Egoist okur

Tuna Kiremitçi: “Roman yazmak tehlikeli bir spordur”

Hatırlayacaksınız, birkaç ay önce Tuna Kiremitçi‘den bir yazı istemiş ve ona yazarlık sırlarını anlattırmıştım, o da “Ben ölü bir yazarım. Yüzyıllar önce parladım, bir linç esnasında öldüm. Şimdi de ölü olmanın avantajlarını kullanıyorum” demişti.

Sonun Geldi Sevgilim adlı yeni romanını, bir de geçen hafta basında çıkan yazılarda Tuna’nın geçmişiyle roman arasında kurulan paralellikleri okurken o cümle ve “linç” kelimesi geldi aklıma.

Dolayısıyla da röportajımızda önce, “Kitapta anlattıkların gerçekten yaşadığın şeyler mi, en azından onlardan mı yola çıktın?” diye sordum. Ama açıkçası eski olaylara girmek istemedi pek. “Romandaki her şey tamamen hayal ürünü. Kahramanım Devrim ile bir kader ortaklığımız varsa, bu ancak aynı çıldırmış dünyada yaşamamız olabilir. Belki biraz da espri anlayışımız. Benim tanık olduğum şeyler romandakiler kadar masum ve eğlenceli değildi. Bir gün onları da anlatırım. Yaşlılığımda belki…”

Tuna Kiremitçi: Nasıl mı yazıyorum?

Atlas: Albümü Jedi kafasıyla yaptık

“Yetişkinlerin de bakir gözlere ihtiyacı var”

“Her gün daha iyi bir savaşçı olmaya çalışıyorum…”

Romanın en başında “Bu romandaki her şey hayal ürünüdür, dünyanın tamamen delirmiş olması hariç” diyorsun. Ben dünyanın delirmiş olduğunu kabul edeyim, tamam ama sen de bu romandaki her şeyin hayal ürünü olmayabileceğini itiraf et lütfen… Flaubert bile Madam Bovary’nin aslında kendisi olduğunu itiraf etmişken…

Flaubert’i anlayışla karşılamak gerek, neticede adamcağız romanı hakkında çıkan dedikoduları bitirmek için öyle demişti. Bense romanımda onun günümüzdeki iyice kafayı yemiş halini anlatıyorum. Neden başkalarının hayatını merak ettiğimizde romanlar yerine magazine koşuyoruz sence? Neden başkalarının halinden anlamak yerine onların dertleriyle vahşice eğlenmeyi seçiyoruz? Nasıl bu hale geldik, çıkış yolu yok mu? İşte aklımdaki deli sorular bunlar.

Geçen yıl falandı sanırım, seninle havadan sudan konuşuyorduk, “Hayat bana daha iyi bir insan olmayı öğretti” demiştin. Sonun Geldi Sevgilim’i okurken o cümleyi hatırladım. Kahramanın Devrim ve sen daha iyi insanlar olmayı nasıl öğrendiniz?

Filibeli hemşerim Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin dediği gibi, iyilik ve kötülük çok gevşek kavramlar. Asıl mesele farkında olmak.

Şu sıralar filme de çekilen Amak-ı Hayal’in yazarı Filibeli’den söz ediyorsun…

Evet. Kendime ve dünyaya karşı farkındalığımı artırmaya çalışıyor ve her gün daha iyi bir savaşçı olmaya çalışıyorum. Bu kitaptan sansasyon çıkarmaksa biraz ironik, kitabın konusunu düşünürsen. Devrim olsa “All that jazz!” derdi. Ben “Long live rock!” diyorum.

O halde, geçen hafta köşe yazarlarının falan tartıştığı sansasyonu da sorayım da atlatalım… Devrim’in eski karısı Rosa kim sahiden? İclal Aydın mı, dedikleri gibi?

Hayır, kitaptaki bütün karakterler gibi o da tamamen hayali bir karakter.

Sonun Geldi Sevgilim, farklı bir roman. Hani şu senden istediğim o yazıda “Her zaman yeni şeyler denemek, çalmadığım notaları çalmak istedim” demiştin. Senin için yeni tarafı ne bu kitabın…

Herhalde mizahi olması. Son zamanlarda toplumca çok karardık. Biraz kahkahaya ve ferahlığa ihtiyaç var.Ayrıca, Jonathan Safran Foer haklı. İcabında acıklı bir öyküyü bile anlatmanın en iyi yolu onu komik şekilde anlatmaktır. Mizah meselenin ciddiyetini bozmuyor, tam aksine ona yeni boyutlar katıyor. Bir de malum, Gezi’den sonra hiçbirimiz artık aynı değiliz.

Romanın temel meselelerinden biri şöhret. Hırslı televizyon sunucusu Rosa masallardaki pastadan ev gibi; iştah açıyor ama doyurmuyor. Modern hayat kitlelerde nasıl bir boşluk yaratıyor da onu doldurmak için ille birilerini allayıp pullamamız, yüceltmemiz gerekiyor?

Rosa oyunu kuralına göre oynarsa Matrix’te bir yere varabileceğini düşünüyor. Zavallının bilmediği, bu çılgınlığın kuralının falan olmadığı. Medya sürekli illüzyon üreten bir icat. Bugün bir illüzyonlar dünyasında yaşıyoruz. Gerçeklerden çok onlara bağımlıyız. Toplumlar da öyle. En iyi illüzyonistler en başarılı siyasetçiler, kanaat önderleri, rol modelleri falan oluyor. Roman yazmaksa bu illüzyonlar dünyasında gerçek kırıntıları aramak gibi. Yani tehlikeli bir spor.

Son olarak “Ne oldu sana” diye soracağımm, ne oldu da sen duruldun, sakinleştin?

Doğu düşüncesiyle ilgiliyim epey zamandır. Her akşam sığınağıma döner dönmez bir süre meditasyon ve tefekküre dalıyorum. O günkü muharebede bir yara açılmışsa bu sayede akut hale gelmeden kapanıyor. Tavsiye ederim, insanın kılıç tutuşu bile değişiyor.

‘Balık hafızalıyız ama bizi kutuplaştıran şeyleri inatla hatırlıyoruz’

Unutulmak için 17 gün formülünden bahsedebilir miyiz, yoksa bu bir romancı buluşu mu? Kitlelerin bir skandalı unutması için gereken süre 17 gün mü gerçekten? Ne kadar rezil olursan ol 17 gün sırra kadem basarsan geçer, gider, biter mi her şey?

Kollektif hafıza hakkında bir araştırma duymuştum. Türk toplumu her şeyi 15-20 günde unutuyormuş. Memlekette her gün çok fazla şey olup bitiyor, aşırı yüklenme yüzünden devreleri yakıyoruz herhalde. Romandaki Devrim o kadar zor durumda ki, bu bile onun umudu oluyor. Aslında su götürür bir tez çünkü milletçe neyi hatırlayıp neyi unutacağımız hiç belli olmuyor. Balık hafızalıyız ama bizi kutuplaştıran şeyleri inatla hatırlıyoruz.

Devrim’in hayatına giren iki kadın… Biri esmer biri sarışın, biri fedakar diğeri bencil, biri yaralıların dostu diğeri milyonların sevgilisi, biri aktivist diğeri apolitik. İsimleri bile hem benziyor hem farklı… Gülbahar ve Rosa. Kim onlar? Her erkeğin hayatında bu ikisinden var mıdır?

Rosa ve Gülbahar gayet çekici kadınlar. Ayrıca ikisi de savaşçı. Daha iyi ok atmak için birer göğüslerini feda edebilirler. Asla pes etmezler. Ama tabii yolları ve davaları farklı. Gülbahar’ın romantik, Rosa’nın ise egoist refleksleri var. Ama arada sürpriz çıkışlar yapabiliyorlar. Her Jedi bilir ki aydınlık ve karanlık içimizde beraber mevcut. Önemli olan onları nasıl dengede tuttuğumuz…

‘Kötüler maddiyat için birleşiyorsa, iyiler de maneviyat için birleşmeli’

Devrim’in babasıyla ilgili bölümü okurken oğlunla ilişkini merak ettim… Senin hayatında baba oğul ilişkisinin önemli bir yeri olmuştur hep…

Gün geliyor, hayatında bir yabancının olduğunu fark ediyorsun. Bu yabancı senin baban. Şansın varsa hayat size birbirinizi tanıma fırsatı veriyor. Yoksa ebediyen iki yabancı olarak kalıyorsunuz. Erkeksiniz çünkü, duygularınızı kadınlar kadar rahat ifade edemiyorsunuz. Bu benim kuşağımdaki çoğu erkeğin yaşadığı bir son. İnşallah oğlumun kuşağı için farklı olur.

Hazır erkeklerin dünyasından söz etmeye başlamışken, nasıl Afili Filinta oldun, onu da sorayım mı?

Dostlarım ormanda tek başıma dolaşmaya devam edersem kurda-kuşa yem olacağımdan korkup beni aralarına aldılar. Sevinçle kabul ettim. Kötüler maddiyat uğruna birleşiyorsa iyiler de maneviyat uğruna birleşmeli.

‘Bugüne kadar yazdığım en rock’n roll roman bu’

“Bugüne kadar yazdığım en rock’n roll roman” diyorsun. Çalışmaya başlamadan önce, romanın ruhuna uygun bir müzikle havaya girdiğini biliyorum. Gönül Meselesi’nde İncesaz, Selanik’te Sonbahar’da Queensryche, Dualar Kalıcıdır’da Ute Lemper… Bunun soundtrack’i de oldu?

Aslında müzik yapmaya odaklanmış haldeydim, Atlas’ın albüm kayıtları ve konserleri arasında, kendimi eğlendirmek için yazıyordum. Haliyle, bu sefer soundtrack kendi müziğimiz oldu. Sonra bir gün yayıncı arkadaşım Kemal Egemen İpek “Yaptığınız müziğe benzeyen mizahi bir roman yazarsan okumak isterim” dedi. Ben de “Ne tesadüf, öyle bir şey yazdım zaten” dedim ve olaylar gelişti…

 Gülenay Börekçi

 

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments