Labatut’tan Arsız Yeşillik: Dünyayı anlamayı bıraktığımızda
“Ne zaman dünyayı anlamayı bıraktık? Hiroşima ve Nagasaki’yi yerle bir eden atomları bir generalin yağlı parmakları değil, elinde bir avuç denklem olan bir grup fizikçi parçalamıştı. İnsanlığın sonunu insanlığı kurtarmayı amaçlayan fikirler mi getirecek?”
Benjamín Labatut’ın dilimize Saliha Nilüfer’in çevirdiği kitabı Arsız Yeşillik‘in arka kapağında bunlar yazılı. Kitap, bilim, deha ve delilik arasındaki ilişkiye odaklanıyor.
Bir de çok daldan dala uçmuşum gibi görünebilir ama bu defaki Labatut en az benim kadar daldan dala uçabilen bir yazar olduğu için…
Bu arada kapağını hiç sevmedim ama kitap çok güzel. “Güzel” de tam anlatmıyor aslında, o kadar sert ki yer yer yarım bırakmayı istedim. “Okuduklarım doğru olabilir mi?” sorusunuysa kaç kez sorduğumu, kontrol amaçlı kaç kez Google’a başvurduğumu hatırlamıyorum bile. Kesin olan şu, Arsız Yeşillik daha ilk sayfadan çarpıyor, alt üst ediyor insanı.
Arsız Yeşillik, Benjamín Labatut
Dünyaya ve kendimize şefkat gösterme zamanı
Dünyayı anlamayı bıraktığımızda
Arsız Yeşillik, 1980’de Hollanda’da doğan Şilili yazar Benjamín Labatut’un dilimizde yayımlanan ilk kitabı. Ülkesinde kısa öykülerden oluşan La Antártica empieza aquí çıkmış ilkin ve birçok ödül kazanmış, ardından Después de la luz ve Booker’a aday gösterilen Un verdor terrible gelmiş.
Okuduğum kadarıyla yazarın edebiyat alanındaki akıl hocası, yol göstericisi, öğretmeni, 14 yaşında tanıştığı Şilili şair Samir Nazal’mış. “Bana yazmayı öğreten adam,” diye bahsediyor ondan. Etkilendiği edebiyatçılar arasında Pascal Quignard, Eliot Weinberger, William Burroughs, Roberto Bolaño ve W. G. Sebald var. Bunun şahane bir liste olduğunu söylemek gerek. Odağında bilgi ve yıkım, deha ve delilik olan Arsız Yeşillik’i okuyanlar W.G. Sebald etkisini fark edeceklerdir.
Arsız Yeşillik’in türünü kestirmek zor, öykü desem değil, düz yazı desem, o da değil. Eh, roman hiç değil. Yazarın kendisi de acayip bir tarif yapmış ve “kimyasal olarak saf denemeyecek bir adet deneme, öykü olmamaya gayret eden iki öykü, bir kısa roman ve yarı biyografik bir anlatı parçasından oluşan bir kitap,” demiş.
Prusya Mavisi’nin mucidi
Bilgi ve eşlikçi gölgesi kibirle meşgul olan Arsız Yeşillik‘in bir özetini çıkarmayı denesem, yaptıkları bilimsel keşiflerin coşkusuyla başları dönen ve bu uğurda ilkelerini, inançlarını feda eden bilim adamlarının hikâyesi der ve gene de tam olarak anlatabilmiş olmazdım.
Labatut, bilimin hem kişisel hem de kitlesel ölçekteki yaratıcılığını ve yıkıcılığını konu ediyor ve dünyanın gidişatını değiştirirken insanlığı uçurumun kıyısına getiren bilim insanlarının (aralarında kadın yok) beklenmedik esin kaynaklarına, uçsuz bucaksız saplantılarına, deha ve deliliklerine bakıyor. Araya da bir zamanlar matematikçi olan ama artık matematikten eski alkoliklerin içkiden bahsedişi gibi, korku ve özlem karışımı bir duyguyla söz eden münzevi gece bahçıvanı gibi kurmaca karakterler giriyor. Belki de tamamen hayali tek karakter olan bahçıvanın sadece geceleri çalışmasının sebebi, bakımını yaptığı bitkilerin uykularında daha az acı çektiklerine inanması. (Ormana girerken ağaçlar ürkmesin diye baltalarının uçların bez bağlayan eski Türkleri hatırlatmıyor mu eskiden bir matematikçi olduğunu öğrendiğimiz bu bahçıvan?)
Kitap “Prusya Mavisi” denen rengin icadıyla başlıyor. Onu üretmek için kullanılan malzeme önce I. Dünya Savaşı’nda kimyasal silah oluyor, ardından II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin gaz odalarında kullanılıyor. Malzemeyi bulan bilim adamıysa sebep olduğu yıkımdan dolayı zerre pişmanlık hissetmiyor. Tek derdi dünya nüfusunu azaltmak için yapılacak birtakım garip projeler oluyor ve dünyanın ancak o zaman, yani insanlar sayıca azaldığında yaşanacak bir yere dönüşeceğine, arsız bir yeşilliğin her yeri kaplayacağına inanıyor. Kitabın başındaki bu “arsız yeşillik” vurgusu finalde de var, oraya ayrıca geleceğiz. Aradaysa Einstein’dan Heisenberg’e, Nils Bohr’dan Schrodinger’e sayısız bilim adamının en hafif terimlerle egzantriklikten deliliğe uzanan ve mutlaka birbirlerine ve kendilerinden yüzlerce yıl önce yaşamış başka dehalara dokunan hikayelerini okuyoruz. Tabii bolca düşsel ayrıntıyla…
Gençlik yıllarında Goethe
Canavara dönüşen Heisenberg ve Goethe hikâyesi
En ilginç olanlardan biri Labatut’un deyişiyle “Münih Konferansı’ndan bir yıl önce bir canavara dönüşen” Heisenberg’in hikâyesi. Heisenberg teorisini oluşturmadan önce bir rahatsızlık geçiriyor ve sağlığına kavuşmak için Almanya’nın en kıraç adalarından biri olan Heligoland’e gidiyor. Kaldığı otel odasında bir müşterinin unuttuğu Doğu-Batı Divanı’nı buluyor ve delice bir saplantıyla Goethe’nin başyapıtını okumaya başlıyor. Yüksek sesle. Kendinden geçmişçesine. Dehşete kapılan diğer müşteriler koridorlarda yankılanan sesini bir hayaletin sayıklamalarına benzetiyorlar.
Bu noktada Labatut araya girerek Goethe’nin Divan’ı yazma hikayesini anlatıyor bize. Goethe tasavvuf şairi Hafız’ın eserlerini 18I9’da, Almancaya yapılmış kötü bir tercümeden okumuş ve öyle etkilenmiş ki kitabı Tanrı buyruğu gibi algılamış ve Doğu-Batı Divanı’nı yazmaya başlamış.
Aslında aynısını yüzlerce yıl önce Hafız da yaşamış ve beş yüzü aşkın şiirini 40 gün 40 gece süren bir inzivadan sonra, içinde ikinci bir bilinci uyandığını hissederek ve bir gecede yazmış. Goethe’yi Hafız’a bağlayan bağ Labatut’un kitabında Heisenberg’i de Goethe’ye bağlıyor. Divan’ı saplantıyla okumaya başladıktan sonra bir gece o da ateşleniyor. Kabuslarla dolu bir gecenin sonunda uyandığında o da içinde başka bir ses duyarak göksel bir ilham almışçasına teorisini yazmaya koyuluyor.
Burada keseyim, zaten kısacık bir kitap, okursunuz. Benim ilgimi çeken şey, yaratma sürecinin sanatçılarla bilim adamlarında nasıl da benzer bir rotada ilerlediğini fark etmek oldu.
Bunlar limon değil, portakal, biliyorum. Fakat ressamı öğrenince başka bir görsel kullanmak istemedim. İngiliz nonsense poetry’nin yaratıcısı ve profesyonel seyyah Edward Lear…
Ölüm öncesi devasa limon hasadı
Kitabın sonlarına doğru gece bahçıvanı, Labatut’a limon ağaçlarının kuraklığa, hastalıklara, sayısız bit, böcek ve parazit salgınına dayansalar bile yaşlandıklarında bolluğa boyun eğdiklerini anlatıyor. Yani limon ağaçlarını ölümü hastalıktan değil, bolluktan oluyormuş. Şöyle ki… Yaşam döngülerinin sonunda devasa bir limon hasadı veriyorlarmış ve sonbaharda öyle bir çiçekleniyorlarmış ki havaya yayılan tatlı baygın koku kilometrelerce öteden burnunuzu kaşındırıyormuş. Meyveler aynı anda olgunlaşınca da bunca ağırlığı kaldıramayan dallar kırılıyor, birkaç haftaya kalmadan etraf çürük limonla doluyormuş.
Labatut, “Ölmeden önce yaşanan bu görkem çok şaşırtıcı,” diyor, “Böyle arsızca bir bereket bir bitkinin değil daha çok sınırsız ve her tür kontrolün ötesinde büyüyen türümüzün aşırılıklarını andırıyor daha çok. O limon ağacının ne kadar ömrü kaldığını sorduğumda bahçıvan bunu bilmenin bir yolu olmadığını söyledi, en azından kesip gövdesinin halkalarına bakmadığımız sürece yoktu. Ama kim böyle bir şeyi yapmak isterdi ki?”
Kitap boyunca insanlığı limon ağacını kesip de halkalarına bakar gibi inceleyen bilim insanlarını okuduğumuz için okur olarak bizim hissiyatımız bir parça buruk oluyor.
Arsız Yeşillik için romancı John Banville “dahice, karmaşık ve derinden rahatsız edici. Labatut gelecekte değil günümüzde geçen distopik bir kurmaca olmayan roman yazmış,” diyor.
Kurmaca olmayan roman ilginç bir tanımlama. Hayranı olduğum Philip Pullman’sa “Yıllardır okuduğum en tuhaf ve özgün kitap,” yorumunu yapıyor. Geoff Dyer ve Mark Haddon da kitabın hayranlarından.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest