Egoist okur

Füsun Saka’dan ilk roman: “Zamansız”

Hastane odasında yatarken vakit geçirmek için bir yabancıyla internet üzerinden yazışmaya başlayan kadın kahramanımızın iç dünyasını, chat diyalogları üzerinden aktarıyor Zamansız. Geçmişi sarsıntılı, bugünü sıkıntılı, geleceği belirsiz bir kadını anlatıyor okurlara. Taşradaki bir istasyon şefinin kızı, kabuslarla dolu çocukluk günlerini, sorunlu cinsel ilişkilerini, 12 Eylül dönemi işkencelerini, mutsuz evliliğini anlatırken bir kadının öyküsünü bir dönemin öyküsüyle buluşturuyor…

Egoist Okur’da “Zamansız Hikayeler” başlıklı bir köşe vardı hatırlayacaksınız. Bir süredir yok. Çünkü yazarı Füsun Saka, ilk romanı üzerinde çalışmalarını hızlandırmaya karar vermişti, bu yüzden de başka uğraşlara vakit ayıramayacaktı. İtiraz edecek değildim elbette. Hem zaten zaman su gibi akıp geçti, Füsun  romanını nihayet tamamladı. “Zamansız”, önümüzdeki hafta okur karşısına çıkıyor. Nasılsa alıp okuyacaksınız ama kitabı herkesten önce okuyan ilk kişilerden biri olduğum için size küçük bir sır vermek istiyorum… Romanın bazı bölümleri Egoist Okur’da zaten yayınlanmıştı. İşte onların birkaç tanesi: Peronlar ve radyo istasyonları, Mermerdeki pudra şekeri, Yine bir görüş günü ve annem gelmiş

“Biz onları okuduk, yetmez” diyenler içinse romandan birkaç bölüm aşağıda…

Füsun Saka’dan ilk roman: “Zamansız”

“Kendimi bir ara istasyondaymışım gibi hissediyorum. Nedenini sorma, belki bir gün anlatırım. Ama içinde bulunduğum durum böyle özetlenebilir. Ara istasyonda olmak, orada kalmak belki de en kötüsü. Kendi ruhunla, aklının ara bir noktasında sıkışmak gibi… Ne başlangıç diyebiliriz orası için ne de bitiş. Tam bir arada kalmışlık hali. Bütün iç sıkıntılarının biriktiği bir orta yer. Ara istasyonların, yolun başına mı yoksa sonuna mı yakın olduğuna karar vermek zordur. Zaten bunu düşünecek insan da çıkmaz; kimsenin aklına gelmez orada insanların yaşadığı, yaşayabileceği. Çoğunluğun hatıralarında böyle yerler yoktur. Çoğunluğun bindiği ve indiği duraklardan değillerdir. Milyonda bir kişi orada iner. Onlar da tıpkı benim gibi ara istasyonun insanları olup çıkar. Kimseye görünmeden, uçarcasına kapıyı açar ve sanki o trene hiç binmemiş, hep o rayların üzerinde yürüyormuşcasına oraya ait biri olarak inerler. Kimse anlamaz onların biraz önce trenden indiğini.

Bazen uzun yollar boyunca sıkılmış birileri sadece camdan dışarı bakar ve orada pencerede sıkışıp kalmış olan sizinle göz göze gelir. Belki de siz o yalnızlıkta öyle olduğunu sanırsınız. Oysa gördüğünüz ya da duyduğunuz sesler, sadece sizin hayal ürünlerinizdir. Bazen bir trenin sarsıntısıyla uyandığınız sabaha karşı, sadece rüzgarın sesi girer pencerelerden içeri o kadar… Bir kedi miyavlamasıyla son bulur rüzgarın çığlığı. Ben bugün bunları yazdım, sonradan anlatacaklarıma ışık tutsun diye.”

***

“O kadar büyük ve eski bir bina ki, bozkırın ortasında her şeye rağmen yükselen bir yaşlı adam ya da kadın gibi. Her pencere ve kapının arkasından, geçmişte orada yaşayanların sesleri geliyor sanki. Hepsi uğultuyla şimdiki zamana çıkmaya çalışıyorlar. Her rüzgar esişinde ağır bir hamleyle ileri doğru atılıyorlar fakat ağır ahşap kapılar ve pencereler onları içeride tutuyor. Orada, o istasyonun önünde boş boş oturuyorum. Rüzgar soğuk ve kuru esiyor… Islığını yüzümde, göz kapaklarımda, kirpiklerimde hissediyorum. Çok korkuyorum… Bir zamanlar Almanlar yaşarmış bu binada. Geceleri kabuslarımda onları görüyorum. Konuşuyoruz evdeki diğer çocuklarla. Sadece geceleri herkes uyurken çıkıyorlar ortaya. Yalnızca benimle konuşuyorlar. Tuhaf, biliyorum ama gerçek şu ki çok eski bir istasyon binasında oturuyoruz. Evimiz o binanın üst katı, anlıyor musun? Dünya kocaman bir boşluk gibi burada. Rüzgarın uğultusu, her rüzgarda eğilen, çığlıklar atan birkaç uzun ağaç ve onların önünde tüm heybeti ile yükselen bir tren istasyonu…”

***

“Her sabah ya da akşam geçen trenlere bakardım. İçlerindeki insanlardan ürkerdim. Kimdi onlar, nereden binmiş, nereye gidiyorlardı? Ben neden bu bina dışında bir yer görmemiştim? Kızardım sonra o trenlerde yolculuk yapanlara. Neyse, işte o binalarda hep kocaman panjurlu pencereler olurdu.

Biliyor musun şu anda hissediyorum. Görüyorum hatta, pencerelerdeki panjurlar bir açılıyor, bir kapanıyor. Soğuk havaya rağmen havada tuhaf sarı, soluk bir renk var, güneşin yüzünü gösterip kaçtığı gökyüzündeki bulutlar, biraz sonra yağacak yağmurun habercisi. Ağaçsız, yeşilsiz bir bozkırın ortasında öylece dimdik duruyor istasyon binası. Tam anlamıyla insanın iliklerini donduracak kadar terk edilmiş bir bina. Biz de buraya terk edildik. Bu sonra hiç değişmedi… Tüm terk edilmişliğine inat yükseliyor bina sanki. Ve çok büyük. Hayalimde hep öyle kaldı zaten.

Sarı, soluk, tozlu bozkırın ortasındaki bu evde karanlık ve kapkaranlık geceleri delercesine, giderek artıyor piyanonun sesi. Sarı saçları her zaman dalgalar halinde omuzlarından aşağı inen kadın, mavi saten geceliğini giymiş yine şarkılar söylüyor. İçimdeki acı boğazıma kadar yükselirken onu dinliyorum. Yalnızlığına, aşkının sonsuzluğu ve karşılıksızlığına üzülüyor ve belli etmemeye çabalıyor. Bu sonsuz gibi görünen yalnızlığın bir sonu olduğuna dair umudu vardı hep, hissederdim bunu. Ölene kadar bu beklentisini yitirmedi sanırım.

Annem bazı geceler benimle oturur ve sohbet ederdi. Belki, anlayıp anlamadığımı pek de önemsemeden anlatırdı. Şimdi benim sana anlattığım gibi. Bir gece yarısı oturmuştuk yine. Türkiye’ye nasıl geldiklerini anlatıyordu: “1920’lerin başlarında gelmiş ailem Türkiye’ye. Mübadele yıllarında yani. Dedem, anneannem ve dayım varmış. Bir gemiyle önce Silivri’ye getirilmişler, sonra orada bir süre beklemişler ve İstanbul’a gelmişler. Ortaköy’de Portakal Yokuşu’nda bir ev verilmiş onlara. Ancak İstanbul’da ne yapabileceklerini bir türlü bilememişler. Annem öyle anlatırdı bize. Kavala’da işleri tütüncülük olduğu için buna en uygun yer olarak Samsun’a gitmişler. Fakirlik de o zaman başlamış. Kavala’da çok zengin olan aile kısa bir süre içinde her şeyini yitirmiş. Ben de ailenin küçük çocuklarından biri olarak Samsun’da doğmuşum. Sanırım biz burada hiç mutlu olamadık kızım.” Evet, bence de hiç mutlu olamamıştı. Asi, kırılgan ve romantikti. Sadece söylediği şarkılara ve aşka inanırdı. Ve beklediği, deliler gibi aşık olduğu adam her gece istasyon binasında, yani aşağıda otururdu. Onu hiç yukarıda görmedim desem yanlış olmaz. Bazen korkumu yenip gece yarısı aşağı, yanına inerdim. Çok mutlu olurdu. Sigara dumanı dolu odanın içinde sürekli telgraf aletinin manyetosundan çıkan sesler ve radyoda çalan şarkılar vardı. Eski Avrupa sinemasının film karelerinden fırlamış gibi duran bu yaşam bana mı aitti, bilemedim hiç. Annem yukarıda kendi kendine şarkılar söylerken babam başkalarını dinliyordu. Hamiyet Yüceses’i, Zeki Müren’i severdi. Neden burada yaşadığını düşünüyor muydu acaba. Sonra sessizce çıkardım bulunduğum odadan o bunu fark etmezdi asla. Hatırlıyorum da çok yakışıklı bir adamdı. Yay gibi uzanan siyah kaşları, yemyeşil gözleri vardı. O yaşımda bile bakışlarındaki derinliği görürdüm. Öyle derin ki bazen daldığı yerden çıkması uzun süren türdendi. Sigarası hep ağzında olurdu. Ağzında sigara varken konuşurdu. O sis ve duman içinde bırakırdım onu. Karanlık merdivenlere gözümü alıştırıp, korkudan, ensemde bilmediğim birinin elini hissederek, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen merdivenleri çıkardım bir çırpıda. Boyum o kadar kısaydı ki bir merdivenden diğerine adım atmam çok zorluyordu beni.

Sonra salonda, her zamanki yerimi alırdım özenle. Ay, gecenin karanlığında önce gökyüzünün üzerinde, dağların en tepesinde görünür ve her zaman olduğu gibi odanın içini aydınlatırdı. Sonra yavaşça aşağılara kaymaya başlardı. En sonunda pencerenin pervazına kadar iner, kendini son kez gösterip, yavaş yavaş karşıdaki dağların arkasına saklanırdı. Ay ve ben saklambaç oynardık adeta. Rüzgarın getirdiği tuhaf toz kokusunu çekerdim ciğerlerime. Annem piyano çalardı ve Münir Nurettin’in ya da Dede Efendi’nin bir parçasını okurdu. Saatler sürerdi bu. Yerimden hiç kıpırdamazdım, tuvalete gitmem gerekirdi bazen ama korkardım. Lambalar pek yanmazdı ve duvardaki çivide asılı kandilin ışığı da gölgelerimizi büyütürdü sadece. Anneme söyleyemiyordum, aslında şarkısını bölmek de istemiyordum, neden bilemiyorum ama ağlıyordum, gökyüzünün bir yerlerinde bazı insanların mutluluklarının gölgelerinin yansıdığını görürdüm. Bunun için yaşım çok küçüktü ama öyle hissederdim. Hava giderek soğurdu ve içim ürperirdi. Bir gün bir tren gelecek ve beni götürecek, derdim, hatta bunu bildiğimi düşünürdüm. Hiç bilmediğim yerlere gideceğim, her sabah ilk trenle gelen gazetelerin çıktığı yerlere, o büyük kentlere, derdim…

Hiç arkadaşım yoktu, kardeşim dışında tanıdığım bir başka arkadaşım yoktu. Annem, kız kardeşim ve ben vardık bu hayatta ve bir oda dolusu oyuncağımız. Kedilerimi unutmayalım. Onları çok severdim. Her zaman da çok sevdim. Her birinin gözlerinde bambaşka dünyaları izliyor gibiydim. Gündüzleri annemin yanında kucağımıza alamazdık ama geceleri gizlice onları yatağımıza alıyordum. Bazı geceler onların büyüyüp kocaman varlıklar olduğunu görüyordum, karşımda sandalyede oturup benimle sohbet ediyorlardı. Savaşları, dünyanın ne kadar kötülük içinde olduğunu ve gökyüzünün bir yerlerinde başka hayatlar olduğunu anlatıyorlardı bana gizlice.”

***

Efsa yanında ilgisizce uzanan Reha’ya döndü. “Sevişmek benim için hep korkunç bir şeydi, biliyor musun?” dedi. Sonra birden fark etti. Karafatmalar ve sevişmek onun anılarında aynı yere dokunuyordu.

Subscribe
Notify of

3 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
burcu yıldızer
12 years ago

Kitabı imzalatabilecek olmam düşüncesi mutlu ediyor.:) Okuduğum bu kısa bölüm bile merak etmeme yetti. Şimdi sıra hangi mevsim için kollarımı açacağımı düşünmeliyim. Yolu açık olsun. Dilerim daha niceleri ruhlarımızın istasyonuna böyle girer.

Burcu Yıldızer
12 years ago

Ahhh evet. Sabırsızlıkla o yenilenmeyi bekliyorum. Yaz sonuna bitirme planım var. Bakalım, o zamana kadar neler olur. :)