Egoist okur

Gülcan Özer: “Madem iletişimle zehirlendik o vakit dibini bulacağız”

Psikiyatr Dr. Gülcan Özer, “Gücünüz yeterse kendi ruhunuzla tanışın, onunla ahbaplığın zevkine varın, kendinize karşı samimi davranmanın hafifliğini yaşayın” diyor, “Herkes Kendi Hayatının Kahramanı” adlı kitabında.

Anlattıklarının kalbinde, ikili ilişkiler var… Aşkın ve evliliğin hangi kritik noktalarda tökezlediğinden, hepimizi bir biçimde esir eden yaşlanma korkusu ve gençlik kültünden, hem şifa hem zehir olabilecek iletişimin gücünden ve zaaflarından bahseden Özer’in sarsıcı bir sorusu var: “İnsanın insana muhtaçlığı ezeli gerçeğimizken, nasıl oluyor da kendimizi anlatmanın ve birbirimizi anlamanın bu kadar uzağına düştük?”

Cevabı bulduğumuzda. kendi hayatımızın figüranı değil kahramanı da olmak adına da ilk adımı atmış olacağız.

M. Sarp Keskin

gulcan ozer dogan kitap egoistokur

“Filmin heyecanlı girişidir aşk, evlilikse, insanı anlamak, tanımak için şahane bir mecra…”

TERAPİ: ‘Kendini kandırmanın konforu kaybolduğunda…’

Yıllarca ne iş yaptığımı, yaptığım işi nasıl tarif edeceğimi düşünüp durdum. Sonunda vardığım, işimin “ses buluculuk” olduğuna karar verdim, insanların gönül sesini buluyorum. Psikoterapist olarak çalıştığınızda, günlerce hiç tanımadığınız bir insanın hayatında onunla birlikte dolaşmaya başlarsınız ve siz orada onunla birlikte temizlik, gürültü kesilir, cızırtılar azalır, sonunda incecik, cılız bir ses duyuluyor. “Korkuyorum” der, “Kıskanıyorum, kızgınım, utanıyorum, istiyorum, isteyemiyorum, iyiliğimle eziyorum, evet hep bunu yapıyorum, sevilmeye değer değilim…” Der, der, der… Hakiki sesini duyan kişi için de, ona eşlik eden terapist için de bu noktadan geri dönüş yoktur. Kendini kandırmanın konforu kaybolur, yorucu ama lezzetlidir.

İLİŞKİ: ‘İri cümleler ilişkiye yakışmaz’

Hepimizin gündelik hayatında yaşadığı, muhabbet masalarında konuştuğu mevzuları yazdım. Hatta “100 yıldır yazılan çizilen bir konu bu, yazılacak hali mi kaldı” sorusunun yüklediği baskıyla yazdım. Gerçekte ilişki, herkesin hayatla, kendisiyle, karısıyla, kocasıyla, sevgilisiyle, tarihiyle ilgili söyleyecek bir sözünün, anlatacak öyküsünün olduğu alandır. Laflar büyür, doğrular at koşturur, yapılması gerekenler sıralanır ve kamuya sunulur. Oysa ben, insanın süreç içinde evrildiğine hatta devrildiğine, ezberin hayata iyi gelmediğine, her hayatın kendine has bir parmak izi olduğuna inanıyorum. Kitabım, iri doğrular içermeyen bir yazılı muhabbet aslında. İri cümlelerin ilişkiye yakışmadığını düşünüyorum ben. İlişki zaten hızla öğütür, kusar atar, boşa çıkarır. Bir vaktin esas oyuncusu, başka vaktin figüranı olur. Yani ilişki söz konusu olduğunda cümleleriniz küçük ve pek bol olmalı.

AŞK VE EVLİLİK: ‘Hepimiz kendimizi başkasına emanet edebilmeyi hayal ediyoruz’

Kitabım aşkla başlıyor, çünkü öykünün esas başlangıcı aşk sonuçta. Kendi öykümüzün en derindeki başlangıcı da aşk. Kime âşık olduğumuz, nasıl bir âşık olduğumuz, tarihimizden getirdiklerimiz, korkularımız, korkunun ecele faydasının olmayışı… Yolun kısa ya da uzun olmasının bir önemi yok, filmin heyecanlı girişidir aşk ve başlangıcı sıkıcı olan filmi hiçbirimiz pek tercih etmeyiz. Aşk olmadan ölmek de olmaz. Evliliğe gelince; orada insanın kendini saklaması zordur, zaten hepimizin kendimizi açmaya, anlaşılmaya ihtiyacı var. Dolayısıyla evliliği anlatmak insanın macerasını anlatmaktır bir bakıma. İnsanı anlamak, tanımak için şahane bir mecradır evlilik; kendimizi açacağımız gönül ahbabını, eşlik edenimizi aradığımız hikâyenin adıdır. Hangimiz kendimizi başkasına emanet edebilmeyi hayal etmiyoruz ki? Sıkı bir hayal bu, iddiası büyük ve ulaşanı az.

KAHRAMANLAR VE ‘EN KÖTÜ’LER: ‘Negatif karakterlerin hayatımızı işgal etmesini önlemeliyiz’

Hepimiz kendi hayatımızın kahramanıyız, ama iyi ama kötü, başrol bizde. Bir de esas oyuncularımız, figüranlarımız ve kahramanlarımız var. Bazıları iyi, bazıları kötü… Bazıları doyuruyor, bazıları aç bırakıyor. Geçmişten gelen bir acı, bir travma ya da hayatını bizim üzerimizden sürdürmek isteyen anne babalarımız, kim ya da ne olduğu fark etmez, kendi hayat öykümüzü yazmak istiyorsak, negatif karakterlerin hayatımızı işgal etmesini önlemek zorundayız. Ruhumuzun, kimliğimizin, ilişkilerimizin parmak izine sahip çıkacağız, mağduriyetimizden beslenmeyeceğiz ve tarihimizdeki hikâyelerin bazısının altını, bazısının üstünü çizeceğiz. Çare yok.

YAŞLILIK: ‘Kendi bedeniyle barışamayan, başkalarıyla da barışamıyor’

Çağımızda insan ebedi gençliğe mahkûm edilerek de cezalandırılmış durumda; ağız tadıyla yaşlanamıyoruz. Fena ve bulaşıcı bir durum bu, hepimiz payımıza düşeni alıyoruz. Yaşlanmak itibar kaybettiriyor. Eskiden, bilgeliğe, kaybolan gençliğe, ömrün yaklaşılan finaline saygı duyulurdu. Şimdi ebedi gençlik hastalığına tutulduk, hayatımızın bir döneminde takılıp kalıyoruz. Hayat akıp giderken biz de onunla akamıyor, olduğumuz yerde kalmak için diretiyorsak, orada bir sıkıntı var demektir. İşte bu ebedi gençlik mevzusu da verimli arazi, kapitalizm onu sevdi. Oysa akışı bozan her ne varsa günün sonunda o iyi gelmiyor insana. İnsanın kendi bedeniyle neredeyse düşmanca mücadelesinin yarattığı dert çok fazla… Kendi bedeniyle barışamayan, başkalarıyla da barışamıyor. Hayatın bir performans alanı haline gelişiyle başımız zaten dertteydi, yaş alıp olgunlaştıkça bu yükü atamaz hale geldik. Ezcümle yükümüz daim oldu.

YALNIZLIK: “Oysa insan insana muhtaç…”

İnsanın insandan başka malzemesinin olmadığı vakitlerden geliyoruz ama bu vaktin gerçeği başka. Çağın getirdikleriyle götürdüklerinin tam dibinde bu var. Hayat bir uyaran çöplüğü haline geldi, her dakika meşguliyet halindeyiz, haberleşmek ile muhabbet eşleşti, yavaşlamak diye bir şey kalmadı. Oysa insan insana muhtaç; çaresi yok göz göze, gönül gönüle değecek. Olmadı mı hikâye eksik kalıyor. Zamanımızın “insansız araç üstadı”, sürekli tüketen, mutsuz ve yalnız gençleri de yeni bir dil oluşturacak, haberleşmekle muhabbetin ayrımına varacaklar elbette. İnanıyorum ki bu bir dönemdir ve insanın insana iyi geldiği vakitler yakındır.

KONUŞMAK: “Sahiden konuşamasaydık ne olurdu?’

Konuşmak insanın en büyük cezalarından biri bence. Bizler, kelimelerin deforme ettiği iletişimin birinci malzeme olduğu bir çağın insanlarıyız; düsturumuz, “Anlat ve ikna et”… Kelime sihirbazları, duygu beceriksizleri, konuşmayı bir performans sanatı haline getirip kendi kelimeleriyle sarhoş olanlar, iletişim kuramadığı yanılgısıyla oyundan elini eteğini çekenler, hepsi bu vaktin belirleyicileri… Ama bir düşünelim, sahiden konuşamasaydık ne olurdu? Kelimelerin değil gözlerimizin peşinden gitseydik mesela, dokunarak konuşsaydık… Günümüzde konuşmak bir performans sanatı ve elbet becereni, beceremeyeni var… Fakat bence iletişim aslında bundan çok daha fazlası. Kazananın yahut kaybedenin olduğu bir durum değil; sahiden kendini anlatmayı ve anlamayı umuyor, sözle yahut gözle… Konuşmaksa insanın kendini ve karşısındakini en şahane kandırabileceği iletişim şekli. Lakin madem iletişimle zehirlendik; o vakit dibini bulacağız, kendi dilimizi de karşımızdakinin dilini de sular seller gibi okuyup yazacağız, buna mecburuz.

M. Sarp Keskin

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments