Egoist okur

Tam zamanıdır başımızı doğru yere eğmenin

“Sanırım hayat, AZ bir yere gitti. Her şeyin azı makbul gibi. Az düşün, az sev, azla yarat, az bil, az, az, az… Bu azlığa direnenler, ‘işe yaramayan insanlar’ durumuna düştü. Şizofren, duygusal, romantik, manik, bırakın kendi haline… durumuna düşürüldü. Azlıkları fazla olanla baş edilemezdi. Her şey sıradanlaştırıldığı gibi, zorlaştı da böylece. Sevinçlerin, gülüşlerin bile kontrol altına alındığı bir dünyada, aşktan sadece bahsedilir. Bu bahislerden iğreniyorum. Dünya, para ve para patronlarının elinde. Çok hesaplı bir şekilde, önce sanatı yok ettiler. Sanatın olmadığı yerde, kimse hiçbir şeyin hesabını soramaz. Sanat, ‘ahlak’ demektir. Ahlakın olmadığı yerde, hiçbir şey hakiki olamaz. İnsanların hayallerini bile aldılar. Hatta artık hayal kırıklıkları bile yok. En azından, benim bir hayal kırıklığım bile yok.”

Çağlar Yerlikaya’nın birkaç yıl önce yaptığı röportajda böyle söylüyordu Umay Umay. Kendisi benim arkadaşım. Sadece o değil, hayran olduğum insan aynı zamanda. Yetenekleriyle, iyilikten ve adaletten yana oluşuyla, muazzam sezgileriyle, aklıyla, ruhuyla, biricikliğiyle, hep spot ışıkları altında yaşamaktan gözleri kararıp görmez, daha da kötüsü görünmez olanlarda bulunmayan türden hakikiliğiyle… Kelimeleriyle, sesiyle, örgü teknikleriyle… Onun geri çekildiğinden bahsediyor, “Umay nerede?” diyorlar. Umay Umay çok uzun zamandır ekranda değil, müzik kanallarında değil, gazetelerde, dergilerde değil, evet. Ama her zamankinden daha fazla “burada”. Bakarsanız görürsünüz…

Kendisi de söylüyor işte zaten: “Yıkıntı, çöküntü anlaşılır bir şey değil. Herkes başka türlü yıkılıyor, herkesin biçimi farklı. Acılarımı, dondurma yalayarak yaşama becerisine sahip değilim, yanıp kavruluyorum. Ama bu külleri toprağa gömmeden önce, elbette savuracağım. Nereden baksan, inatçıyım. Savaşçı olamadım hiç. Çünkü savaşın, her şeye tenezzül ettiğini gördüm. Her yola, her silaha, her puştluğa. Savaşçı olmak yerine, inatçı oldum. Kırık dökük de olsam, inat gibi oturuyorum koltuğumda. Ne tenezzülüm var, ne arsızlığım. Eğer bir silah şartsa, tek silahım adalet. İçi adaletle dolu bir gözyaşı tabancası.”

Umay Umay’ı, yeniden yayımlanan beş kitabı (Orospu Kırmızı, Veda Busesi, Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli, Rüya Duvarları, Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz) vesilesiyle Altay Öktem yazmış. Okuyun istedim…

umay umay egoistokur ilk yeniden

Tam zamanıdır başımızı doğru yere eğmenin

Hayat ruhumuzla uğraşmaya başladıysa, bu iyi bir şeydir! Çünkü bu hayattan bir şey çıkmaz. Ne tam anlamıyla muhalif olunabilir, ne marjinal ne de alternatif…

Bu hayattan sadece kaos çıkar. Zaten tarihe, yakın ya da uzak geçmişe şöyle üstünkörü bir göz atsak bile, hayatın birbirine eklemlenmiş kaoslar yığını olduğunu görürüz.

Bunun farkına varanlar, geri çekiliyor! Çağımızın en önemli ‘geri çekilen’lerinden biri de, kuşkusuz Umay Umay. Aslına bakarsanız o epey zaman önce, sessiz sedasız başladı geri çekilmeye. Ama Umay Umay’ı takip edenler, bu sessiz sedasız geri çekilişin aslında kendi içinde bir şatafat taşıdığının da pekala farkındalar. Umay, şatafatlı bir biçimde geri çekiliyor ama ardında kalanın plastik bir görkem, bir çeşit çöp yığını olduğunu da yüzümüze vuruyor. Şarkılarıyla olduğu kadar, çektiği fotoğraflarla, yazdığı kitaplarla yapıyor bunu.

Neresinden tutsan kırılacak denli güçlü olan fotoğraflarına http://umay-umay.deviantart.com sitesinden ulaşabiliyoruz. Yani melek lekelerinin gözümüzün önüne serilmesi an meselesi. Peki kitaplar? Bir süredir piyasada bulunmayan/zor bulunan Umay kitaplarına ulaşmak içinse herhangi bir kitabevinin kapısından içeri girmek yetiyor artık. Çünkü kitaplarının hepsi geçtiğimiz günlerde Liman Yayınları tarafından yeniden basıldı ve her biri sokak aralarına serpiştirilmek üzere raflardaki yerlerini aldı.

‘İnsan bir pinpon topuna, bir parça jelatine, taş zemini örten kilime, vaatlere, yalanlara, iç çekişlerine inanabilir. Ve bir insan bunlar için, belki sadece biri için ölebilir…’

(Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli adlı kitabından)

Olmazsa buraları bırakır giderim diye düşünenlere, gidilecek yer olmadığını; olmazsa terk ederim diye düşünenlere, hiç kimsenin, kendisinde bir yara açmadan bir başkasını terk edemeyeceğini; hepsi bir yana, giydiğimiz bütün elbiselerin aslında külden olduğunu söylemek için eline kalemi almış sanki Umay. Ayaklarımızın bastığı yeryüzünün aslında ateşten olduğunu anlatıyor bize. Onu kora çevirenin de insanın ta kendisi olduğunu. Belki tuhaf gelecek ama yalnız kaldığımızda o yüzden üşüyoruz hepimiz!

‘Çünkü bir hata kadar güzelsin, kırmızı kadar güzelsin. Geriye alınmasından korkulan bir hediye kadar güzel..’

(Rüya Duvarları adlı kitabından)

Ölüm oruçlarında ölenlerin sayısı arttıkça kendi içinde bir adım daha geri çekilen; yalan dolu, ağdalı bir salyanın (televizyonun mesela) karşısına geçtiğinde, orada bürokratların kravatına sıçrayan kanın hızla temizlendiğini gördüğü için evinden televizyonu kaldırıp duvarına hayali çocukların yaptıkları resimleri asan, artık televizyon yerine onlara bakan biri, tek bir sözcükle ağaçların yapraksız kalabildiğini hepimizden daha iyi anlar elbette. O zaman, denizin üzerine kibrit kutularından bir ev yapmanın hayalini kurar, dalga seslerine borçlu kalacağını düşünüp ürker belki de.

‘İkimiz de biliyoruz, kaçarken çıkardığımız topuk sesleri hayatı kırabilir. Külotlarımızdaki ter; senin çarşafındaki kan, benim yastığımdaki dudak izleri…’

(Orospu Kırmızı adlı kitabından)

Artık gururla taşıyacağımız yarınlarımız yok…

Evet, Umay Umay’ın ‘Orospu Kırmızı’, ‘Bütün Güzel Çocuklar Şüpheli’, ‘Rüya Duvarları’, ‘Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz’ ve ‘Veda Busesi’ adlı kitapları yeniden basıldı ve kalbin kadife çığlıklarına aşina olan okurların beğenisine sunuldu. Belki de söylenmesi gereken ilk şey, her birinin de bir konsept kitap olduğu. Kapak fotoğraflarının hepsi Umay Umay imzasını taşıyor. İçinizden okuduğunuzda, evet, birer düzyazı metin bunlar. Ama yüksek sesle okuduğunuzda, bu metinlerin kendine özgü bir sesi, bir müziği olduğunu fark ediyorsunuz. Metinlerin bu iç müziği de Umay Umay imzasını taşıyor doğal olarak. Kısacası, bu kitaplarda yer alan metinler, alt metinler, gizil anlamlar, çağrışımlar, bu kitaplarda yer alan görsellikler, bu kitaplarda yer alan müzik; hepsi Umay’a ait.

Edebiyatın klasik türlerine alışık okurun aklına, bu kitapları hangi türün kalıpları içine sokacağı, sokması gerekeceği gibi bir soru gelebilir. Öykü mü, şiir mi, deneme mi… Hem hepsi, hem hiç biri! Hepsi; çünkü bu metinler birer düzyazı şiir aslında. Aynı zamanda bilinç akışı tekniğiyle yazılmış birer öykü. Ya da her biri basbayağı birer deneme. Hiçbiri değil derken de şunu kastediyorum: Umay bunları herhangi bir türe dahil olsun diye değil, hayatın kendisine uyguladığı prototip şiddeti bertaraf etmek için, sıradanlığın standartlarını kabul edemediği/etmediği için yazmış, o kadar. Kimin hangi kalıba soktuğu ya da sokmakta zorlandığı onu pek de ilgilendirmiyor sanırım.

‘Annem su kaplumbağamı alıp özgürlüğüne kavuşsun diye bahçenin çimenlerine salmıştı. Yaşamımızda tek hatasız olaydı bu… Ağlamış ve beklemiştim… Neyi… Belki de aşkın gelişini kimse söylemedi bana. Biri ölmüştü, henüz yirmi üç yaşındaydı, adı Deniz’di; Günaydın gazetesi çimenlerin üzerinde öylece duruyor, tarih ‘altı mayıs bin dokuz yüz yetmiş iki’yi gösteriyordu. Her şey sonsuz durgunluktu. Onun gözleri bir kader, bir gölge, fırtınanın sarstığı bir kayık…’

(Veda Busesi adlı kitabından)

Umay Umay’ın şarkı söyler gibi yazdığı, fotoğraf çeker gibi söylediği, yazdığı gibi yaşadığı aşikar. Muamma olan bizim nasıl okuduğumuz, nasıl baktığımız, nasıl dinlediğimiz?

Ya da muamma olan, kendimize bir şans daha tanıyıp tanımadığımız?

Belki de bu kitapların beşini bir yere koyup yeniden bakabiliriz içimizde yer eden bu hassas yaraya. Belki de bugün tam zamanıdır. Tam zamanıdır belki de başımızı doğru yere eğmenin.

‘Başını eğ yeşil çimenlerin şairi

Başını eğme zamanı geldi

Tuzaklarla dolu yeryüzü kampı seni ilerliyor

Artık bir kalbin yok

Yağmuru hatırlayarak doldurduğun küçücük bir kabın bile yok

Onun gözleri senin üstünden bir bıçakla sıyrıldı

Artık gururla taşıyacağın yarınların yok’

(Sokaklar Uyudu Artık Öpüşebiliriz adlı kitabından)

Altay Öktem

Subscribe
Notify of

4 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
burcu yıldızer
11 years ago

“Nereden baksan, inatçıyım. Savaşçı olamadım hiç. Çünkü savaşın, her şeye tenezzül ettiğini gördüm. Her yola, her silaha, her puştluğa. Savaşçı olmak yerine, inatçı oldum. Kırık dökük de olsam, inat gibi oturuyorum koltuğumda. Ne tenezzülüm var, ne arsızlığım. Eğer bir silah şartsa, tek silahım adalet. İçi adaletle dolu bir gözyaşı tabancası.” Bu cümlelerine sonuna kadar katılıyorum. Ben de hep inatçı olmayı yeğlemişimdir. Savaşmak yıpratıcı, savaşmak çıkışı olmadığını bildiğin bir sokağın sonuna kadar gidip de karşına çıkan duvarı yıkmaya çalışmak. Yıkılmayacağını bile bile… Kendini yıkan, o duvarı da aynı zamanda yıkıp yıkıp yeniden var eden. Yani sonuca ulaşmayacak bir anlamsızlık bütünü. Yıkıldığını… Read more »

11 years ago

Evet. Hemen belli ederim. :) Canım egoistim.