Tezer Özlü: Kimseyle yaşlanamam, kendimle bile
Hatice Meryem’in Tezer Özlü yazısı epey konuşulmuştu. O yazıda Meryem’in Özlü’yü “Canlı, dişi, toynaklı bir yazar” diye tarif etmesine kızanlar çok oldu. Yazı ilgi görsün diye bu başlığı onun değil benim attığımı falan söyleyenler de çıktı. Keşke biraz daha dikkatli okusa, üzerinde düşünselerdi.
O yazının üzerinden haftalar geçti. Şimdi sırada Tezer Özlü’nün ruhundaki yabanıllığı ortaya koymayı deneyen başka bir yazı var.
“Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen herkese karşı.”
Atlamak hissi, özünde ölüme değil, çıldırmaya karşı direniştir. Dayatılan ve ölmeyen her şeye karşı direniş. Derin bir uykuya düşmek ama unutmamak en iyisi. Kapının açılmaması şartıyla.
“Kontrol Kulesi” Deniz Durukan’ın kaleminden…
Hatice Meryem, Tezer Özlü’yü yazdı: Canlı, dişi, toynaklı bir yazar
Tezer Özlü: Kimseyle yaşlanamam, kendimle bile
“Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda.”
Belki öfke yerine korku diyebiliriz buna. Baskı ve korku öfkeyi beslermiş. Başa çıkamadığımızda öfkeleniriz, aslında korkarız. Sinmemek içindir öfkemiz; eğilmişken ayağa kalkma arzusudur. Gaza basıp son hızla gitme isteğidir. Kuşkusuz Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde öfkeye dair anlattığı şey; kendi içindeki ve bir çoğumuzun zaman zaman içimize attığımız korkuların, boyun eğişlerin odaya, eşyaya, tek vücut olamadan sevişilen yataklara sızmasıdır. Galiba ortası çukur, eskimiş pamuk yataklara duyduğumuz öfke daha büyük ki, tüm korkular oradan kaynaklanıyor. Yalnızlık da orada başlıyor ki, ilk sevişmeyi insan el yordamıyla kendi başına öğreniyor. Tezer Özlü’nün dediği gibi, sevişmeyi kendi vücutlarımızda öğrenmeye koşullandırılıyoruz. “Erkek gövdelerine, erkek organlarına yabancılığımız giderek büyüyor. Yılların çabası gerekiyor sevmek için.”
Ancak bu uzun bir süreçtir ve zordur. Bir erkeği öğrenmek için, birçok erkeği tanımak gerektiğini düşünür Tezer Özlü. İnsan bilmediği şeyi sevmezmiş, bilince sevdi mi Tezer Özlü acaba? Sanırım aşkı dostlukta bulmuş. Ya da önce dost olabileceği birini sevmek istemiş. Sevmeyi herkesten önce öğrenmiş Tezer Özlü.
Her ne kadar içindeki o karamsar, umutsuz hava, terkedilmişlik, yalnızlık duygusuyla iç içe geçse de, sevme arzusundan hiç vazgeçmiyor Tezer Özlü (Belki de sevilme arzusu bu). Üstelik de ölüme sürekli göz kırparken… “Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı,” diyor. Onu ölüm düşüncesine götüren kaygı, aynı zamanda delirmemeye karşı diri tutan bir unsur oluyor. Ölüme sarılır gibi yaşama, yaşama sarılır gibi ölüme sarılan bir tavır gözlemleniyor Tezer Özlü’de. Ölümle yaşam iç içe geçiyor. Kuşkusuz, ölüme özlem duymuyor, çünkü artık özlemleri yok. Kırk üç yıla her şeyi sığdırıyor; her türlü iniş çıkışı, en derin acıları, ara sokakları, ana yolları, hepsini keşfediyor bir anlamda. (Zaten kırk yıl yeter diyor bir yazısında her şey için.) Ölüm, yıkımdır onun için. Her şeyi alaşağı etmek, çocukluktan gelen travmayı, hastalığı bertaraf etmek. Yazmak ise kendini yok etme isteğinden uzaklaşmak, kendini onarmaya çalışmaktır. O yüzden ölüm ve yaşam gibi iki zıt kavram onun yapıtlarında iç içe geçmiş, bütünleşmiştir.
Dolayısıyla, yaşamın özünü, iki insanın birleşmesindeki ya da sarılmasındaki sonsuzlukta bulacak kadar kavrıyor hayatı. Zaten onun meselesi kavramayla ilgili. Her şeyi kavramak, içine çekmek ve özümsemek. Tıpkı bir kar tanesinin ağızda erimesi gibi.
Yeri insanların arasıdır. O nedenle içerde değil, dışarda olmak için sürükler kendini. Güzel olan, gerçek olan sokaklardadır. Yalıların dibinde balık satan sakallı, lastik çizmeli, muşambalı balıkçılar, büyük ve yeni arabalar, caddeler, insanlar, köprünün altında nara atan adam, Tünel’deki insanlar, duvarlara asılan afişler, her gün bir yenisi açılan Beyoğlu birahaneleri… İşte bunlara tutunmaya çalışır Tezer Özlü. Çocukluğunun soğuk gecelerine geri dönmemek, sevgisiz karı kocaların, anne babaların o gerilimli evlerine, duvarlarına, karanlık, izbe hastane odalarına, elektroşoklara teslim olmamak için sokakların gerçekliğine tutunmaya çalışır. Çünkü sokakta hayat vardır, yaşanmışlığın tüm izleri sokaktadır. Ya da içerde geçirdiği zamanın telafisidir sokaklar. O nedenle gördüğü her şeyi izler, her hareketi resmeder; korku ve hastalık içerde kalır. Ama dışarıda olduğu sürece.
Kuşkusuz dışarda olma arzusu ya da evden, evlerden uzaklaşma isteği özelde bireysel özgürlük olarak adlandırılabilir. Ama bundan daha fazlasını işaret ediyor. Asıl meselesi otoriteyledir. Kurumsallaşmış, kurgulanmış ve toplumsal norm olarak sunulmuş her şeye, eğitim sistemine, aileye, ahlak anlayışına bir başkaldırıdır onun varlığı, var olma çabası. Tüm bu şiddet unsurlarına karşı bir dil oluşturarak, bir tür karşı-şiddet yaratarak cevap verir. En fazla da kendine uyguladığı şiddete! Ruhsal çöküntü, o farkındalığın yarattığı darbeyle daha da artacaktır. Ama mücadelesi, varolan sisteme, uygulanan her türlü baskıya direnmeye yöneliktir. Korku öfkesinin, öfkesi de direncinin artmasına neden olur olmasına ama sıkışmışlık ve kapana kısılmışlık hali de hep devam eder:
“Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen herkese karşı.”
Atlamak hissi, özünde ölüme değil, çıldırmaya karşı direniştir. Dayatılan ve ölmeyen her şeye karşı direniş. Derin bir uykuya düşmek ama unutmamak en iyisi. Kapının açılmaması şartıyla.
Deniz Durukan
Varlık, Tozlu Raf Köşesi
Subscribe
0 Comments
oldest