Egoist okur

KENDİ GECESİNDE: İnci Aral’dan hayaletler sahilinde aşk

“Hayaletler sahili, diye mırıldandım… Sahil hayaletleri kucaklayıp benimser. Deneyimli ve sevecendir. Kısa bir sonsuzluk duygusu bağışlar onlara. Kimlikler gizlidir, gerçekler konuşulmaz. Hiçbir şey anlatılmaz. Herkes geçici, yüzler maskedir, birilerinin kendine dair bir şeyler söylemesini beklemenin anlamı yoktur. Ertesi sabah kesinlikle unutulur yaşananlar. Herkes dıştan görünen ve bilinen kimliğine, evine, işine döner. Bütün hikâyeler başka yerlerden gelir ve az çok bilinen, ender olarak da bilinmez bir yerlere giderler… Sahile sürekli aynı yavaşlıkla vuran dalgaların sesini, uykusuz bir deniz kuşunun yalnızlık çığlığını duyuyordum. Cinsel isteğin, kışkırtıcı ama garip biçimde güvenli ve özgürce yaşandığı bu sahil apaçık, ödünsüz bir cinsel başkaldırı alanı ve aynı zamanda toplumun bastırılmış cinsel içgüdülerinin yansıdığı geniş bir aynaydı. Burada hem cinsellik hem kısıtlanmış benini unutma tepkisi yeniden ele geçiriliyordu.”

Canım arkadaşım Tolga Meriç, çok sevdiğim İnci Aral‘ın nefis yeni romanı Kendi Gecesinde‘yi anlatmayı bir soruyla başlıyor:

“Bana ‘Türk edebiyatındaki en çekici erkekleri kim yaratmıştır?’ diye sorulsaydı, hiç düşünmeden İnci Aral derdim. Çekiciliği burada en düz anlamıyla, neredeyse flört etme isteği olarak kullanıyorum. Kendi adıma, örneğin, Tomris Uyar’ın böyle bir seçmeye girebilecek erkek karakterlerinin, kişisel bir zaafla yüceltilmiş ve kayırılmış olduklarını düşünüyorum. Leyla Erbil’de, deşifre edilen erkeğin, cinsi çekiciliğini yitirecek kadar zavallılaştığını hissediyorum. Ya da bir başka örnekle, Selim İleri’de erkekliğin çekicilik şifrelerinin çok iyi çözülmekle birlikte, bu kodların çoğunlukla erişilip kuşanılamayacak bir imkânsızlığa konumlandırıldığını sanıyorum. İnci Aral’ı bu konuda bambaşka bir yere koymamın nedenini ise sansürsüzlüğüne bağlıyorum.”

Tolga’ya kesinlikle katılıyorum.  İnci Aral her seferinde hayran olunacak sansürsüzlüğüyle bizi şaşırtmaya devam ediyor. Kendi Gecesinde de  buna son örnek. Tolga’nın söylediği gibi, “Çok sesli, farklı kanallarda akan ve birbiriyle kesişen hikâyeleriyle zenginleşen, usta işi, heyecan verici bir roman. Edebiyattan ödün vermeye ve genel geçer beğenilere gönül indirmediği bilinen değerli bir yazarın okurunda bir kez daha hayranlık uyandıracak son olgunluk eseri.”

Hararetle tavsiye ediyorum…

Kendi gerçeğinde

“Türk edebiyatındaki en çekici erkekleri kim yaratmıştır?” diye sorulsaydı, hiç düşünmeden İnci Aral derdim. Çekiciliği burada en düz anlamıyla, neredeyse flört etme isteği olarak kullanıyorum. Kendi adıma, örneğin, Tomris Uyar’ın böyle bir seçmeye girebilecek erkek karakterlerinin, kişisel bir zaafla yüceltilmiş ve kayırılmış olduklarını düşünüyorum. Leyla Erbil’de, deşifre edilen erkeğin, cinsi çekiciliğini yitirecek kadar zavallılaştığını hissediyorum. Ya da bir başka örnekle, Selim İleri’de erkekliğin çekicilik şifrelerinin çok iyi çözülmekle birlikte, bu kodların çoğunlukla erişilip kuşanılamayacak bir imkânsızlığa konumlandırıldığını sanıyorum. İnci Aral’ı bu konuda bambaşka bir yere koymamın nedenini ise sansürsüzlüğüne bağlıyorum. Ve çekiciliğin tersine, burada sansürü en düz değil, belki en geniş de değil, fakat edebi yanıyla kullanıyorum. Erkeğin, bir edebiyat yapıtında, yüceltilip aşağılanmadan, yani gerçekte ne ise ya da ne değilse o olarak, aslından yaratılıp sansürsüzce yazılmasıyla ilgileniyorum. Çünkü tıpkı kadınınki gibi, erkeğin de edebiyattaki gerçekliği ve buna bağlı çekiciliği ancak bu yolla tam anlamıyla var olabiliyor. Aksi taktirde, hem hayatta hem de edebiyatta, erkeğin mekânla, zamanla, aslıyla ve yaşamla ilişkisi kopup kesiliveriyor. O halde, benim burada bahsetmeye çalıştığım çekicilik aslında cinsî değil, insani bir çekicilik. İnsanı kadınlık ya da erkeklik mitlerine indirgemeden, dondurup prototipleştirmeden, olduğu gibi kavrayıp anlatmanın yarattığı çekicilik. Bahsettiğim sansür de, cinselliğinden başlayarak, en geniş haliyle, erkeğin insanlığının sansürlenişi. Bütün bunları yeniden düşünmemin nedeni ise, son romanında İnci Aral’ın, erkeği insan olarak anlatma yasağından artık toptan sıyrılmış olması.

“Kendi Gecesinde”nin anlatıcısı, “Safran Sarı”dan aklımıza takılıp kalan Hayali. Roman, Hayali’nin öteki beni Kara’ya yazıp anlattıkları üzerine kurulmuş. Kara, zoraki eski eser kaçakçısı Hayali’nin çocukluğundan beri süren Karagöz-Hacivat tutkusundan doğmuş alt benliği. Karagöz’ün de oğlu. “Öteki ben”, ilk romanından bu yana, insana bakarken, İnci Aral’ın sıklıkla karşımıza çıkardığı bir olgu. Yazarın bu olguyu tek romanlık bir konu değil, daha çok, insanın aslı olarak ele aldığı söylenebilir. Romanlarında “ben” ve “öteki ben” birbirlerinden ayrılmak suretiyle birleşir. İnsansa kendi bütünlüğüne bölünerek ulaşır.

Romanın başında, Hayali’yi Londra’daki bir barda, sevgilisi Reyan’ı, geleceğine pek de inanmadan beklerken görüyoruz. Hemen arkasından da, asıl karşılaşacağı kişinin öteki beni olduğunu anlıyoruz. Oturduğu bar tezgâhının karşısına denk düşen aynada, babasının çizdiği kaçakçılık yolundan gidebilmek için yıllar önce terk ettiği Kara’yı görüyor Hayali. Öteki benini unutmuş olmanın yol açtığı sürdürülemez parçalanmışlığı duyuyor içinde. Sonra da, kendisini terk edip gitmiş olanı, annesini hatırlıyor. Bu karşılaşmalar ve hatırlamalarsa Hayali’yi yazmaya ya da anlatmaya çağırıyor. Ve roman boyunca, neyi neden yaşayarak kendisi olduğunu anlayıp tamamlanmak üzere Kara’ya sesleniyor.

Geçmişte kalmış ama hayatını ve benliğini biçimlendirmiş kişi ve olayları zaten bilen Kara’ya yeniden aktarma gereği duymasının nedeni, gecikmiş de olsa kendi kendisiyle hesaplaşma arzusudur. Çünkü inkâr ediyor olsa da Hayali aşka düşmüştür. Geçmişini, geçmişteki benini sorgularken şimdiki zamanda hayatına yeni girmiş Reyan’la çalkantılı bir ilişki yaşamaktadır.

İnci Aral, erkeği insan olarak anlatmakla ilgili yasakları işte bu dönemeçte, bu ilişki yoluyla yıkmaya başlıyor. Çünkü söz konusu olan aynı cinsten iki insanın, iki erkeğin aşkıdır. Fakat buna rağmen, farklı bir gerçeklikle karşılaşıyoruz ve “Kendi Gecesinde”nin bir eşcinsel romanı olduğunu söyleyemiyoruz. Neden derseniz, eşcinsellik konusunda alıştırıldığımız bir şeyler tersine doğru gidiyor romanda. Örneğin, Hayali’nin ya da Reyan’ın eşcinselliğine travmatik bir gerekçe aranmamış olduğunu görüyoruz. Geçmişlerinde ne şıpınişi bir taciz, uyduruk bir tecavüz var; ne de dağılmış aileler ya da eksik ve yaralayıcı baba figürleri eşcinselliğin nedeni sayılıyor. Eşcinsellik, erkeklik ya da kadınlık gibi, sorgusuz sualsiz, olduğu gibi yaşanıyor. Cinsellik bile, eşcinsel romanlarında alıştığımız tarzda destansı bir hal almıyor. Ya da, eşcinsellerin erkeğe değil de eşcinselliğin kendisine tutkun olduğu savı da boşa çıkartılıyor. Hayali’de de, Reyan’da da, doğallığı böyle entelektüel ya da pırıltılı bir özürle kapatacak tutku algılamıyoruz. Erkeği yüceltmenin de aşağılamanın da, cinselliğe açıklama getirmenin de özür bulmanın da, koca bir sansürden ibaret olduğunu, bu sansürün de hayatı çarpıtıp yaraladığını hissediyoruz sadece. Bir yazarın, eşcinsel bir ilişkiyi, kendine eşcinselliğin psikodinamiğini çözmek gibi saçma sapan haklar tanımadan aktarma yürekliliğini göstermesi, insanı anlatmaya ilişkin görünmez otosansürleri edebi zeminde yıkıp yerine yeni bir ahlak temeli atmasından başka bir şey değildir. Ayrıca, homofobik olmamak zaten biraz da budur. Homofobi, homoseksüelleri dışlamak kadar, eşcinselliğin heteroseksüellerdeki yansımalarına da sansür koymaktır.

Türk edebiyatında bırakın erkek ya da kadın bir eşcinseli, bir travestiyle de aşk yaşayabileceğini söyleyebilmiş bir yazar çok zor bulunur. İnci Aral, bunun neden ve nasıl söylenmiş olabileceğini, aşka son romanındaki bakışıyla da aydınlatıyor. Romanı okurken, Reyan’ın erkek olduğunu unutsam nasıl okurum, diye düşündüm. Romandaki aşk inandırıcılığından bir şey yitirmeyecekti. Hayali’yi ise, çok farklı deneyimlerden geçmesine karşın, kadın yerine koyamıyordum zihnimde. Çünkü bu çapraşık iki örnekte de, kadınlık ve erkeklik arasındaki ayrımlar neredeyse kaybedilmiş romanda. Kadınlık ve erkekliğin ayrımsızlaşmasında, Hayali’yle Reyan arasındaki yaş farkının da etkisi var. İki erkeğin yaş farkı, aşklarına gölgeler serpiştiriyor. Hayali mesela, Reyan gibi kendinden genç biriyle sevişmenin, insanın kendi ölümünün gölgesinde sevişmeye benzediğini söylüyor. Aynı gölgeler, zaman zaman Reyan’ı erkekken kadın gibi de gösteriyor. Ve bu gölgelerle, romandaki Karagöz-Hacivat mozaiğinin yanına yazar sanki başka bir gölge oyunu çıkarıyor. Cinsel ayrımlar konusunda düştüğümüz ahlak tuzaklarını kendi kurduğu gölge oyunlarıyla gösteriyor. Karakterlerinin cinsiyetlerini unuttururken, okurun da cinsiyetini unutmasını sağlıyor. Kendimize ilişkin bilmediğimiz şeyler de olabileceğini hatırlatıyor. Kışkırtıyor. Olduğumuzu sandığımız insana ilişkin sansürümüz de roman boyunca böyle böyle yıkılıyor.

Tabii İnci Aral, her yapıtında olduğu gibi, toplumsal olanın da ışığını düşürüyor üzerimize. Bu romanında, yalnızca kaçakçılık mesleğiyle ya da Hayali’nin çocukluk arkadaşı Hacı Cevat’ın değişimiyle değil, Boğaz’daki seçkinler partisindeki insan manzaralarına kadar sahici gözlem ve yaklaşımlarla yapıyor bu işi. Ama yarattığı sahille ya da sahil metaforuyla köhnemiş ahlak anlayışının köküne vuruyor:

“Hayaletler sahili, diye mırıldandım… Sahil hayaletleri kucaklayıp benimser. Deneyimli ve sevecendir. Kısa bir sonsuzluk duygusu bağışlar onlara. Kimlikler gizlidir, gerçekler konuşulmaz. Hiçbir şey anlatılmaz. Herkes geçici, yüzler maskedir, birilerinin kendine dair bir şeyler söylemesini beklemenin anlamı yoktur. Ertesi sabah kesinlikle unutulur yaşananlar. Herkes dıştan görünen ve bilinen kimliğine, evine, işine döner. Bütün hikâyeler başka yerlerden gelir ve az çok bilinen, ender olarak da bilinmez bir yerlere giderler… Sahile sürekli aynı yavaşlıkla vuran dalgaların sesini, uykusuz bir deniz kuşunun yalnızlık çığlığını duyuyordum. Cinsel isteğin, kışkırtıcı ama garip biçimde güvenli ve özgürce yaşandığı bu sahil apaçık, ödünsüz bir cinsel başkaldırı alanı ve aynı zamanda toplumun bastırılmış cinsel içgüdülerinin yansıdığı geniş bir aynaydı. Burada hem cinsellik hem kısıtlanmış benini unutma tepkisi yeniden ele geçiriliyordu.”

Romandaki sahilin hangi sahil olduğunu tahmin ettim ben. Bunu, o sahili fantezi sanacaklar için söylüyorum. İnsanlığın ve cinselliğin, cinnet şenlikleriyle yaşandığı sahiller bizde de var. Daha doğrusu, romandaki gibi, bazen bir yeraltı pavyonu, bazen bir tekne, bazen bir köprü altı, bazen bir yüzme havuzu, bazen de bir arabanın içi olabilir bu sahil. Beni ilgilendiren, yazarın sahil imgesi üzerinden toplumun öteki benini gösterişi oldu. Sonuçta sahil, insanların bireysel olarak yaşadığı bir alan değil. Toplumun birçok üyesi, gündüz bambaşka hayatlar yaşarken, geceleri sahilde bambaşka hayatlar yaşıyor topluca. İnsanın ikiye bölünmüş beni gibi, toplumun da bir öteki beni var ve sahil galiba en çok bunun karşılığı romanda. İnsansa sadece kendisi değil. Bir başkasında ya da öteki beninde de sürüyor. Sahile ya yolu düşüyor ya da sahili bilmediği için kederleniyor. Fakat her iki durumda da, tamamlanma arzusunun acısını çekiyor. İnci Aral’ın romanındaki sahil, bize işte bu acıyı çektiriyor. İyileşiriz belki diye.

Ama acı çektirmekle kalmıyor. Somut önerilerde de bulunuyor. Tabii, şimdiye kadar söylediklerimin hepsi gibi, yine hiç yazmadan yapıyor bunu. Slogan atmıyor, savsöz söylemiyor. Sadece bakıyor, anlatıyor ve yaşatıyor. Örneğin, eşcinsel aşkların uzun sürmediği söylenir durur. Fakat romanda, Dilda gibi bir kadına rağmen, süren aşk Hayali ile Reyan’ınki oluyor. Bu da onların ortak bir işe girişmeleriyle mümkün oluyor. Hayali’nin çocukluğunda gönlünü kaptırdığı Karagöz-Hacivat’ın yeni, çağdaş yorumunu birlikte hayata geçirme aşamasında paylaştıkları ortak amaçlar heyecanlarını besliyor. İlişkileri eşitleniyor ve bu yeni durum moda tasarımcısı Reyan’a umutsuzluğunu alt etme gücü veriyor. Bunları okurken şöyle düşündüm: Eşcinsel aşkları kısa tutan, onların aynı evde yaşama, hem iş hem özel hayatını özgürce bölüşme ve birlikte iş yapma gibi hakları kendilerinde görememeleri belki de. Kendilerine ve ilişkilerine hayat hakkı tanımamak ve gizli kapaklı kalmaktan ileri gelen bir sorun bu tabii ve aslında toplumsal bir dayatmadan ibaret: “Eşcinsel olabilirsin, hemcinsinle yatıp kalkabilirsin ama hayatı açıkça öyle yaşayamazsın!” İnci Aral, romandaki aşkı ortak bir eylemle, aynı amaca yönelik birlikte bir iş yapmakla, yaşamı beraberce sırtlanıp yürütmekle mutlu sona kavuşturuyor. Bunun, yani çalışıp üreterek birbirimize sarılmanın, aslında kadın-erkek-eşcinsel hepimizin tek ve tek mutlu sonu olabileceğini hissettiriyor. Ancak bunun hiç kimse için, hiçbir zaman sonsuz bir söz veriş olarak kabul edilemeyeceğini de söylüyor:

“Reyan’a bakıyorum. Saf ruhunu, masum çocuk gülüşündeki dokunaklı güveni görüyorum. Aramızdan bir esinti geçiyor. Sıcacık, gerçek bir işbirlikçilik esintisi. Yalnız değiliz. Onun için derin dalışlardan ve bir orman kuşu gibi hayatımın ölü yapraklarını eşelemekten vazgeçebilirim. Yemin ya da kesin bir söz veriş olarak değil, bilmediğimiz bir zaman için.”

İnci Aral’ın romanı her zamanki gibi çok sesli, farklı kanallarda akan ve birbiriyle kesişen hikâyeleriyle zenginleşen, usta işi, heyecan verici bir çalışma. Bir okur pekâlâ, Hayali’nin annesinin hikâyesinden ya da namlı babasıyla arasındaki dokunaklı ilişkiden öncelikle etkilenebilir. Bir zamanların Bebek’i, gazinolar çağı, büyüme sancıları birçok okuru kendi geçmişine götürebilir. Bir başkası Hayali-Dilda serüvenine eğilebilir. Yazarın Doğu gerçeğine bakışına ve gerçeği dillendirmedeki inceliğine odaklananlar da olacaktır kuşkusuz. Türkiye’nin bugünlerine bakışıyla bu romanın bir bakıma “Yeni Yalan Zamanlar”ın devamı olduğunu düşünenler bile çıkabilir. En azından bir süre gecelere, hayaletsi yaşamlara ait oldukları için sarsılanlar ise hiç de az olmayacak kanımca. Ne olursa olsun, “Kendi Gecesinde”, edebiyattan ödün vermeye ve genel geçer beğenilere gönül indirmediği bilinen değerli bir yazarın okurunda bir kez daha hayranlık uyandıracak son olgunluk eseri.

Tolga Meriç

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments