Egoist okur

Camilla Läckberg: “Herkesin hayalleri vardır ama pek az kişi bunları gerçekleştirmeye çalışır”

Eskiden ekonomist olan Camilla Läckberg, İsveç’in en çok satan yazarı. Buz Prenses adlı romanı bizde de yayınlandı. Her biri rekor kıran öteki kitapları da bu kış sırayla yayınlanacak. Onunla Stockholm’de buluştuğumuzda, yazar olmaya nasıl karar verdiğini anlattı.

Söyledikleri içinde en çok aklımda kalansa şu cesaret veren cümlesi oldu: “Bir hayalin peşinden giderek bütün hayatımı değiştirebilmiş olmamla gurur duyuyorum. Herkesin hayalleri vardır ama pek az kişi bunları gerçekleştirmeye çalışır. İyi ki işimi bırakıp yazmaya başlamışım. Bunu yapmasaydım şimdi hem başarısız, hem de çok mutsuz bir kadın olacaktım.”

Gülenay Börekçi

camilla lackberg egoistokur dogan kitap 1

“Herkesin hayalleri vardır ama pek az kişi bunları gerçekleştirmeye çalışır”

Camilla Läckberg’in polisiye türündeki romanları sadece İsveç’te değil, tüm Avrupa’da çok satan listelerinin en tepesinde. Gittiği ülkelerde “rock yıldızı” muamelesi görüyor, imza günlerinde izdihamlar oluyor. Onunla röportaj yapmak için davet edildiğim Stockholm’de buna bizzat şahit oldum. Kitapçı vitrinleri baştan aşağı Camilla Läckberg posterleriyle süslüydü. Kafelerde, parklarda herkesin elinde onun romanları vardı. Düşünün; röportajdan sonra Läckberg’e bindiğim taksilerin şoförleri, kaldığım otelin çalışanları için bile kitap imzalatmak zorunda kaldım.

Size İsveç’in Agatha Christie’si diyorlar. Hayranı mısınız?

Hem de nasıl! Polisiye romanlara aşık olma sebebim o. İlk kez yedi yaşındayken, babamın kütüphanesinde bir romanını bulup okumuştum. Öylesine büyülenmiştim ki, bir çırpıda bütün kitaplarını bitirmiştim. Şimdi de günümüz polisiyelerini fazla sert buluyorum ve eski usul polisiyeleri okumaya devam ediyorum. Onlarda artık kaybettiğimiz farklı bir lezzet var.

Daha önce ekonomistmişsiniz. Nasıl yazar oldunuz?

En büyük hayalim polisiye romanlar yazmaktı ama bir türlü zaman bulamıyordum. En kötüsü cesaretim yoktu. Sonunda eski kocam Noel hediyesi olarak beni bir yaratıcı yazarlık kursuna yazdırdı. Artık görüşmesek de ona hayatım boyunca müteşekkir kalacağım. Kurs bana cesaret kazandırdı, kendime güvenmemi sağladı. “Vay be, meğer yazabiliyormuşum!” dedim kendi kendime. Buz Prenses’e de zaten orada öğrenciyken başladım. Tabii sonradan iki yıl gece gündüz bu romanla uğraştım, o ayrı.

Ve işinizden istifa ettiniz…

Karar vermiştim: Sevmediğim bir işi sürdürmek yerine hayal ettiğim işi yapacaktım.

Kurstayken duyduğunuz en yararlı tavsiye neydi?

“En iyi bildiğin şey neyse onu yazmalısın” demişti öğretmenlerden biri. Romanlarımda tabii ki kendimi yazmıyorum ama başta annem olmak üzere tanıdığım bütün karakterlerin bir biçimde hikayeye sızdıklarını fark ediyorum. Olaylar hep doğduğum küçük kasabada geçtiği için de çok rahatım. Yazarken yolumu gözüm kapalı bulabiliyorum.

Kötülük nedir sizce?

Hayatta saf kötülük ve saf iyilik diye bir şey yoktur ki. İnsanlar ruhlarında ikisini de barındırırlar. Bile isteye, hesaplı kitaplı kötülükler biraz daha başka tabii. Bu tür kötülükleri sadece sevgisiz, empati yoksunu kişiler yapabilir. Diğerleri için hep bir umut vardır. Ama bir yazar olarak ben bütün karakterlerimi anlamaya, hak vermeye çalışıyorum. En kötü kalpli olanına bile bir çeşit sevgi duymalıyım, yoksa onlara soluk aldıramam. Hem zaten kusursuz insanlara tahammül edemiyorum.

Okurların ilgisi karşısında ne hissediyorsunuz?

Buz Prenses’i yazarken sadece annemin okuyacağını sanıyordum. Beni bile şaşırtarak çok popüler oldu. Dünyanın her yerinde bir sürü okurumun olması, her seferinde sadakatle bir sonraki romanımı beklemeleri şahane bir şey. Geçen ay İspanya’daydım. Herkesin elinde kitaplarım vardı, imza günlerinde izdiham yaşandı. Nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Kendimi bir rock star gibi hissettim. Ama sonuçta yazarlık yalnız yapılması gereken bir iş. Kalabalıkların sevgisi alışkanlık haline gelirse, insan üretemeyebilir.

Gene de insanlarla ilişkileriniz kuvvetli gibi geldi bana…

En büyük malzemem insanlar ve kurdukları ilişkiler. Kafelerde rahat etme sebebim de bu. Ara sıra yazmayı bırakıp arkama yaslanıyor, kahvemi içip kekimi yerken etraftaki insanları seyrediyorum. Susabilen biri de değilim pek, birisi ilgimi çekerse yanına gidip çekinmeden sohbet edebiliyorum.

Başarınızdan ötürü gurur duyuyor musunuz?

Sanırım evet. En çok da bir hayalin peşinden giderek bütün hayatımı değiştirebilme cesareti bulmuş olmamla gurur duyuyorum. Herkesin hayalleri vardır ama pek az kişi bunları gerçekleştirmeye çalışır. İyi ki işimi bırakıp yazmaya başlamışım. Bunu yapmasaydım şimdi hem başarısız, hem de çok mutsuz bir kadın olacaktım.

“Sadece 9-5 arası yazıyorum”

Belirli yazma rutinleriniz var mı?

Pek yok. Sadece çocuklar evde çok gürültü yaptığında bazen tek çare bir kafeye gitmek oluyor. İlkem, ofis saatleri dışında asla yazmamak. Akşamları asla çalışmıyorum.

Bu kadar ilgi görmek üzerinizde baskı oluşturmuyor mu?

Herkesten çok kendim için yazıyorum. Daha doğrusu okumak istediğim romanları yazıyorum. Dolayısıyla yazdıklarımı önce kendime beğendirmek zorundayım. Ben beğendiysem, korkmaya gerek kalmıyor.

En sevdiğiniz yazarlar kimler?

Gerilim romanları ve polisiye okuyorum. İngilizleri özellikle seviyorum. Peter Robinson, Reginald Hill, Denise Mina… Ama Patrick Süskind’in Koku’su ile Donna Tartt’ın Gizli Tarih’inin aşılamamış olduğuna inanıyorum. İkisi de muhteşem.

“Kahramanım Erica kilolarına rağmen aşırı güzel”

Kahramanınız Erica, suçla ilgili kitaplar yazıyor. Yaşadığı kasabadaki cinayetleri de polis sevgilisi Patrick’le beraber o çözüyor. Başka ortak yanlarınız da var. İkiniz de sadece I will Survive şarkısıyla dans ediyorsunuz ve Bridget Jones hayranısınız. Erica’nın ne kadarı sizsiniz?

Ona kendi hayatımdan, karakterimden çok şey ödünç verdim. Arkadaşlarımı, okuma zevkimi, yemek tutkumu… İlerleyen romanlarda onun farklı yönlerini keşfedeceksiniz. Üçüncü kitapta anne olacak mesela.

Sevgilisi Patrick’le evlenecekler yani…

Yok o çok daha sonra. Önce çocuk sahibi olacaklar. Ama sürprizi bozmayayım.

Sizin eşinizin de polis olması tesadüf mü?

Tamamen tesadüf. Çünkü ilk kitabı yazarken başka biriyle evliydim. Şimdiki eşim Martin’le beşinci kitabı yazdığım sırada tanıştık… Belki de kaderdir, kim bilir.

Erica fazla kilolu. Başka kusurları da var. Neden böyle bir kahramanı tercih ettiniz?

Onu daha gerçek kılmak için elbette. Bu tür kusurları okurun Erica’yla özdeşleşmesini sağlıyor. “Ben olsaydım ne yapardım?” deme şanına sahip oluyorlar. Ayrıca Erica kilolu ama çok cazibeli bir kadın. Okurlarımın onu çok sevmesinin sebebi zekası, yeteneği ve kilolarına rağmen aşırı güzel olması.

Doğduğu kasaba bile şöhret oldu

Niçin bütün romanlarınız Fjällbacka’da geçiyor?

Çünkü doğup büyüdüğüm ve en iyi bildiğim yer bu küçük kasaba. Herkesi tanıyorum. Ailem hala orada yaşıyor. Hem küçük kasabalar bence daha enteresan. Metropollerde ne yaptığınızı kimse umursamaz ama küçük bir kasabada o gün nasıl göründüğünüz, kimlerle konuştuğunuz hemen dikkat çeker. Yani katilin, işlediği suçları gizli tutabilmek için çok daha zeki olması gerekir. Bu da hikayenizi ilginçleştirir.

Bizde yeni yayınlanan Buz Prenses adlı romanınızda Fjallbacka’nın turizm denen çok başlı bir canavarın kurbanı olmak üzere olduğunu yazıyorsunuz. Ama orayı popüler hale getiren sizsiniz…

Bunun için kendimi suçlu hissetmiyorum. Fjallbacka’nın turizmden gelecek paraya çok ihtiyacı var. Bu sayede bir sürü eski bina onarılabildi, yeni okullar açıldı, kütüphanelerin sayısı arttı. Bazen Fjallbacka’nın eski halini özlüyorum ama orada yaşayan insanların, özellikle balıkçıların daha fazla para kazanmasından şikayetçi değilim.

Samba, rumba, flamenko: Yazarın dansçı olarak portresi

Camilla Läckberg sevdiği her şeyi işi haline getiren bir kadın. hepsinde de başarılı oluyor. Doğu esintili gümüş takılara; kolyelere, küpelere, yüzüklere bayıldığı için Sahara adında bir marka yaratmış mesela. Aşçı olan bir çocukluk arkadaşıyla çok sevdiği Fjallbacka’nın kaybolmaya yüz tutan yemek tariflerini derlemiş. Son olarak da Survivor’a katılan eşi Patrick’in ardından bu yıl Yok Böyle Dans’ın İsveç versiyonuna katılarak bol bol samba, rumba, tango, çarliston, flamenko yapmış. İşte Acun Ilıcalı’ya bir fikir: Bir edebiyatçıyı dans ederken görmek bakalım acaba bize ne zaman kısmet olacak?

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

2 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

Patricia Highsmith’in romanları dışında polisiye roman okumasam da bu yazar ilgimi çekti. Teşekkürler…

efsun
11 years ago

Polisye kuzey ülkelerdeki iklimsel özellikler nedeniyle bu ülkelerin yazarlarına çok verimli bir ortam oluşturuyor. Danimarka kökenli Killing dizisi de tv’de çok hoş bir renk. Hennig Menkell polisiyeleri de güzeldir…