Godard ve Moravia’yı buluşturan roman: KÜÇÜMSEME
“Küçümseme”, İtalyan edebiyatının önemli yazarlarından Alberto Moravia’nın aşk, evlilik, sadakat gibi kavramları sorguladığı ve bize buzdağının görmediğimiz, görmemeyi tercih ettiğimiz kısımlarını göstermeyi denediği bir saplantı, delilik ve yalnızlık hikâyesi. Modernizme, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının değişen değerlerine, günümüzde kadınla erkek arasında yaşanan derin iletişimsizliğe, en önemlisi sorguladıkça gerçeklerden uzaklaşan şüpheci entelektüele yönelik bir eleştiri ayrıca. Karanlık, boğucu ama sürükleyici bir başyapıt.
“Daha düne kadar bana âşıktın”
Prensesin aşkını kazanabilmek için ejderhayla dövüşmeyi göze alan şövalyenin masalına hâlâ inanıyorsanız, Jean-Luc Godard’ın bizde “Nefret” adıyla gösterilen “Le Mepris”inde, Brigitte Bardot’nun Michel Piccoli’yi terk ederken söylediklerini acımasız bulabilirsiniz: “Seni artık sevmiyorum ve sanırım bir daha sevemeyeceğim. Canın istiyorsa kal yeter ki güneşimi engelleme…” Piccoli’nin “Neden?” diye sorması elbette anlaşılır ama faydasız da. Bardot da zaten acımıyor, darbeyi indiriyor: “Nasıl olduğunu ben bilmeyeceğim, sen bileceksin… Tek bildiğim erkek gibi davranmadığın, bir erkek gibi olmadığın.”
Jean-Luc Godard’ın her filmi çok tartışıldı ama 1963 tarihli “Le Mépris” herhalde en kafa karıştıranlardandı. Geçen yılın sonunda yeniden gösterime girdi ve “aşk” denince romantik komedileri anlayan genç seyirci tarafından coşkuyla keşfedildi. Deneysel ve melankolikti ama hâlâ taze şeyler söylüyor, günümüzün ufacık bir sarsıntıda çatırdamaya hazır kadın-erkek ilişkilerine 50 küsur yıl öncesinden nefis bir ayna tutuyordu.
Godard, “Le Mépris”i Alberto Moravia’nın 1954 tarihli romanından uyarlamıştı. Destek Yayınları’nın “Küçümseme” adıyla bastığı (esas adı bu zaten) romanın kahramanı, entelektüel hırsları olan ama güzel karısı Emilia’yı kirada oturmaktan kurtarıp ona rahat edebileceği bir ev alabilmek, yani para kazanmak için nefret ettiği popüler filmlere senaryolar yazan Molteni’dir. Emilia ise toz almaktan ve o gün ne giyeceğine karar vermekten başka işi olmayan bir ev kadınıdır. (Ama işte, belki ne modern entelektüelleri çok büyütmeliyiz gözümüzde ne de sıradan ev kadınlarını hafife almalıyız.)
Orta sınıf evlilik halleri
Molteni’ye, antik Yunan şairi Homeros’un “Odysseia” destanını sinemaya uyarlaması teklif edilmiştir. Fakat karısının onu eskisi kadar sevmediğini düşünüp şüpheler içinde kıvrandığından, aklını bir türlü elindeki işe veremez. Parça parça dökülen bir ilişkinin ayrıntılarını okuruz… “Beni seviyor musun?” diye sorar adam. “Tabii, niye soruyorsun ki?” diye cevap verir kadın, en tutkudan uzak şeyi yaparak kocasının omzunu annece bir şefkatle pışpışlarken. “Ama halinde bir değişiklik var.” Bıkkın bir sesle gelir cevap: “Yok canım, sana öyle geliyor.” Karısı ondan uzaklaştıkça adamın beynini çatlatan sorular artar, sorular söze döküldükçe kadın daha da uzaklaşır.
“Küçümseme”, İtalyan edebiyatının önemli yazarlarından Alberto Moravia’nın aşk, evlilik, sadakat gibi kavramları sorguladığı ve bize buzdağının görmediğimiz, görmemeyi tercih ettiğimiz kısımlarını göstermeyi denediği bir saplantı, delilik ve yalnızlık hikâyesi. Modernizme, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının değişen değerlerine, günümüzde kadınla erkek arasında yaşanan derin iletişimsizliğe, en önemlisi sorguladıkça gerçeklerden uzaklaşan şüpheci entelektüele yönelik bir eleştiri ayrıca. Karanlık, boğucu ama sürükleyici bir başyapıt.
Evlilik: 1000 yıl önce, 1000 yıl sonra
Alberto Moravia’nın bir yıllık “Odysseia” destanından bahsetmesi boşuna değil. Hatırlayalım; Homeros’un kahramanı, Truva Savaşı’nın ardından evine dönebilmek için uzun bir yola çıkıyor, aştığı okyanuslar boyunca da amansız düşmanlar, ürkütücü canavarlar, onu yolundan vazgeçirmeye çalışan güzel akıl çelicilerle baş etmek zorunda kalıyordu. Kederli karısı Penelope ise hayatta olup olmadığını bile bilmediği kocasını sabırla bekliyor, Moravia’nın deyişiyle, “Sadakatin sadece aşk değil onur olduğunu” kanıtlıyordu.
İzninizle, erkek karakterin şüphecilikten beslenen kafa karışıklığına, “Odysseia etkisi” adını verebilir miyim? Her gün geceden sabaha Homeros’un destanıyla yatıp kalkmaya başlayan Molteni ister istemez kendi evliliğini Odysseus-Penelope aşkıyla karşılaştırıyor, sorular soruyordu çünkü: “Ben Odysseus gibi başı dertte bir adam olsaydım, karım ne yapardı? Bekler miydi beni, yoksa her şeyi unutur muydu?”
Sonuç: Ne şövalye ejderhayı öldürdü ne de prenses ona yeniden sevdalandı…
İçindeyken trajik, uzaktan bakınca birazcık komik bir durum, çünkü Molteni’nin esas sorgulaması gereken şey kendisi. Acaba kendisi direnebilir miydi 10 yıl boyunca karşısına çıkan sayısız baştan çıkarıcıya, döner miydi evine, karısına? Peki ya Emilia’nın gözünü bile kırpmadan “Seni küçümsüyorum” demesine yol açan şey neydi? İdeallerinden, hayallerinden, arzusundan bu kadar kolay vazgeçen, üstelik bunu aşkı için yaptığını öne sürerek bir bakıma ilişkisini de harcayan birine kim güvenebilirdi?
Modern ilişkilerin girdiği çıkmazları sorgulayan ve bunu yaparken kendimize de bakmamızı sağlayan romanın finaline doğru geçen şu sözü unutmayalım: “Prenses, aşkını kazanmak istiyorsa ejderhayı öldürmesi gerektiğini söylemişti şövalyeye. Şövalye ejderhayı öldürmüş ve prenses ona yeniden sevdalanmıştı.”
Bu romandaysa görüyoruz, artık ne şövalye ejderhayı öldürmeye kalkışacak kadar yürekli, ne de prenses onu sevmeyi sürdürmeye gönüllü…
Not: Filmde hilekâr yapımcıyı avantür oyuncusu Jack Palance, yönetmeniyse sessiz sinema döneminin devlerinden Fritz Lang canlandırıyor. Denen o ki Godard, Moravia’nın kitabında özdeşleşebileceği birçok şey bulmuş. Yapımcı ile yönetmen, yani para ile sanat arasında kalan Molteni, bizzat kendisi. “Le Mepris”i, karısı ve esin perisi Anna Karina’yla ilişkisinin kötü gitmeye yüz tuttuğu sırada çektiğini düşünürsek, Godard’ın bu romanda kendi biyografisini “okuduğunu” söyeyebiliriz. (Godard ile Karina ertesi yıl boşandılar.) Anlayacağınız, çoğu zaman olduğu gibi, bu kez de sanat hayattan önce davrandı.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest