Rebecca Solnit + Darren Aronofsky işbirliği: ANNE!
Birkaç kitaba dalmışken keşfettiklerim… Flâneur’ler ve flâneuse’ler… Yürüme, kaybolma ve kendini bulma hikayeleri… Ve sonunda keşfedilen, “Anne!”
Darren Aronofsky’ye teşekkür borçlu olabiliriz. Geçen hafta gösterime giren “Anne!”, feminist edebiyatın güçlü temsilcisi, “Kaybolma Kılavuzu”, “Yürümenin Tarihi”, “Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar” gibi kitapların yazarı Rebecca Solnit’i sinema seyircisiyle ilk kez buluşturuyor. Hem de olabilecek en altüst edici biçimde…
Flâneur’ler, flâneuse’ler ve “Anne!”
Flâneurler, yani ‘aylak şehir seyyahları’nın doğuşu, tam da şehirlerin doğuşuna denk düşüyor. Yani kırda bayırda aylak aylak gezinmekle şehirde avarelik etmekle katiyen aynı şeyler değil. Flâneur ifadesi, şehri deneyimleme amacıyla ve ‘para harcamadan’ gezerken köşede bucakta keşfettiklerini başkalarıyla paylaşan kişilere uyuyor sadece. Onları Instagram’a fotoğraf yüklemek ve Facebook’ta daha çok “like” almaktan başka amacı olmayan sosyal medya fenomenleriyle karıştırmayınız çünkü onlar zaman ya da mecburiyet kavramlarını tanımadıkları gibi, yaptıklarına karşılık beklemeden geziyorlar.
Onları anlatan en güzel tarifse bence şu: “Kendini en çok evin dışındayken evinde hisseden kişi”.
Baudelaire, “Farkındalığı yüksek kaleidoscope’lar” demiş onlara. Bir yerlerde de “Kaplumbağa gezdiricisi” tanımını da okumuştum. Gerçekten 19’uncu yüzyıl sonunda Parisli flâneur’lerin işi iyice abartıp boyunlarına ince ipten tasmalar taktıkları kaplumbağaları gezdirdikleri söyleniyor. Olabilecek en yavaş şekilde yürümek, böylece en küçük ayrıntıyı bile gözden kaçırmamak için. Akımın edebiyattaki temsilcileriyse Ezra Pound, Andre Breton ve “Pasajlar”ın yazarı Walter Benjamin. James Joyce’un “Ulysses”i kuşkusuz bir flâneur roman, T.S. Eliot’un “J. Alfred Prufrock’ın Aşk Şarkısı” ise kesinlikle bir flâneur şiir.
Bir şey dikkatinizi çekti mi? Geçmişin flâneur’leri arasında tek bir kadın bile yok. Peki neden? Tarihteki bütün ünlü yürüyüşçülerin niye erkek olduğunu merak eden Rebecca Solnit şu sonuca varmış: Çok uzun yıllar boyunca yürüyüş yapmak, avarelik etmek erkeklerle kadınlar için farklı anlamlara gelmiş, çoğunluk kadınların görmek için değil, görülmek için yürüdüğüne inanmış.
Rebecca Solnit söylüyorsa doğrudur, zira kendisi “Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar” ve “Yakındaki Uzak”ın yanı sıra yürümek ve kaybolmak üzerine de iki eşsiz kitap yazmış.
Yürümenin Tarihi kitabında, büyük sanatçılar, sosyologlar ve bilim insanlarıyla beraber kırlarda, bozkırlarda, ormanlarda geziniyor. Hem de koltuğunun altında Rousseau’dan Wordsworth’e, Benjamin’den Patti Smith’e uzanan koca bir kütüphaneyle. Ara sıra da yolunu değiştiriyor çünkü “sınırların dışına çıkmanın, eve farklı rotalardan dönmenin, kısacası kaybolmanın insana hep yeni şeyler keşfetme imkânı sunduğuna,” inanıyor.
Kaybolma Kılavuzu kitabındaysa filmlerde, haritalarda, renklerde, resimlerde, fotoğraflarda, şarkılarda, yollarda ve hatıralarda dolanıyor. Kişisel tarihini büyü hikâyeleriyle ilişkilendirirken ailesinin göçmen coğrafyasında kayboluyor, dağlarda, çöllerde kaplumbağalarla, vaşaklarla, yılanlarla göz göze geliyor. “Hiç kaybolmamak, hiç yaşamamaktır,” diyor bir yerde, “Nasıl kaybolunacağını bilmemek sizi felakete sürükler. Önemli olan bütün dünyayı kaybetmek, onun içinde kaybolmak ve bütün bu aşamalardan sonra ruhunu bulmaktır.”
Solnit’e yeniden döneceğiz ama önce kadın ve yürüme meselesine epeyce kafa yoran, bununla kalmayıp “Flâneuse: Women Walk the City” (Şehri Gezen Kadınlar) adlı bir kitap yazan bir başka kadından bahsedeceğim. Lauren Elkin, gerçeğin hiç de sanıldığı gibi olmadığını, Virginia Woolf’tan George Sand’a to Sophie Calle’den Martha Gellhorn’a şehri adım adım gezen ve yaratıcılığının tam da bunu yaparken serbest kaldığını fark eden kadınları anlatıyor. Daha yeni örnekler de veriyor… Mesela büyük şehirleri baştan aşağı kat ederken bir yandan da gördüklerinin karakalem resimlerini çizen Laura Oldfield Ford ya da Londra turuna çıkacaklara mükemmel sesli rehberler hazırlayan modern sanatçı Janet Cardiff… gerçi flâneur’lük etmek için rehbere ihtiyacınız da yok. Belki bir tek Google Maps.
Kim bu ‘anne’ ve kim bu ‘misafirler’?
Rebecca Solnit’e döneceğiz demiştim ya, bugünlerde onun bambaşka bir yönünü keşfedeceğiz. “Requiem for a Dream”, “Dövüşçü”, “Siyah Kuğu” gibi filmlerin dahi yönetmeni Darren Aronofsky’nin “Anne!”si, Solnit’i sinema seyircisiyle buluşturan film aynı zamanda. “Anne!”, eleştirmenlerle seyircileri keskin bir hatla ikiye bölen tuhaf ve sürprizli bir “ya seversin ya nefret edersin” filmi. “Aronofsky şımarıklık etme özgürlüğünü kullanmış” diye kestirip atan da var, bugüne kadarki en şairane ve sert filmini çektiğini söyleyen de. İzleyip kendiniz karar verin. Sonuçta işin içinde Aronofsky, Michelle Pfeiffer, Javier Bardem ve Jenniffer Lawrence da var. Eh, bir de söylediğim gibi, feminist edebiyatın güçlü temsilcisi Rebecca Solnit.
Aslında Solnit senaryonun yaratıcısı değil, o kısımdan tamamen Aronofsky mesul. Fakat filmin, ancak finalde öğrenebileceğiniz özünü oluşturan şeyi o yapmış ve Hristiyanlığın en temel duasının yeni bir versiyonunu, bir uyarlamasını, farklı bir şeklini yazmış. Bir ipucu vereyim: Filmde kimi izliyorsanız, onun aslında başka biri olduğunu öğreniyorsunuz. İlham kaynağını yitirmiş şair, şair değil. Endişeli ve kederli eşi, eş değil. İkisinin evine habersiz gelip yerleşen ve buldukları her şeyi vandalca kullanıp ortalığı darmadağın edenler de misafir değil. Seyrettiğimizde konuşuruz.
Gülenay Börekçi
Not: Filmi seyrettim nefret ettim, gene de yorumunuzu merak ederim her şekilde.
Subscribe
0 Comments
oldest