizlemiş bir toplumuz biz. Pek çok sayfasını kendi yazdığımız soyut ve yüzleşmesiz bir tarihle gurur duyan bir toplumuz. Dolayısıyla, kitaplarda kalmış bir İstanbul’un geçmişte oluşuyla gurur duyarız herhalde, bilemiyorum. Bitmiş bir aşkı dile getireceğiz. İşin acısı yaktığımız bu ağıtlar gelecek kuşaklar için ne ifade edecek bilmiyorum, “Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı” klişesi haline gelecek belki de. Onların İstanbul’u başka olacak çünkü.
Suçlayacaklarımız kimler ya da ne?
Somutlarsak o kadar uzun bir liste oluşur ki, sıralamakla bitmez. Ama en başa, bütün bir toplum olarak kendimizi koymalıyız. Medeniyet kavramıyla yüzleşerek başlayabiliriz. Bir medeniyetimiz var mıydı? Vardıysa ona ne yaptık?
Taşra sizin için ne ifade ediyor?
Bütün Türkiye devasa bir taşra haline gelmeden önce, bir yanıyla haddini bilen, kendin memnun, sempatik yurt köşelerini, bir yanıyla da tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Teslim” adlı hikayesinde olduğu gibi boğuntulu bir kıstırılmışlığı ifade ediyordu. Bugün anlamı yok olmuş, arkaik bir sözcük.
Bu kitap için gezdiğiniz yerlerden bahseder misiniz? Hangi şehirlere hangi zamanlarda ne amaçla gittiniz?
Bu kitap için özellikle bir yere gitmedim. Bugüne kadar gittiğim yerlerden, bana anlatılanlardan, okuduklarımdan, dinlediklerimden, bölük pörçük hatırladıklarımdan çıkan bir kitap oldu.
“Köklerinin sızladığını duymayan insan nasıl bir memleket arar ki kendine?” diye soruyorsunuz. Bu kitap için yaptığınız seyahatler sizin de bazı keşiflerde bulunmanızı sağladı mı? Yaralarınız sizi nereye çağırdı, kökleriniz nerede?
Bu kitabı yazarken yazma sürecim sırasında tesadüfen gittiğim yerler olduysa da fiziksel bir yolculuk yapmadım. Buna karşılık zihinsel yolculuklarım bitmek bitmedi. Gittiğim tüm Anadolu şehirlerini yeniden yaşadım. İlginç olan şu, ben köklerimle ilgili asıl keşfi Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ni yazarken yaşadım. O roman Karadeniz kıyısındaki bir ruh sağlığı hastanesini merkez alır. Annemin anneannesi Karadeniz’in doğu kıyısında, Sohum’da, annemin babası Rize’de, Annem Adapazarı’nda doğmuş. Karadeniz’in doğusundan batısına doğru gelmişler. Buna karşılık babaannem, dedem ve babam Bulgaristan’da Varna’da doğmuşlar, Adapazarı’na gelmişler. Böylece doğudan batıya tam Karadenizli olduğumu o kitabı yazarken keşfettim. Köklerim bende yara değil, hiç olmadı. Ama yaş aldıkça merak haline geldi. Sohum’u da Varna’yı da görmek istiyorum.
Sizce niçin kayıt tutmayı sevmeyen bir toplumuz biz? Ve bunun sonuçları neler?
Aslına bakarsanız Osmanlı çok sağlam kayıt tutan bir toplumdu. Çünkü büyük bir devlet olduğunun bilincindeydi ve yarattığı uygarlığı en azından uzun bir dönem boyunca işletmeyi bildi. Cumhuriyet, tarihi sıfırladı. Arşiv ve kayıt sıkıcı bir bürokratik işleme dönüştürüldü. Ama asıl sorun devlet mekanizmasındaki arşivde değil, toplumların kayıtlara olan ilgisizliklerindedir. Bir devlet tarihi sıfırlayıp her şeyi kendiyle başlatıyorsa, o devletin toplumu da kayıtlara karşı ilgisiz kalacaktır. Buna bir de tevekkül toplumu oluşumuzu, zamanla ilişkimizin modern ve uygarlık odaklı bir ilişki olmayışını ekleyin, sonuçta geliştiğini sanırken kaosun içinde debelenen bir toplum resmi çıkar.
Diyorsunuz ki: “Bizim için eski tozludur, kirlidir, aşınmıştır. (…) Nesnenin hatırasına saygı duymayı anlamlı bulmayız, hatırayı zihnimizde taşıyoruzdur, yeter. Bu yüzden yeni evi, yeni eşyayı, yeni mahalleyi, yeni şehri severiz. Hemen her şehrimizde adı Yenimahalle olan bir mahalle (…) bulunur. Yıkımlar bizi heyecanlandırır. Şölenlerle kutlarız. (…) Geçmişin nesnelerini yok edince, gerçeği de yok ettiğimizi zannederiz.” Ne düşünüyorsunuz, harap ettiklerimizi telafi edecek bir yol var mı? En azından bundan sonrası için bir öneriniz olabilir mi?
Özellikle deprem ve İstanbul bağlamında öyle bir zamanı yaşıyoruz ki rant kaynaklı yıkımların coşkusu arşa yükselmiş durumda. İş makineleri yıkımlara karşı duracakların üstüne yürümeye hazır bekliyor. Dolayısıyla bu büyük gürültü arasında ne söylesek duyulmaz halde gelecek. Diyeceksiniz ki işe bu tür büyük yıkımlardan mı başlamak zorundayız? Hayır değiliz, ama unutmayalım ki koruma bilinci bir bütündür, mikro olanı da makro olanı da kapsar. Dolayısıyla şu anda yapılacak şey, boğulup gideceğini bile bile, umutsuzca da olsa ses çıkarmak ve sevmek. Ülkenin siyasal tablosuna bakarsak, sevmekle ilgili sorunlarımız olduğu açık.
İnsan hikayeleri var kitabınızda. Farklı şehirlerden, farklı kültürlerden bireylerin anlattıkları, yaşadıkları… Onların şahsi hikayeleri bir biçimde bizim hikayelerimize temas ediyor. Nasıl karşılaştınız o kişilerle, hikayelerini nasıl öğrendiniz?
Hiç hatırlamıyorum desem.. Kitabın “Büyük siyah lekeler” başlıklı yazısında da anlattım nasıl “hatırlayamadığımı.” İthaflı olan hikayeler kaynağı belli olanlar. Onlarla da hayat yolumu kesiştirdi diyelim.
Bazı bölüm başlıkları: Çarpı işaretini öğrenmenin yarattığı kalp ağrısı… İyi insanların cehennemi daha sıcak olur… Ece’nin kadınlar hamamı cefaları… Bir Alman gelinin karalahana çorbası karşısındaki tutumu… Bettina’nın mahalleyi galeyana getiren bikinisi… Hepsi yaşanmış, gerçek hikayeler. Edebiyatın hayat karşısında durduğu yerden bahseder misiniz?
Bence edebiyat hayatla asla aşık atamaz. Çünkü hayat edebiyatı da kapsar, ama edebiyatın amacı hayatla aşık atmak değildir, onu dönüştürmek, görünenin ötesini göstermek, anlamak, anlam yaratmak ve dolayısıyla insanlaşmaktır. Benim edebiyatımın bir ayağı muhakkak yere basar, kaynağı hayattan alırım. Dolayısıyla hayat ve edebiyat benim için tam ortasında durduğum bir etkileşim alanı.
Son olarak, Londra’da yaşarken bir süre için amatör yazarların oluşturduğu bir topluluğa katılmışsınız. Hatta orada çok hazin bir gün yaşamışsınız. Sizin bir hikayenizin okunması üzerine ağlamaya başlayan Yunanlı bir genç kadın içindeki yarayı açıklamaya çalışırken arkadaşlarına dönerek “siz anlayamazsınız, o anlar” demiş. Bunun sizin için önemini anlatır mısınız?
Hiç beklenmedik, ama çok değerli bir andı. Hikayem Yunan kökenli bir İngiliz olan Andrea’yı ağlattı. Andrea hikayemi çok dokunaklı olduğu için değil, tarif edilmez, açıklanamaz bir şeyin bizi birbirimize yakınlaştırdığını gördüğü, onda memleket sızısı yarattığı için ağladı. Diğer İngilizlere anlatmakta çok zorlandı. Çünkü hikayemde ona Rebetiko’yu hatırlatan şeyin ne olduğunu kendi de kendine açıklayamıyordu. Öte yandan düşmanlığın varlığımızın ayrılmaz bir parçası değil, sonradan konmuş bir hastalığı olduğunu gösterdi. İnsan hayatında böyle anlar çok azdır. Dolayısıyla şanslı olduğumu düşünüyorum.
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
en sevdiğim yazarlardan birisi.çok güzel bir söyleşi sağolun kaleminize sağlık.herşey gönlünüzce olsun…
Fotoğrafların bir kitapta yer bulacağını ben de hissetmiştim. Ayfer Tunç’un fotoğrafları konu içinde sunuluyor sanki ve bir bütünün farklı parçalarını bırakırken de ister istemez belki de yazar kimliğinden dolayı, bir şekilde onların anlam kazanacağını düşündürtüyor. Bilgisine, anlatımına, saygı ve sevgi duyduğum bir yazar. Sonbaharı iple çekiyorum. En kısa zamanda okuyacağım kitaplardan.