Egoist okur

Hercule Poirot ve Pera Palas’taki hayalet

Agatha Christie’ye ve kahramanlarından Hercule Poirot’ya dair her şey… Üstelik bu yazı Pera Palas’ta, tam da Agatha Christie’nin kaldığı odada yazıldı. Yani çok heyecanlı.

Pera Palas’ta hayalet avı

Tarihi Pera Palas Oteli’nin artık Agatha Christie’yle özdeşleşen 411 numaralı odasında kaldığım geceyi anlatacağım bugün. Yani 19. yüzyılın sonunda, İstanbullu Levanten Alexander Vallaury tarafından tasarlanan Pera Palas Hotel’i köşe bucak gezip dolaştıktan, Greta Garbo, Ernest Hemingway ve Pierre Loti odalarına göz atıp otelin çeşitli köşelerinde sergilenen antikaları gördükten, burasının günümüz steampunk çılgınlığının merkez üssü olabileceği hissi veren birtakım araç gereçlerin tuhaf mekanizmalarını uzun uzun inceledikten, terasa çıkıp Haliç manzarasının tadını çıkardıktan, Agatha Restaurant’da şahane bir akşam yemeği yedikten ve nihayetinde siyah ve bordo renklerde döşenen ünlü 411 numaralı odanın kapısından içeri girdikten sonra bir gerçeği hatırladım: Dünyanın en ünlü polisiye roman yazarı Agatha Christie’nin başımıza musallat ettiği en büyük esrar, kendi hayatına dair olandı.

Yazar 8 Aralık 1926’da, yani 36 yaşındayken 11 gün boyunca sırra kadem basmıştı. 11 gün ve 11 gece ondan haber alınamamış, karış karış arandığı halde Christie İngiltere’nin hiçbir yerinde bulunamamıştı. Arabası göl kenarında, üstelik devrilmiş halde bulununca, daha da kötüsü içinden peruğu çıkınca işler iyice karıştı. Polis onun bir cinayete kurban gittiğinden şüpheleniyordu. Bir gece önce komşular, kocası Archiebald Christie’yle yazarın şiddetli kavgasına tanık olmuştu. Lakin Archie’nin de doğrusu epey sağlam bir tanığı vardı: Kavgadan sonra kucağına sığındığı ve bütün hafta yanından ayrılmadığı metresi Nancy Neele.

Agatha Christie tam 11 gün sonra Yorkshire’da bir otelde bulundu. Otele asıl adıyla değil, intikamcı ruhunun delili olarak rakibesinin soyadını ödünç alarak Teresa Neele olarak kaydolmuştu. Hekimler yazara “psychogenic fugue” tanısı koydular. Sebep, sevgili kocasının onu aniden terk etmesinden kaynaklanan ağır depresyondu. (Tam Türkçesi olmayan bu ruhsal bozukluk, kişinin kim olduğunu tamamen unutarak kendine yeni bir kimlik uydurması, bu yeni kimliğin gerçek olduğuna sonuna kadar inanması olarak tarif ediliyor sanırım.)

Aradan yıllar geçti. Asıl fırtına, kopmak için yazarın ölümünü bekliyordu. Hollywood’un dev yapım firması Warner Bros. Agatha Christie’nin hayatına dair bir film yapmaya karar verdi. Fakat o 11 günlük sırra kadem basışın açıklaması pek de heyecan verici sayılmazdı. Yetkililer daha alengirli ve gösterişli bir hikâyenin peşindeydi. O 11 gün içinde neler olmuştu? Yazar belki hayatının aşkıyla tanışmıştı. Belki bir kiralık katille buluşup kocasını öldürtmeye niyetlenmişti. ‘Belki’ler yetmeyince boşlukları tamamlasın diye medyum Tamara Rand’e başvuruldu. Rand, transa geçerek yazarın o sırada başka bir isimle İstanbul’daki Pera Palace’ın 411 numaralı odasında kaldığını söyledi. Odayı iyice araştıracak olurlarsa bir köşede bir anahtar bulacaklardı. O anahtar da araştırmacıları Agatha’nın gizli hatıratına götürecekti…

Gerçekten de 411 numaralı odada, süpürgeliğin hemen arkasında küçük bir anahtar bulundu. Burası aslında Christie’nin sonradan -kendi adıyla- sık sık kaldığı, hatta Doğu Ekspresinde Cinayet adlı romanını kaleme aldığı odaydı. Ama o kadar! Odada 1926’da buraya geldiğine dair bir iz yoktu. Gerisi ya hiç yaşanmamıştı, ya da ruhlar âlemi bizim hakikati öğrenmemize henüz izin vermiyordu.

Bana gelince; o meşhur anahtarı gördüm, 411 numaralı odanın duvarlarını süsleyen fotoğraflara ve gazete kupürlerine baktım, raflardaki roman külliyatını karıştırdım, hatta Agatha Christie’nin otobiyografisini bile inceledim. Hayır, 411 numaralı odada yaşanmış olabileceklere dair en küçük bir şey öğrenemedim. Ortalıkta yazarın hayaleti filan da görünmüyordu. Sonra? Eh, tabii ki yemekte içtiğim iki kadeh kırmızı şarabın da etkisiyle vücudumu saran uykuya teslim oldum. Gördüğüm rüya bana kalsın.

Polisiyenin kraliçesi

Küçük yaşta edebiyata ilgi duyduğunu belli eden Agatha Mary Clarissa Christie, ilk romanı Styles’daki Esrarengiz Olay’ı 1914’te yazdı. Kitap birçok yayınevince geri çevrildikten sonra 1920’de yayınlandı. Belçikalı kahramanı Hercule Poirot, zekası, espri yeteneği, keskin gözlemciliği ve Avrupalı inceliğiyle okur tarafından çok sevildi. Cinayetleri “küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak çözüyor, bu arada İngiliz yüksek sınıfının saklı kirli yönlerini ortaya döküyordu. Yazar daha sonra Miss Marple adının verdiği başka bir tip daha yarattı. Hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın olan bu amatör dedektif de çok sevildi.

Christie’nin en güzel romanları

Roger Ackroyd Cinayeti: Agatha Christie’nin hiç satmayan ilk kitabından sonra yazdığı ve kısa sürede rekor satış rakamlarına ulaşan bu polisiye, okurların ilgisinin yanı sıra eleştirmenlerin de hayranlığını kazandı ve bir bakıma polisiye türünün tarihini değiştirdi. Üniversitelerde başlı başına ders olarak okutulan roman hakkında sonradan bir sürü kitap da yazıldı.

10 Küçük Zenci: Başarılı ama tartışmalı bir roman. On Küçük Zenci adı ırkçı bulundu ve Afrika kökenli Amerikalıların büyük itirazıyla karşılaştı. Bunun üzerine yazar kitabın adını On Küçük Kızılderili olarak değiştirdi. Fakat bu kez Amerikan yerlileri itiraz etti. Sonuçta kitabın adının Geriye Kimse Kalmadı olmasına karar verildi. Sonuçta 10 anlatıcısı olan ama anlatıcıların hepsinin sonunda öldüğü ve cinayeti soruşturacak kimsenin kalmadığı polisiye hikaye türün başyapıtlarından olmayı sürdürüyor. Ama bizde hâlâ On Küçük Zenci adıyla yayınlanıyor.

Doğu Ekspresinde Cinayet: Filmi de çekilen roman Agatha Christie’nin ve tabii ki dedektifi Poirot’nun finaldeki şaşırtıcı seçimiyle de unutulmaz. İnsanın iyilik ve kötülük üzerine adamakıllı düşünmesini sağlıyor.

Ve Perde İndi: Daha önce yazmıştım… Yazarın belki de en tuhaf romanı. ABC Cinayetleri’yle birlikte favorim. Hercule Poirot’nun Christie tarafından yazılmış son macerası. Hiç cinayet işlemeyen bu yüzden de suçu yasalar karşısında kanıtlanamayacak olan bir seri katili anlatıyor. Nasıl mı? Okuyun.

Arkeolojik hazine

Mutluluğu ikinci kocası arkeolog Max Hollowan’da bulan cinayet kraliçesi rivayete göre bir keresinde şöyle demişti: “Bir kadının sahip olabileceği en iyi şey arkeolog kocadır, çünkü yaşlandıkça kocasının gözünde kıymeti artar.”

Şiirsel adalet ya da en fiyakalı final

Doğu Ekspresi, gece yarısından sonra artan şiddetli tipi yüzünden ücra bir yerde durmak zorunda kalır. Ertesi günkü kontrollerde tüm yolcuların sağ ve salim olduğu anlaşılır. Sadece bir yolcunun kompartımanı içeriden kilitlenmiş ve yolcu bıçaklanarak öldürülmüştür. Cinayeti çözmek, o sırada trende yolculuk etmekte olan Hercule Poirot’ya düşer. Fakat dedektifimiz bir süre sonra bazı yolcuların cinayetin izlerini yok etmeye çalıştığını fark eder…

“Doğu Ekspresi’nde Cinayet” böyle başlıyor.

“Roger Ackroyd Cinayeti” kadar çığır açıcı kabul edilmese de Agatha Christie’nin yazdığı bu maceranın manyak bir hikayesi, müthiş bir finali var. En güzel yanı da, Poirot’nun çözüm anındaki ünlü konuşması. Bir polisiye roman finali olarak daha iyisini, daha adaletlisini, daha fiyakalısını hatırlamıyorum. Katili bulmak zor, çünkü… Neyse söylemeyeyim. Anlatmak için ölüyorum ama hevesinizi kaçırmamak adına kendimi tutacağım. (Böbürlenmek gibi olmasın, ben ilk okuduğumda katili doğru tahmin etmiştim. Tabii burada “katili” demek ne derece doğru, o da ayı mesele.)

Madem kitaptan uzun uzadıya söz edemiyorum, o halde kahramanımızı anlatayım: Agatha Christie’nin ilk kez “The Mysterious Affair at Styles”da karşımıza çıkardığı Hercule Poirot en sevdiğim roman dedektifidir. Hoş, bugüne dek gerçek bir dedektifle tanışmışlığım da yok. Neden seviyorum, orası da muamma. Ne yazık ki kendisinin sinir olacağım sayısız özelliği var. En basitinden kendisi, kütüphanesindeki kitapları incelik ve kalınlıklarına göre dizen bir şekilci. Dahası egosu had safhada şişkin ve çok kibirli. Bunlar negatif özellikleri. Peki bu şahsın hiç mi iyi özelliği yok? Arayalım…

Aşırı nazik ama gerektiğinde açık sözlü ve sert olmaktan çekinmiyor. Bulunduğu yerdeki en zeki ve entelektüel kişi daima o. Üzerine konuşamayacağı, bizi aydınlatamayacağı konu yok. Geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, her daim yapayalnız. Saf ve temiz kalpli Hastings olmasa arayanı soranı kalmayacak. Bu kısa boylu ama karizmatik adamın kömür karası saçları, insanın içini okuyan yemyeşil gözleri ve eh, yumurta biçimli bir kafası var. (Siyah saçlarının sebebi hikmetini “Ve Perde İndi” adlı son macerada öğreneceğiz ama burada o konuya hiç girmeyelim.) Bıyıkları da incecik ve muntazam. (Neden, çünkü balmumuyla tarıyor.) Başka? Pahalı deri ayakkabılar giyiyor. Lükse düşkün, kalite seviyor. Egzotik içeceklere, pahalı restoranlara bayılıyor. Evi var mı bilmiyorum, zaten otel odalarında yaşamayı tercih ediyor. Nizam ve intizama aşırı önem veriyor. Yediklerinin şekli şemali bile önemli. (Misal, sabah iki yumurta yiyecekse aynı büyüklükte olmalılar, yoksa o sofrada bir dakika bile durmaz.) Bir de hatırladığım kadarıyla, güçlü karakterli kadınları çekici bulan flörtöz bir adam. Tabii alışılmış çapkınlardan değil, kendi garip usulleriyle kur yapıyor. Hem onu bir kadınla aşık ya da eş olarak görmedik. (Christie’nin Poirot’yu eşcinsel olarak tasarladığı yolunda rivayetler de dolaşıyor ama buna dair kanıtımız yok.)

Peki, peki, Poirot’nun iyi özelliklerinin de çok şahane özellikler sayılmayacağının farkındayım. Yani bu özellikler kimseyi sevmenize yetmez, olsa olsa bu sayede onu ilgi çekici bulursunuz, hepsi o kadar. Fakat Poirot şaşırtıcı şekilde tam sevilecek adamdır. Şakacı, iyi kalpli, adaletli, hadi daha ileri gideyim, büyüleyicidir…

Yine de onu bir dedektif olarak farklı kılan şey, cinayetleri çözmek için kullandığı yöntemdir. Kıpırdamadan oturup saatlerce düşünür ve bu şekilde beyninin “küçük gri hücrelerini” çalıştırır. Bütün suçların altında psikolojik nedenlerin yattığına inanır. Adalet söz konusu olduğunda kanun dışı yöntemlere başvurabilir; kimi zaman bir perdenin ardına gizlenip mahrem bir konuşmayı dinler, kimi zaman bir kadının yatak odasını karıştırarak neler sakladığına bakar. Bir keresinde katilin –daha doğrusu katillerin- gitmesine izin vermişti. (Bunu hangi kitapta yaptığını izninizle söylemeyeyim, siz keşfedin.) Bir keresinde de katili öldürmüştü ama onu hiç söylemem. Bulup okuyun.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments