Nermin Yıldırım: “Gülerek direnmek diye bir şey var…”
Bir süredir Barselona’da yaşayan Nermin Yıldırım’la Doğan Kitap’tan çıkan son romanı “Unutma Dersleri” vesilesiyle bir röportaj yaptık ve romanını, Barselona ile İstanbul arasında mekik dokuduğu hayatını, rastlantı eseri bulduğu Mazi İmha Merkezi’nde aşkının acısını değil ama ona yaşattığı mutlulukları unutmak isteyen kahramanı Feribe’yi konuştuk.
Yazıyla ilişkisinin ne zaman, nasıl başladığını sorduğumda, “Sanırım hep hayatımdaydı yazı. Neredeyse okuma yazma öğrendiğim zamanlardan beri bir biçimde yazıyorum” ” dedi sevgili arkadaşım. Hem zaten pek öyle neşe pınarı bir çocuk sayılmazmış, biraz içine kapanık, çokça utangaçmış. Arkadaşlarını okuduğu kitapların içinden seçermiş. Okumak beraberinde yazmayı getirmiş: “Minik öyküler yazmak, oyun kurmak gibiydi benim için; oyun arkadaşlarımı yaratıyordum bir nevi. Kısacası, dünyayı anlamak, anlatmak, içinde kendime bir yer bulabilmek, yanıma koyacağım insanlara yer açabilmek için, yani galiba hep bu tür kişisel, belki de biraz manyakça sebeplerle yazdım.”
Doğru söylediğini nereden biliyorum, onu da anlatayım. Daha doğrusu anlatmayayım da sizden şu linke tıklayarak Nermin’in dünya tatlısı mini mini bir ufaklıkken “yayınlanan” ilk kitabına bakmanızı rica edeyim.
“Ben gerçekçi bir yalancıyım…”
Neden hep unutma-hatırlama ekseninde ilerleyen romanlar yazıyorsun? Bu bir tercih mi yoksa senin bu kavramlarla bir meselen mi var?
“Yazın hayatımı kişisel ve toplumsal bellek meselesi üzerine kurayım” diye bir karar vermedim. Dolayısıyla benim açımdan doğru cevap ikinci şık. Çoğu yazarın aslında dönüp dolaşıp aynı şeyi yazdığı söylenir. Benim de yolum her defasında bir biçimde geçmişe, geçmişin bugün üzerindeki izlerine çıkıyor. Bilirsin, insanlar üçe ayrılır: geçmişte yaşayanlar, bugünde yaşayanlar ve gelecekte yaşayanlar… Geçmişte yaşayanlar hep maziyi kurcalar, ‘keşke’lere, pişmanlıklara saplanmış yaşar. Gelecekte yaşayanlar yarının kaygılarından kafasını kaldıramaz. Bugünü yaşayanlarsa, çocuklardan ve delilerden mürekkep şanslı bir azınlık… Ben kendimi bildim bileli ilk kategoriden paçayı kurtaramadım. Sürekli “Neden?” diye sormak ve cevabı bulmak için geriye doğru bakmak gibi fena bir huyum var. Yazarken de bunu yapıyorum.
İlk romanın “Unutma Beni Apartmanı”nda kahraman, annesinin sesini ilk kez 43 yaşındayken duyan bir kadındı. Diğer yandan Türkiye öyle bir memleket ki ilişkilerin gidişatını çoğu zaman toplumsal çalkantılar belirleyebiliyor. Demek istediğim bütün bu unutuşlar, yabancılaşmalar, kopuşlar, kayboluşlar elbette insana ama daha da çok bu memleketin insanlarına özgü durumlar… Ne dersin kısmen de olsa uzaktan bakarken?
Aile kavramıyla, toplumsal cinsiyet tanımları ve pratikleriyle, günlük hayatımızda bize roller biçen bütün etiketlerle derdim var aslında. Annelik müessesesine atfedilen kutsiyeti çok sorunlu buluyorum, ayrıca bir toplumun ruh halinin bireylerin ruh haline doğrudan sirayet ettiğini düşünüyorum. Hasta bir toplumda bireyler de hastadır. Sanırım bu durum, romanlardaki unutuşları, kopuşları, yabancılaşmaları bir biçimde açıklıyor. Daha iyi bir dünyada ben de daha neşeli ve gezegenle barışık romanlar yazabilirdim. Uzaktan bakmak görüş açını genişletiyor ama seni telef olmaktan kurtarmıyor; hepimiz aynı bataklıkta debeleniyoruz.
İlk kitabının kahramanı senden çok şey taşıyormuş diye duymuştum, doğru mu bu?
Öyle mi, kim demiş? Şaka bir yana, bilhassa ilk romanların otobiyografik olduğu söylenir; ben de sızmışımdır elbet romanın bir yerlerine. “Unutma Beni Apartmanı”, gölge yazarlık yapan bir kadının hikâyesi, o yüzden içinde 7-8 roman var. Hem ana romanı hem de kahramanın roman içinde yazdığı romanları okuyoruz. Onca romanın içine bir yerlerden girip çıkmış olabilirim yani. İşin doğrusu, o romanda bir sürü şey oluyordu ve bence bazıları azıcık sıra dışı, hani insanın başına her gün gelmeyecek türden tuhaf işlerdi. Hepsini kurgulamıştım, bir başka deyişle uydurmuştum. Ama bir tanesi gerçekten olmuştu. İşin komiği diğer her şey makul karşılanırken, o kısım için “Olur mu böyle şey, hiç gerçekçi değil” eleştirisi gelmişti. Ama ne olduğunu sorma, söylemem! Ama şu var: Bu örnek bana hayatın kesinlikle romanlardan daha acayip olduğunu gösteriyor. Hayattaki en tuhaf şey hayatın kendisi! “Unutma Dersleri”nin bir yerinde Feribe, “Asıl imkansız aşk, hayatla aramızdaki aşk” diyor, tamamen katılıyorum.
“Bir daha yaşanamayacaklarını bildiğin güzel günleri hatırlamak da acı verir bazen”
Unutma Dersleri’nin esas karakteri Feribe. Bu ismin bir anlamı, bir önemi var mı? Bana aşk acısını unutabilmek için evini terk edip uzaklara kaçan Çalıkuşu Feride’yi hatırlattı.
Var, olmaz mı? Önemi anlamında gizli; insan ismiyle yaşar. (Bu arada, öğrendiğime göre Feribe “aldatılan” demekmiş.)
Gerçi senin Feribe’n aşk acısını değil aşkın güzelliklerini, sevinçlerini unutmak istiyor…
Tabii, bir daha yaşanamayacaklarını bildiğin güzel günleri hatırlamak da acı verir bazen.
MİM, yani Mazi İmha Merkezi nasıl bir yer. Hatıraları imha mı ediyor yoksa onları etkisiz hale getirmenin yollarını mı gösteriyor?
Feribe oraya “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” filmindeki gibi hafızasını sildirebileceği umuduyla gidiyor. Ama MİM’de işler o kadar kolay yürümüyor. Fiziksel bir işlem söz konusu değil, uzmanlardan dersler alıp verilen ödevleri yapması gerekiyor. MİM’in vaadi hatıraları unutturmak ya da hiç değilse sahiplerinin hayatında kapladıkları yeri azaltmak… Neticede bir şeyi unutmaya gerek duymak, o şeye hayatını zindan etmesine müsaade edecek kadar önem atfetmekle ilgili. Merkez de işte o şeyi önemsizleştireceğini vaat ediyor.
Peki, Mazi İmha Merkezi’nde verilen dersler sonuç garantili mi, yani denersem bir gün, ben de unutabilir miyim?
Bunu hep söylüyorum. Bu bir kişisel gelişim kitabı değil. Unutturma vaadi yok, edebi lezzetten başka hiçbir vaadi yok. Hatta bu tür vaatlerle eğlenen, modern dünyada MİM’in muadili olabilecek kurumları eleştiren bir roman. Öte yandan bir psikolog danışmanlığında yazıldı. Merkezdeki ders bölümlerinde muhtemelen benzer bir dertle psikologa gidecek birinin duyabileceklerine yakın şeyler var. Yasın aşamaları anlatılıyor temelde. Söyleşilere gelenler arasında “Romanı doktorum önerdi” diyenler hatta kitapla ilgilenen psikologlar oldu. Fakat sonuçta edebiyat bu; unuttursun diye yazılmadı. Hatta tam da böyle işlere meyledenlere başka bir şey söylemek için yazıldı. Unutturacağını söylersem romanı yazma sebebime ters düşmüş olurum zaten.
“Yok saymak bizi çıldırttı; güvensiz, mutsuz, huzursuz insanlar yaptı…”
Unutmak mı daha iyi, hatırlamak mı? Yani gerçek ne kadar sert olursa olsun yüzleşmek daha iyi değil midir?
Ben de hayatta sorunlarla yüzleşmekten, onlarla hesabımızı kesip dostça ayrılmaktan yanayım, çünkü bu sağlıklı bir veda şekli. Doğru şekilde vedalaşamadıysak unutmak mümkün olmayan bir şey bence. Kaçtığımız, halının altına süpürdüğümüz travma, hiç ummadığımız anda karşımıza dikilip bize daha çok acı verebilir. Bir de ben tecrübenin faydasına inanırım, buna acı tecrübeler de dahil. Hatırlamak hiç değilse tekrar etmeyi engeller.
Sorumu şahsa yönelik olmaktan çıkarayım ve memlekete yayayım. Geçmişte yaşananları, olup biten trajik olayları unutmayı, hiç yaşanmamış saymayı tercih ettik genellikle, bunun bize ne yaptığını düşünüyorsun?
Bu bizi tam da şimdi olduğumuz şey yaptı! Aynı acıları, çok benzerlerini defalarca baştan yaşadık. Çünkü bir ayıpla, günahla, acıyla, sorunla baş etmenin yolu başımızı kuma gömüp onu yok saymak değildir. Yüzleşmek, anlamak, anlaşmak, özür dilenecekse dilemek, affedilecekse etmek gerekir. Yok saymak bizi çıldırttı. Kendinden ve başkalarından nefret eden, güvensiz, mutsuz, huzursuz insanlar yaptı, merhametsiz, kötücül bir toplum olduk. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’cı olduk. ‘Düşene bir tekme daha at’macı olduk. Üç maymun oyununun yılmaz neferleri olduk. Böyle fena şeyler olduk işte…
Öte yandan Feribe çok komik bir kadın, ne anlatırsa anlatsın içinde mizahı bir yan bulabiliyor ve bunu okura da hissettiriyor…
Feribe’nin hikâyesini hicran hıçkırık yazmak da mümkündü. Hatta böyle bir hikâyeden beklenen oydu. Ama o zaman da ama ortaya bu roman çıkmazdı. “Unutma Dersleri” her anlamda sağ gösterip sol vuran, ters köşeye yatıran bir roman olsun istedim. Çok depresif hikâyeler yazdıktan sonra kişisel olarak da mizahi bir sese ihtiyacım vardı sanırım. Yaşadığımız dönem itibariyle hepimizin var. Chagall tabloları gibi bir roman yazmak istedim. Hani orada da damlarda keman çalan ihtiyarlar, el ele tutuşup uçan âşıklar filan vardır. Oysa hava soğuktur, köyde yoksulluk, açlık kol gezmektedir muhtemelen… Ama işte her şeye rağmen çocukça, haşarı, muzip, insana iyi gelen, yaşama kudreti ihtiva eden bir neşe… Feribe’yi yazmak bana iyi geldi. Gülerek, eğlenerek yazdım. Okurdan da benzer tepkiler alıyorum, çok mutluyum bu açıdan. Bir de şu var tabii: Yaşadığımız acılara biraz uzaktan bakmak, onlarla eğlenmek iyidir. Gülerek direnmek diye bir şey de var!
Şu terapist meselesine dönelim… Birlikte çalıştığın Tolga Erdoğan’dan bahseder misin?
Ona danışıyorum, çünkü romanlarımın genellikle psikolojik bir katmanı oluyor. Sağlıksız bir toplumda sağlıklı insanların romanını yazmak sağlıklı bir tutum sayılmaz zaten. Karakterleri kurarken birtakım okumalar yapmam gerekiyor. Bu anlamda Tolga’dan destek alıyorum. Okuma listeleri öneriyor bana. Ayrıca özellikle karakterlerde patolojik durumlar varsa onların da sağlamasını yapıyorum Tolga’ya sohbet ederek. “Bu karakterin şöyle bir geçmişi var” diyorum mesela. “Ona şöyle bir şey yaptırıyorum ama tıbbi olarak da bir karşılığı var mı bunun” diye soruyorum. İlle bilimsel bir gerçekliğe dayandırmadan da yazabilirdim elbet ama böylesini seviyorum. Tolga’nın danışmanlığı genel olarak bununla sınırlı. “Unutma Dersleri”nde Feribe’nin MİM’de aldığı ders basamaklarını hazırlarken de Tolga’dan çok destek aldım. Biri benzer dertlerle doktora gitse işitebileceği tavsiyeler üzerinden kurmak istedim dersleri. Yazarken araştırmayı, kurguyu gerçek bir tarihi, sosyal, psikolojik zemine oturtmayı seviyorum. Sadece psikoloji değil, romanlarda hukuki bir durum varsa avukatlardan da danışmanlık alıyorum.
Bunu dünyada yapan bir yazar var mı? Her şeyi tamamen tek başına yazsan nerede zorlanırdın, ne eksik kalırdı?
Yazdıkları alanın profesyonelleriyle görüşen, sohbet eden, onlara danışan çok yazar var elbette. Mesela Osmanlı döneminde geçen bir roman yazıyorsanız, tarihçilere danışırsınız. Kriminal bir roman yazıyorsanız, o konunun uzmanlarıyla görüşürsünüz. Öte yandan, her şeyi tek başınıza yazıyorsunuz aslında. Yani danışman siz yazarken yanınızda değil, metne müdahil olmuyor, ne yazdığınızı bilmiyor bile. Sadece kafanızdakileri mantıklı bir zemine oturtmak, terminolojiyi doğru kullanmak için ona alanıyla ilgili sorular soruyorsunuz. Tolga romanı ancak çıktıktan sonra okudu, yine de onun varlığı metnin psikolojik referanslarına daha fazla güvenmemi sağladı. En tuhaf görünen yerlerde bile “Böyle şey olmaz canım” dedirtecek bir nokta kalmadı. Esasen edebiyat tam olarak bunu beklemez sizden; dünyanın gerçekliğine uymanızı değil, kendi kurduğunuz gerçeklik içinde tutarlı olmanızı bekler. Her şeyi baştan sona uydurmak da mümkündü ama ben o yöntemi seçmedim. Gerçekçi bir yalancıyım; edebiyat bir tür güzel yalan söyleme egzersiziyse, yalanlarımı bilimsel temellere dayandırıyorum.
“Hem buralıyım hem yabancıyım ve hâlâ seferi bir hayatım var”
Eşin fotoğrafçı Joan Alvado. Nasıl tanıştınız ve evlenmeye karar verdiniz?
Tanıştığımızda farklı ülkelerde yaşıyorduk, hakiki bir ilişki yaşamak zor gibi görünüyordu. Aşk pek çok imkânsızlığın üstesinden gelebiliyor. Bir hastalık neticede, bir tür obsesif kompülsif bozukluk; insana acayip şeyler yaptırabiliyor. Âşıkken insanın beyni kokain bağımlılarının beyniyle aynı şekilde çalışıyormuş, biliyor musun? Yani âşık olduğun kişi yanında değilse, onun yokluğunu çekiyorsan, tıpkı madde bağımlısının yaşadığına benzer bir kriz hali doğuruyor bu. Benzer bir hormonal süreç yaşanıyor beyinde. Neyse işte, sonra olaylar gelişti tabii… Bizim beyinler müptela gibi çalışmaya başlayınca, sık sık uluslararası hatlarda gidip gelmeye, seferi hayatlar sürmeye, derken en nihayetinde yolları kesiştirip birlikte yaşamaya başladık, arada da baktık evlenmişiz. Evliliğe pek bir anlam yüklediğim söylenemez. Bu hikâyede mesafeleri aşıp bir araya gelmeyi becermemizdi. Düşünsene, hayatını birlikte geçirmek istediğin insan dünyanın öbür ucunda… Ama bunu hakikaten istiyorsan, dünyanın uçlarını değiştirebiliyorsun.
Barselona’daki hayatını da anlatır mısın? Oralı oldun mu artık yoksa hala bir yabancı olmanın tadını mı çıkarıyorsun?
Hem buralıyım hem yabancıyım. Hâlâ seferi bir hayatım var, sürekli bir yerlere gitmem, oralarda uzun kalmam gerekiyor. Barselona’da, “Evime döndüm” duygusu yaşıyorum. Burada olmak iyi geliyor bana; dinlendiriyor, mutlu ediyor. Sakin, sessiz bir hayatım var. Minik ve hayatı kolaylaştıran bir şehir Barselona… Her yere bisikletle gidip geliyorum ya da yürüyorum; şahane bir şey bu. Bir tür mutluluk tanımı… Ama İstanbul’u da evim gibi hissediyorum. Yine de iki yerde de biraz yabancıyım. Bu, insanı özgürleştiren bir duygu; içeride olmak ama dışarıdan da bakabilmek kıymetli bir şey. Uzaklaştığında görüş açın genişliyor, kendini aidiyetlere kaptırmıyorsun. Ama belki de bu bir beceri meselesi değildir, sadece tümüyle bir yerin insanı olmayı bilmiyorumdur belki de…
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest