Mahir Ünsal Eriş: “Edebiyat ferahlatır belki, iyileştirmez”
“Kendimizi sevdirene, beğendirene kadar erkek tavus kuşunun kuyruğunu açması gibi tüm renklerimizi, desenlerimizi, güzelliklerimizi sergiliyoruz. Ama bir araya geldiğimizde, biraz da sevginin insanı doğasına döndüren bir şey olmasından herhalde, evdeki pijamalı ilkelliğimize dönüşmeye başlıyoruz. Çünkü zaten bizi o pasaklılığımızla da sevebilen insanlarla olalım istiyoruz. Onca süslenmemiz, onca donanmamız aldatıcı bir cilve. İşin tabiatı. Edebiyatın ilaç olmasına gelince; yok, bence edebiyat acılara ilaç olmuyor. Oyalayabilir, ferahlatabilir belki ama iyileştirmez. Acılara ilaç olan şey bir gün muhakkak öleceğimiz ama hâlâ hayatta olduğumuz gerçeğidir.” Mahir Ünsal Eriş, Ümran Avcı’ya anlattı…
Hüzünlü mağluplar için yazıldı: Olduğu Kadar Güzeldik
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde
Mahir Ünsal Eriş: “Edebiyat ferahlatır belki, iyileştirmez”
Mahir Ünsal Eriş’i “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” kitabıyla tanıdık, sevdik. Çeşitli dillerden kitap, makale ve öyküler de çeviren Eriş, bu kez “Olduğu Kadar Güzeldik” kitabıyla buluştu öykü sevenlerle. Eriş, öyküleri ve öykülerinde yarattığı karakterler için; “Kendim gibi insanların hikâyelerini, göz hizasından anlatmaya gayret ediyorum” diyor. Eriş’le edebiyatı, insanları ve Ankara hattı yazarlarını konuştuk.
“Kanatlarımız Olsa be Metin” öykünüzde, ilk kitabının basılmasının yazarda yarattığı duygu, “Bilgisayar oyununda can kazanmak kadar keyifli olmalıydı” diye anlatılıyor. İlk kitabınız çıktığında buna benzer bir his miydi yaşadığınız?
Aslında pek sayılmaz. Çünkü kitabın basıldığını, elime ulaştığı ana kadar hemen hemen hiç kimseye söylememiştim. Olur da basmazlarsa kimse benimle eğlenmesin diye bir sır gibi yürüttüm bütün operasyonu. Tabii böyle olunca da, çıktıktan sonra sevinmeye imkan olmadı. İnsanları önce kitap yazdığıma ikna etmem gerekti çünkü. Ama fâni olmakla keyfi kaçmış insanoğlu için geride bir şey bırakmanın şüphesiz ki büyük bir lezzeti var. İlla ki öleceğini bilene, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi vurdumduymazlık veren bir sevinç. “Ben gitsem de bu yazdıklarım kalacak,” diye düşünüyor insan ister istemez, sanki her eline kalem alan Decameron yazıyormuş gibi
Ankara’daki üniversite öğrencileriyle İstanbul’dakileri kıyaslamışsınız. “Ankara’da okuyanlar iyi solcu olurlar, hapse girerler, kitap çıkarılar” diyorsunuz. İstanbul’dakiler için ise; “İki ya da bilemedin üçüncü senesinde bırakırlar, lümpen olup saç uzatır, bira içmeye başlarlar” diyorsunuz…
Bu benim lise yıllarımın bir karikatürüdür aslında. Benimle aynı dönemlerde benimle aynı ya da benzer yerlerde lise okumuş tüm akranlarıma doğrulatılabilir bir şey. Yanlış anlaşılmasın, doğrulatılabilir olan benim hikmetim değil. O zamanlar bize öyle gelirdi. Hepimize yani. Ankara’da insanı oyalayacak pek fazla şey olmadığı için, politik bir bilinçle taşradan Ankara’ya giden arkadaşlarımız, orada iyice yoğrularak esaslı devrimci olurlardı, haberlerini alırdık. Ama İstanbul, taşradan gelen ve liseyi yeni bitirmiş bir çocuk için büyülü bir çiçek dürbünü. Her yerinden merak uyandıracak başka bir şey, dikkati dağıtacak, başka yönlere şeylere çekecek başka bir acayiplik fışkıran devasa bir şehir. Bizim taşralı çocuk dimağlarımızda “adamı yutmasıyla meşhur” büyükşehir” fikri tam olarak İstanbul’a karşılık geliyordu. Belki de kökeni bu ayrıma dayanan bir karikatürleştirme bu. Yoksa zaten o zamana kadar ne İstanbul görmüştüm ne Ankara, o yüzden aklıselim bir değerlendirme olarak bakmamak lazım. Gençlik yıllarımın güzel bir motifi işte; komik.
Ankara hattı yazarları konusunda ne söylersiniz?
“Ankaralı yazarlar” denenlerin çoğu ya röportaj ve fotoğraf vermediklerinden ya da yeterince şöhretli olduklarını düşünen ve kendilerini ifade etmek için bu türden iletişim kanallarını kullanmaya gerek duymadıklarından ben, bu konuyla ilgili bir sözcü pozisyonu elde etmiş oldum zamanla. Oysa ilgim bile yok. Ankara yazarı-İstanbul yazarı ayrımını da biraz zorlama buluyorum. İzmir’deki evinde, kalkıp İstanbul’a gitme gereği bile duymayan İhsan Oktay Anar’ı nereye koyalım mesela? Çok nefis Ankara anlattığı halde, Frankfurt’ta yaşayan Şükran Yiğit’i ne yapalım? Ya da, ne bileyim, Sezgin Kaymaz bir Konya yazarı mıdır? Fakat şunu da eklemek zorundayım, özellikle İletişim Yayınları’nın Ankara bürosunun keşif, teşvik ve rehberliğiyle çıkan yazarlar arasında dilce ve duyguca bir ortaklık arama eğilimini anlaşılır buluyorum. İnsan bir şeyi tanımayı, tanımlamayı daha önceden tanıdığı başka bir şeye bakarak daha kolay yapabiliyor. Kaldı ki kullandığımız dilin günlük dile yakınlığı bakımından aramızda benzerlikler de yok değil. Yine de Ankara yazarları adlandırması, hele de ben bu kadar Bandırma-Çanakkale bölgesi anlatırken, Emrah Serbes’in öykülerinde Yalova varken, biraz fazla kategorici olur. Sadece belki bir İletişim Ankara ekibinden söz etmek mümkün… Çünkü bu yazarların kitaplarının hepsi aynı iki adamın elinden geçerek, onların beğenilerinden süzülerek çıkıyorlar; Tanıl Bora ve Levent Cantek. Bu da dil, duygu ya da biçimsel bazı benzerlikleri beraberinde getiriyor olabilir.
Bir alıntı yapmışım, “İşe Çıkılacak Gün”den: “Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal yapıyor.”
Umutsuzluğu okutmaya çalıştığım düşünülmesin burada. Umut iyidir, inancı diri tutar. Öfkeli bir umudu tuzukuru bir kabullenmişliğe her zaman yeğlerim. Ama insanın içine gevşemeyle karışık bir teslimiyet sağladığı da açık. Buna yenik düşmemek lazım.
Kitabın en sonunda öykülerinizi, annenizle babanız size “Aferin!” desinler dile yazdığınızı açıklıyorsunuz…
Aynen öyle. Ben, annemle babamın beni okutmak, iş, güç, itibar kazandırmak için verdiği tam zamanlı mücadeleye layıkıyla cevap veremedim. O yüzden şimdi yaptığım her şeyden en ufak bir sevinç ve gurur duyduklarını hissetsem azıcık da olsa vicdanım okşanıyor.
“Yalnızlık en az bir çocuğu sarsabilir” diyorsunuz. Hemen arkasından da “Çocukken hayat koptuğu yerden daha rahat devam edebiliyor” demişsiniz. Büyüdükçe direncimiz mi kırılıyor?
Bu biraz insan büyüdükçe dertlerinin de büyüyor olmasıyla ilgili galiba. Bir de şu var: Çocukken başımıza gelen kendi ölçeğince tüm küçük-büyük felaketlerde anne ve/veya babanın desteğinin güvencesi insanı rahatlatıyor. Ama büyüdükçe olmuyorlar. Olamıyorlar. Çocukken “anne” diye koşarak yanına gidip yaralanan dizimizi göstermemişiz gibi belli bir yaştan sonra başımıza ne gelse, “Aman duymasınlar da canları sıkılmasın,” diye saklıyoruz onlardan üstelik. Yaşlandıkça insan, o zamana kadar kendiyle çok kalmış olduğundan, sertleşiyor. Kırıldığı yerlerden yapıştırılıp devam etmesi de daha güç oluyor o yüzden.
“İlk ısırıktan sonra ısırılan yerlerimizden kararmaya başlıyoruz…” Hem bu alıntı üzerine konuşalım istiyorum, hem de hayal kırıklıkları ve yaşanan acılara edebiyat ilaç olabiliyor mu diye sormak istiyorum?
İlk ısırık meselesi biraz doğal seleksiyonla açıklanabilecek türden bir hadise galiba. Kendimizi sevdirene, beğendirene kadar erkek tavus kuşunun kuyruğunu açması gibi tüm renklerimizi, desenlerimizi, güzelliklerimizi sergiliyoruz. Ama bir araya geldiğimizde, biraz da sevginin insanı doğasına döndüren bir şey olmasından herhalde, evdeki pijamalı ilkelliğimize dönüşmeye başlıyoruz. Çünkü zaten bizi o pasaklılığımızla da sevebilen insanlarla olalım istiyoruz. Onca süslenmemiz, onca donanmamız aldatıcı bir cilve. İşin tabiatı. İlaç olmaya gelince; yok, bence edebiyat acılara ilaç olmuyor. Oyalayabilir, ferahlatabilir belki ama iyileştirmez. Acılara ilaç olan şey bir gün muhakkak öleceğimiz ama hâlâ hayatta olduğumuz gerçeğidir.
Şans mı, felek mi adına ne derseniz işte o şeye öfkeli insanların hikayeleri var kitapta. Hayata küsenlere, kaybedenlere öyküler aracılığıyla mı el uzattınız?
İnsan sınıfının dilini konuşur, gördüğü duyduğu dünyayı, onun halince anlatır. Benimki sadece bu. Yoksa ben kimim ki kime el uzatayım. Kendim gibi insanların hikâyelerini, göz hizasından anlatmaya gayret ediyorum, o kadar.
Bir öğrencinin öğretmeninden gördüğü şiddetin öyküsü var kitapta. Sizin kişisel hikayenizde de öğretmen şiddeti var mı?
Var tabii, olmaz mı? Çok döverlerdi ilkokulda, ortaokulda. Belki de “NASA’daki Gururumuz!” diye manşet olacaktım gazetelere, aptal ettiler döve döve. Neyse ki bu işler o kadar kolay ve yaygın değil artık.
Ümran Avcı
Subscribe
0 Comments
oldest