Başar Başarır: “Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın!”
Başar Başarır’ın upuzun sekiz yıl aradan sonra yayınlanan son kitabı Düzenboz kimi zaman insanı kahkahadan kırıp geçiren kimi zaman dolu dolu ağlatan öykülerden oluşuyor. İnternet ile bostancıbaşının, dört çeker jiple haremağasının yan yana geldiği bir devrim sabahını da anlatıyor Başarır, Hrant Dink’i indiren o kurşunu da…
Başar Başarır: “Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın!”
Düzenboz, iddialı bir cümleyle açılıyor: “Bu kitaptaki olayların ve karakterlerin tamamı elbette ki kurgusaldır. Anlatılanların gerçek hayattaki olay ve karakterlerle benzerlikleri hiç de tesadüfi değildir.”
Bu, efendim, gerçeğin ta kendisidir. Ne yani, bir şeyler yazdım, yarattım, ama bunlar hayattakilere, benim görüp geçirdiklerime hiç benzemiyor diyebilir mi bir yazar? Olacak şey var, olmayacak şey var. Öte yandan neden bu cümleye ihtiyaç duydun derseniz, kimseyi acıtmak, üzmek istemediğim içindir. Yazı bence kin tutmaz. Yazı bir hançer değildir ki maziye saplayasın. Bu cümlenin hukuki bir hükmü var mı diye avukata da danıştım, güldü bana. Gülüşünden rahatsız oldum.
Öykülerin adlarından önce birer üst başlıkları var. Ben’den sonra sen ve o, ardından da biz, siz, onlar geliyor. Öykülerin üslupları da üst başlıklara uygun bir şekilde değişmiş. Niçin böyle bir yol haritası izlediniz?
Bu bir arayışın sonucu olarak ulaştığım son istasyondur. Kitapla, öykü kitabı formatıyla ilgili. Sanırım ilk kez bağımsız öyküler değil, tam ve bütün bir kitap yazdım ben. Birbirinden tamamen bağımsız, ayrı telden çalan, farklı hayat parçalarının altını çizen metinler mi bunlar? Evet öyleler. Ama bir bütünün parçası olarak düşünüldüler. Maksat şuydu: Öyle bir kitap olsun ki içindeki öykülerin öznesi değişsin. Hepimizi kapsasın. Okurken de birbirinden ayrılsın. Bir tarafından girilsin, öbür tarafından çıkılsın. Bunu da ancak böyle yapabildim. Aklım buna yetti. Kısacası, bir düzen merakından değildir. Öyküler kitap haline geldiklerinde bir bütünsellik yaratsınlar, okuması da kolay olsun diye.
Öykülerinizde düzen muhakkak bir biçimde bozuluyor. Ekmekler mayalanmıyor, kilitler açılmıyor, bilgisayarlar çalışmıyor, taşıtlar ilerlemiyor yahut kameralar duruyor ve elektrik kesiliyor… Ama sonrasını görmüyoruz. O kısmı okurun hayal gücüne, insafına, kararına mı bıraktınız?
Elektrikler tamamen giderse ne yaparsınız? Eh, bu sorunun yanıtı tamamen size kalmıştır. Çelik çomak oynarsınız. Sakız çiğnersiniz. Ya da istif yaparsınız. Ben ne karışırım ki? Düzen bozmak ayrı iştir, yeni bir düzen kurmaksa ayrı. Ben olsam ne mi yaparım? Benimki köhne bir cevap. Zımnen bunu söyledim de zaten kitapta. Elektrikler kesilrse ben olsam, affınıza sığınarak derdim ki, oturup salim kafayla sakin sakin kitap okurum.
Şehzade’nin Sünneti öyküsünden bahseder misiniz? Orada kitapların istenmediği ve televizyonun her şeyin üzerinde hakimiyet sahibi olduğu bir Osmanlı İmparatorluğu yaratmış sonra da onu devrimle sarsmışsınız…
Öznesi “onlar” bu öykünün. Yalın ayak, başı kabak gezenler. Aç yatıp tok kalkanlar. Onlar çoğalınca ne olur? Zelzele olur. Yerin altından ateş kaynar. Gerisi kurmaca. İnternet ile bostancıbaşını, dört çeker jiple haremağasının yan yana geldiği, hemhal olduğu bir devrim sabahı. Canlı yayına bağlanıp asırlararası bir rating çorbası pişireyim dedim. Fena mı olmuş?
Uzun süredir hiçbir kitapta Düzenboz’da olduğu kadar çok gülmemiştim. Hatta bir süre arkadaşlarıma oradan buradan cümleler okudum. Bunun bizim edebiyatımızda çok nadir rastlanan bir şey olduğuna inanıyorum. Mizah sizin dünyanızda ne anlama geliyor?
Bu söylediğinize pek sevindiğim. İşte aradığım ideal okur budur efendim. Benimle gülecek, sarmaya gelecek, beğendiği lafı mimleyip dost sohbetlerinde tekrar edecek bir okur. Okudukça ağzının tadı yerine gelecek, keyiflenecek, icabında hıçkıracak, ama daha çok yüksek sesle gülecek. Ayıptır söylemesi, bunalımlı metinlerden gına geldi artık. Karanlık, kendi içine kapalı, kendine acıyan, boğucu, her şeyi ve herkesi kötüleyen, neşesi kaçmış, balonu sönmüş bir depresyon edebiyatı beni okumaktan soğutacak neredeyse. Yeter yahu. Acı var mı hayatta? Var ama, böyle de anlatılmaz ki. Acı çekmenin bile kendine has bir asaleti, kendiyle dalga geçebilen bir nezaketi olmalı. Ben o taraflardayım.
Gözlerim dolarak okuduğum öyküleriniz de var. Çikolata bana babamı ne kadar özlediğimi hatırlattı mesela ve bir süre oralara takılıp kaldım. Gören Gözler’deyse ortak bir acımızı ve utancımızı, Hrant Dink cinayetini yazdığınızı fark ettim. Kısacası okurken o ruh halinden bu ruh haline geçip durdum. Öyküleri yazarken sizin halet-i ruhiyeniz neydi?
Yazmadan bir süre metni kuruyorum zihnimde. Malzeme topluyorum. Konunun uzmanlarına danışıyorum. Misal, yumurtalıklarda rastlanan çikolata kistleri hakkında tıbbi bilgi araştırıyorum. O sırada kafam gidip geliyor. Genellikle soğukkanlıyımdır ama bazen kendimi kaptırıyorum. Özellikle de bizzat yaşadığım bir duyguyu birinin kalbine, zihnine yerleştiriyorsam (Hrant’ı indiren o kurşun, yerde yatan cesedin altı delik ayakkabısı gözümün önünden gitmiyor). Bir kahramana böyle bir ameliyat yaparken kendimi de orada, ameliyat masasının yanında dikilirken görüyorum. Her şey birbirine karışıyor. Sonra, bir süre sonra bu gelgitler bitiyor. Bir kurguda, bir akışta karar kılıyorum. Yazmaya oturduktan sonra iş değişiyor. O adam artık sadece işini yapıyor. Gole giden pası almış, tek görevi topu kaleye sokmak. Biraz daha duyarsız, mekanik. İşe kalbini karıştırmayan bir operatör… Avını yakalamayı kafaya koymuş vahşi bir hayvan gibi çalışıyorum. Bitene kadar böyle. Bitince, hadi tekrar eski normal ben. Halim selim, sıradan bir ademoğlu. Ama yorgun, tüfeği düşmüş. Sanki araba birinci viteste on bin kilometre gitmiş de, bu yüzden su kaynatmış. Yaptığının iyi bir şey mi, yoksa büyük bir kabahat mi olduğunu merak eden çocuk gibi sabırsız, biraz masum, biraz da can sıkıcı bir mahluk. (Değerli eşim o mahlukatın çok kahrını çekiyor.) Genelikle gece saatlerinde yazabildiğimden, vakit çok geç olsa da uzun süre uyuyamıyorum. Oldu mu? Becerdim mi? Sonra ertesi gece yeni baştan.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest