Celil Oker: “Hayatın içindeki yeni icatları şahane buluyorum”
Polisiye bu ülkede ezelden beri “tu kaka” edilen bir tür olmaktan çıktıysa, bunda Celil Oker’in büyük payı vardır. Zira polisiye denince akla hemen hemen sadece Dashiel Hammet, Raymond Chandler ve Simenon gibi yazarların geldiği ülkemizde Celil Oker ilk “saf polisiye” romanları kaleme alan kişi olarak okurun gönlünde haklı bir yer edinmiştir.
Bir de kahramanı vardır Celil Oker’in, anti-kahraman olmaya daha yakın duran, “korsan” bir iş yaptığı için polise bulaşmamayı tercih eden, alaycı ve nihilist Remzi Ünal. THY’den kovulmuş bir eski pilottur. Yapacak daha iyi bir iş bulamadığından kendini özel dedektifliğe tayin etmiştir. “En büyük benim, korkun” falan demez. ““Kötülerin amansız düşmanı, adaletin yegane sağlayıcısı”” da değildir. Nedir peki? Ondan istenenlerin hemen her zaman başkalarının el sürmek istemediği pis işler olduğunun farkında olan bir adam. Suçluyu yakaladığında her şey yolunda gitse bile bir süre sonra af çıkacak ve adam serbest kalacak, biliyor. Ama yapacak bir şey yok sonuçta, hayatını kazanmak için bu işi seçmiş bir kere.
Ha, unutmadan, Remzi Bey’in Yıldız Turanlı’sı vardır bir de, aşka benzer, aşktan daha garip ve büyük bir şey… Ama onu okuyup kendiniz öğrenin. (Bunca yıllık dostluğumuzdan sonra ona Remzi Bey deme hakkım vardır sanırım.)
“İstanbul nerede bu anlattıklarımın yanında” diye soracak olursanız, “Yanında değil, tam merkezinde” diye cevap veririm. Ve sizi Remzi Ünal konusunda romanlarının dışında ser verip sır vermemeye kararlı Celil Oker’le röportajımızı okumaya davet ederim…
Gülenay Börekçi
“Hayatın içindeki yeni icatları şahane buluyorum”
Sizin romanların merkezinde genellikle cesetler olurdu. Kramponlu Ceset, Çıplak Ceset, Rol Çalan Ceset, Bin Lotluk Ceset…
İlk beş kitabım cesetli isimler taşıyordu haklısınız, bir seri olduklarını bildirmek istedim çünkü. Fakat beşinciden sonra artık kitaplarımın adlarını söylemek yerine onlardan, “birinci kitap, ikinci kitap” söz ettiğimi fark ettim. Sanki aralarında fark yokmuş gibi. Dolayısıyla altıncıdan itibaren “cesetsiz” isimler seçmeye başladım.
Bütün romanlarınız gibi bunun da kahramanı özel detektif Remzi Ünal. Lüks semtlerde dolaşmıyor, arka sokaklarda, küçük berber dükkanlarında, çayı güzel ama atmosferi berbat kıraathanelerde, adını zikretmekten utandığı ucuz otellerde yaşıyor. Nasıl bir İstanbul onunki?
Sizin İstanbul’unuzun aynısı. Şimdi bakın, yıllardır birçok yabancı yazar furya halinde İstanbul’u yazıyor, burayı oryantalist bir bakış açısıyla, gerçekle alakasız egzotik bir şehir olarak anlatıyor. 1960’larda filme çekilen From Russia with Love’da mesela James Bond, Ayasofya, Sultanahmet ve Yerebatan Sarnıcı’nda dolaşıyordu.
Dan Brown’ın Cehennem’inde de mekanlar aynı…
Elbette, aynı olacak, yabancı yazarların bildiği bu kadar çünkü. Halbuki İstanbulluların hayatı hep Mısır Çarşısı’nda, Sultanahmet Meydanı’nda geçmiyor. Arada bir gidiyoruz, o kadar. Normalde işe giderken alışveriş merkezlerinin önünden geçip trafik sıkışıklığıyla boğuşuyoruz, çay bahçelerinde soluklanıyoruz. Ben romanlarıma oryantalizm bulaşmasın, İstanbul’un gerçek yüzünü yansıtayım istiyorum.
Romanınıza dönelim… Bunca kitap boyunca üzerine bir sürü dert, sıkıntı yüklediğiniz Remzi Ünal nasıl bir adamdır?
Ben onu anlatmamayı seçtim. Uzun boylu olduğunu çıkarabilirsiniz belki ama yaşını, yüzünün neye benzediğini benden duyamazsınız. Okurun kendi Remzi Ünal’ını yaratmasını tercih ederim. Lakin Remzi’nin temel dertleri belli: korsan bir iş yaptığını düşünürsek polisten uzak durmaya gayret ediyor. Ondan istenenlerin hemen her zaman başkalarının el sürmek istemediği pis işler olduğunun farkında. Bildiği bir şey daha var: suçluyu yakaladığında her şey yolunda gitse bile bir süre sonra af çıkacak, adam serbest kalacak. Dolayısıyla temel dürtüsü “Kötülerin amansız düşmanıyım, adaleti ben sağlayacağım” gibi bir şey değil. Hayatını kazanmak için bu işi seçmiş, hepsi o.
Remzi Ünal’ınkini anladık, peki sizin bu hikayeleri yazmaktaki temel dürtünüz ne?
Gençliğimde çılgınlar gibi yabancı polisiye okumuştum. Onlara bir çeşit teşekkür belki. Bir de şu var: Okuduğum sayısız yabancı polisiye beni dünyanın farklı ülklerinde dolaştırdı. Şimdi yabancı okurlar da benim romanlarım aracılığıyla İstanbul’u keşfediyorlar ve bu acayip hoşuma gidiyor. En önemlisiyse, dünya halleri, insanlık halleri, ülke halleri konusunda ahkam kesecek yeterlilikte bulmuyorum kendimi, bir sürü şeyi ben çözemedim ki… O yüzden polisiyeye ihanet etmiyor, “normal” romanlar yazmaktan kaçınıyorum.
Remzi Ünal tüm kalabalığı, uyumsuzluğu, çatışmaları, çelişkileriyle ve hızlı dönüşümüyle İstanbul’u seviyor. Siz nasıl bakıyorsunuz şehrin hızlı dönüşümüne?
Bazı şeyler değişiyor elbette. Bebek perişan oldu mesela. Üniversitedeyken Bebek Kahve’yi icat edenlerden biriyim. Bir mahalle kahvesiydi eskiden, caminin karşısında olmasından dolayı farklı bir ağırlığı vardı. Esnaf ne diyecek diye tedirgin olurduk giderken. Derken felsefe hocamız Hilmi Yavuz dersleri orada yapmaya başladı, böylece ayağımız alıştı. Karımla tanıştığımız yerdir aynı zamanda. Çevirilerimi orada yaptım, ilk romanlarımı yazdım. Artık gitmiyorum doğrusu. Remzi Ünal da pek gitmez. Fakat Beşiktaş, Ortaköy, ruhunu her şeye rağmen koruyabilen birçok semt var. Tabii bugünün gençleri kendi mekanlarını yaratıyorlar, buna direnmek anlamsız bir çaba olur. Bu değişimi, hayatın içindeki yeni icatları şahane buluyorum.
Gezi’den sonra iyice belirgin hale geldi bu, öyle değil mi?
Kuşkusuz. O gençlere kim ne diyebilir ki? Gezi’yi bir süre için kendilerinin kıldılar, oraya bir ahlak getirip onu ısrarla korudular. Sonra hayata kendileri gibi bakmayanların şiddetine makul bir şekilde karşı koydular. Farklı fikirlerden ve kesimlerden insanlarla yan yana durabildiler. Bence kazandılar. Bu çok önemli bir şey. Önümüzdeki yıllarda edebiyata yansımaları muhteşem olacak. Hayatımızı nasıl değiştirecek, onu henüz bilmiyoruz. Bekleyeceğiz. Bildiğim, toplumların 15-20 günde değişmeyeceği. Ama bir kıpırtı başladı ve bunun gayet somut etkileri olacağını hissediyorum.
“Yerli dizilerin senaryosu zayıf”
Cep telefonu bile kullanmadığını düşünürsek nasıl uyum sağlıyor Remzi Ünal modern kriminolojiye?
Cep telefonu daha doğrusu telefon kurguda bilhassa uzak durmaya çalıştığım bir şey. Zira telefon konuşması sorgulayıcının olayla ilgili herhangi bir ipucunu doğrudan, zahmetsizce edinmesi demektir, poliseyeye hatta genel olarak kurguya yakışmaz. Hangi zeki okur ister ki olup bitenlerin bir konuşma aracılığıyla ona haber verilmesini? Oysa yerli televizyon dizilerine bakın, hekesin elinde cep telefonu, sürekli birbirleriyle konuşuyorlar. Bu neyi gösteriyor biliyor musunuz, senaryoların zayıflığını ve o dizilerin kötü çekilmiş olduğunu…
Yazarla okurun mecburi sözleşmesi
Olmazsa olmazları var mıdır polisiyenin?
Ben yazmaya öyküyle başladım, polisiyeyle alakası yoktu o ilk yazdığım öykülerin. Geçen yıl da böyle bir öykü kitabı çıkardım, eski günlere bir selam olarak: Beyaz Eldiven, Sarı Zarf… Öykü kurallarla en rahat oynayabildiğiniz tür. İçiniz rahat bir şekilde yoldan çıkabilirsiniz. Beyaz Eldiven’de yaptım bunu mesela. Roman yazarken de oyun oynayabilirsiniz ama okura verdiğiniz temel vaatlere uymak zorundasınız.
Nedir o temel vaatler?
Bir cinayet işlenecek ve katil yaptığı işi gizleyecek. Amatör veya profesyonel bir soruşturmacı bu işi takip ederken okuru kandırıp delilleri gizlemeyecek. Bu esnada da arka planda olayların geçtiği zamanın ve toplumun bir paroraması çizilecek… Okurla aramdaki gizli sözleşmenin maddeleri bunlardan ibaret. Edebi anlamda hangi oyunları oynarsam oynayayım, romanlarımda bu kurallara hep sadık kaldım.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest