Küçük Prens ve Sandman, karalanmış kâğıtlar cehenneminde
Kafam karışık. Arkadaşımla konuştuğumuz mevzular kafamda dolaşmaya devam ediyor. Hatta Küçük Prens’in Tilki’si ve Neil Gaiman’ın Sandman’i bile bir noktada işe karışıyor.
KÜÇÜK PRENS: Yazarının çölde gördüğü halüsinasyonlardan doğdu
Neil Gaiman’dan yazar adayına mektup: “DUVAR ÖR!”
Küçük Prens, Sandman ve karalanmış kâğıtlar cehennemi
”Senin elinde kalem var, benim elimde silgi,” dedi arkadaşım, “Sen insanlara bomboş, ter temiz birer kâğıt muamelesi yapıyorsun, bense baştan aşağı karalanmış olduklarının farkındayım.”
”Ne demek bu?”
“Şu demek: Sen elindeki kağıda onların her yanlışını işaretliyorsun. İrili ufaklı suçlarını ve kabahatlerini, yalanlarını, sığlıklarını, nezaketsizliklerini… Sonra haliyle artık o kağıdı yanında taşımanın anlamı olmuyor. Daha ne yazacaksın ki artık, boş yer kalmamış.”
”E, sen ne yapıyorsun peki?”
“Ben insanlara insan muamelesi ediyorum, kusurlu olduklarını aklımdan çıkarmıyorum, o yüzden de kendimi ateşe atmıyorum. Yani birini sevmek için kendime zaman tanıyorum. Yavaş yavaş oluyor bu. O kişi kalbimi yatıştırdıkça ben elimdeki silgiyle lekeleri temizliyorum. Kâğıt tamamen temizlenmeyecek, biliyorum, çünkü hiç kimse kusursuz değil, en başta ben kusursuz değilim, gene de bu şekilde daha güvende hissediyorum kendimi.”
Haklı sayılırdı. İnsanlar güvenilmezdi. Tüfekleri, tabancaları değilse bile görünür ya da görünmez bir sürü silahları vardı, her an saldırıya hazırlanarak çeşit çeşit kötülük üretirler, hırslarına yenilir, çalar, öldürürlerdi.
Para için, güç için işlenen suçlar insanı pek şaşırtmazdı da ötekiler etkili yıkım provaları olurdu. Birine yalan söylemek ya da yalancılıkla suçlamak, zorbalık etmek, kendini vermeyecek olana el uzatmak, elde edemezsen kötülemek, mutsuzluğunu unutmaya çalışan birinin yaralarını ikide bir kanırtmak, insanları bile bile üzmek, güçlerini dirençlerini sınamak, kendi elde edemediklerinden başkalarının da mahrum olmasına uğraşmak, herkes tam da senin aynada gördüğün şeye dönüşsün istemek, güzel ve iyi olanı küçümsemek, hainliği, kötülüğü yüceltmek, oyun oynamak…
Düşüncesizlikten ötürü, teslim olmamak adına, aslında umursamadığın bir şeyi elde etmenin kibriyle parlamak için, korktuğundan veya ruhun aç diye… Hatta belki sırf bundan zevk aldığından. Ya da tam tersi, ne yaparsan yap hiçbir şeyin artık sana yeterince zevk vermeyeceğini bildiğinden… Bütün küçük kötülükler birbirine benzerdi, sebeplerin sayısıysa o kötülükler kadar çoktu.
Kahvemizi içip ayrılıyoruz ama ben ikna olmamışım belli ki, bir yandan yürüyor bir yandan da zihnimde arkadaşıma soru sormayı sürdürüyorum…
“Sen kendini korumak isteyebilirsin, lakin bu sıkı savunma temrinlerinin kaçınılmaz sonucu başkalarının da tıpkı senin gibi sürekli tetikte yaşaması olmaz mı?”
Ne derdi, bilmiyorum, bu yazıdan sonra belki öğrenirim ama benim cevabım hazırdı…
Ben kendime o karalanmış kâğıtlar cehennemini reva görmüyordum. İnsanın kendisi için ve tabii ki öteki insanlar için iyi şeyler istemesinin, mutlu olmaya ve sevdiklerini mutlu etmeye çalışmasının, güzel hayaller kurması ve kalp kırmamaya çalışmasının iyi etkileri illa ki olurdu.
Boş kâğıtların bir çeşit cahil cesaretini, karalanmış olanlarınsa hayata karşı korkaklığı gösterdiğini ve bu yüzden çöpe gitmeleri gerektiğini kabul ettiğime göre, ne yapmam, nasıl bir yol izlemem lazımdı?
Galiba insanlarla “bağlantı kurmayı” sürdürmem, yani boş ve temiz kâğıtları, cicili bicili defterlerimi tıka basa doldurmam lazımdı, kötülükleri tek tek saptayarak değil ama, iyi şeyleri, güzel hatıraları da kaydederek… Tilki’nin Küçük Prens’e söylediği şey doğruydu: “Sen benim için şu an yüz bin diğer çocuktan farksız bir çocuksun, sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok çünkü ben de şu an senin için yüz bin diğer tilkiden farksız bir tilkiyim. Ama beni ehlileştirirsen, ancak bunu yaparsan birbirimize ihtiyaç duyabiliriz. O zaman sen benim için dünyada eşi benzeri olmayan bir çocuk olursun. Ben de senin için eşi benzeri olmayan bir tilki olurum.”
Demek ki boşken aynı olan kâğıtları birbirlerinden ayırt etmenin, sevilebilir kılmanın en şahane yolu, onları birazcık değiştirmek, iyi niyetlerle, sana ait renklerle, özel işaretlerle ve sabırla doldurmak…
Okulda öğretmedikleri şeyler
Neil Gaiman’ın şahane çizgi roman dizisi Sandman’de bir karakter şöyle yazıyordu günlüğüne:
“Okulda öğretmedikleri şeylerin listesini yapıyorum. Bir insanı nasıl seveceğinizi okulda öğretmezler. Nasıl ünlü olacağınızı da. Zengin ya da yoksul olmanın yollarını öğreten çıkmaz. Artık sevmediğiniz birini terk ettikten sonra nasıl çekip gideceğinizi, başka birinin zihninden geçenleri nasıl sezeceğinizi ya da ölmekte olan birini hangi sözlerle teskin edeceğinizi öğrenemezsiniz… Aslında okulda öğrenmeye değecek hiçbir şeyi öğrenemezsiniz.”
Öğrenemezsiniz, evet. Sevdiğiniz birini incittiğinizde kendinizi nasıl affettireceğinizi… Yaşadığınız hayal kırıklığının ardından nasıl iyileşeceğinizi… Sizi gagalayan birine lafını aynı sivrilikle iade etmeyi… Orta yaş krizini sağ salim atlatıp yola devam etmeyi… Özeti “her gün işe gidip sonra aynı yoldan eve dönmek” olan bir hayatın rotasını değiştirmeyi… Utangaçlığı yenmeyi… Cesaret toplamayı… Sebepsiz gülümsemeyi… Doğru anlarda susmayı…
Bazı şeyleri öğrenmenin yeri okul değil, hayat çünkü.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest