Egoist okur

Al Pacino: “Hey, uçuyoruz değil mi?”

Zodyak Kitap’tan çıkan “Al Pacino”, Hollywood’un bu yaşayan efsanesini kendi ağzından okumamıza fırsat veriyor. Kitabın, ünlü gazeteci yazar Lawrence Grobel’in 30 yıllık bir zaman dilimine yayarak yaptığı dev bir röportajdan oluştuğu olduğu söylenebilir. İçinde yazarın sinemaya, tiyatroya daha doğrusu genel olarak oyunculuğa bakışı da var, hayatının en mahrem anlarına dair hikâyeler de…

“İşsizdim, seks hayatım bomboştu. Bir plan yaptım…”

al pacino gulenay borekci egoistokur profil kitap 4

Al Pacino: “Hey, uçuyoruz değil mi?”

Alfredo James Pacino, Sicilya kökenli Salvatore ve Rose Pacino’nun tek çocuğuydu. 25 Nisan 1940’da Doğu Harlem’de dünyaya gelmişti. Babasının bir sabah çekip gitmesinden sonra annesi onu alıp Bronx Hayvanat Bahçesi yakınlarında küçük bir evde yaşayan ailesinin yanına taşındı. Pacino, taklit yeteneğinden ötürü küçüklüğünde bile “Aktör” diye çağrılıyordu. Aslında baseball’cu olmayı istiyordu ama oyunculuğa yetenekli olduğunu fark eden öğretmenleri kendini bu konuda geliştirmesini daha uygun buldu.

Genç Pacino oyunculuktan önceleri biraz sıkıldı, hatta daha okuldaki ikinci yılında dünyada bundan daha bezdirici bir iş olmadığına karar vererek olay mahallini terk etti. Sonrası maceralı. Fakat şahsen Pacino’nun postacılık, manavlık, ayakkabı satıcılığı, süpermarket kontrolörlüğü, kapıcılık falan yaptıktan sonra fikrini değiştirip kürkçü dükkânına dönmesi ve bu kez büyük bir şevk ve hırsla Lee Strasberg’ün ünlü okulu The Actor’s Studio’ya girmeyi başarmasından dolayı mutluyum. Çünkü başka türlü onu hiç seyretmemiş olabilirdim. (Bu eşsiz oyuncuyu ilk olarak Sidney Lumet’nin yönettiği “Köpeklerin Günü” filminin ilk seansından resmen başım dönerek çıkmış ve hemen bir sonraki seansa bilet almıştım.)

Pacino’yu kısacık bir girişte özetlemek güç aslında. Gerek var mı, bilmiyorum da. Neticede dünyada onu tanımayan yok. Fazladan bir bilgi vererek oyunculuk kariyerine stand-up gösterileriyle başladığını; 1960’larda kimi zaman Greenwich Town kafelerinde, kimi zaman da ücra mahallelerdeki ambar ve bodrumlarda kendi yazdığı stand-up gösterileriyle sahne aldığını söyleyebilirim. “İlk kez konuşabildiğimi hissettiğim yerdi sahne” diye anlatıyor o günleri. “Hep söylemek istediğim ama normalde asla söyleyemeyeceğim şeyleri karakterler aracılığıyla söyleyebiliyordum ve bu beni müthiş özgürleştiriyordu.”

al pacino gulenay borekci egoistokur profil kitap

“Tiyatroya sinemadan daha çok önem veriyorum. Filmde her zaman bir kontrol, kendini geri çekme hissi var, oyunda daha rahatım. Bir de şu var: Kameraya oynarken hep verir ama asla almazsınız. Seyircinin önünde canlı oynamaksa bambaşkadır; hem bir alışveriş vardır aranızda, hem de zorlu bir mücadele içindesinizdir. Bir tiradı sürdürürken dönüp seyircilere bakarsın ve aralarında sana bakarken gözleri ışıl ışıl parlayan bir kadın görürsün. ‘Hey’ dersin sessizce, ‘Uçuyoruz değil mi?’ Anlatması zor.”

İp üstünde yürüyen adam: OYUNCU

Al Pacino’yla ilgili en sevdiğim hikâyeye gelince; daha önce yazmıştım, bir kere daha anlatayım… Bir zamanlar akıl almaz işler yapan çok yetenekli trapez sanatçılarından oluşan Uçan Wallenda’lar diye bir topluluk varmış. Gösterileri sırasında arka arkaya berbat kazalar geçirmiş, büyük kayıplar vermişler. Bu kazalardan bir tanesi grup üyelerinin birçoğunun ölümüyle sonuçlanmış. “Böyle bir trajediden sonra nasıl olur da ısrarla ip üzerinde yürümeyi sürdürürsünüz?” diye sorulmuş grubun şefi Karl Wallenda’ya. “Hayat ipin üzerinde” diye cevap vermiş. “Gerisi sadece beklemek…” Al Pacino bu sözün sadece Wallenda’nın değil, kendi mesleğini de anlattığına inanıyor. “Tıpkı Wallenda gibi benim için de hayat burada, sahnede… Ve oyunculuk ip üstünde yürümekten pek de farklı değil; ikisinde de ya yaparsın ya ölürsün.”

Ama durun, size iyi haberi vereyim: Nihayet bu eşsiz oyuncuyu biraz daha yakından tanımak için bir fırsatımız var: 20 yıldır arkadaşı olan gazeteci yazar Lawrence Grobel’in onunla yaptığı upuzun röportajdan oluşan “Al Pacino” adlı kitap… Pacino’nun anılarını yazması için belli ki daha çok bekleyeceğiz, o zamana kadar bu kitabı ezberlemeye şahsen hiç itirazım yok.

Kısa kesiyorum, işte kitaptan seçtiğim birkaç bölüm… İlki oyunculuğun ruhuna dair, diğerleri hayatından anları anlatıyor…

al pacino gulenay borekci egoistokur profil kitap 1

“Okula başladığımda her gün dayak yemek pek de zevkli değildi”

“Farklı ırk ve ulustan insanların buluştuğu bir yerden, Güney Bronx’tan geliyorum. Çok karışık bir mahallede büyüdüm. Altı yaşında okula başlayana dek dışarı çıkmama izin yoktu. Diğer çocukları o zaman tanıdım. Çok utangaçtım. O yaşta okula gitmek ve her gün dayak yiyebileceğini hissetmek pek zevkli değildi. Bence birçok çocuk bu gerilimden mustarip. Ayrıca ben kendimi nasıl koruyacağımı bilmiyordum, çünkü öğretilmemişti. Biri bana vurduğunda pes edip düşüyordum, kendimi korumayı öğrenmeliydim. Bir keresinde eve giderken, çocuğun tekinin anneme küfrettiğini hatırlıyorum. Ben de, ‘Anneme küfretme!’ diye bağırdım. Sonra tek hatırladığım kavga ettiğimiz. Âdet böyleydi. Sürekli herkes herkese meydan okuyordu.”

“Çocukken gecelerimi hikayeler anlatan dedemle konuşarak geçirirdim”

“Babam beni bebekken terk etmişti; annem, anneannem ve dedem tarafından yetiştirildim. Dedemin bana bir fiske bile vurmuşluğu yoktur. Pek konuşmaz, duygularını da, sevgisini de göstermezdi. Ama hep yanımdaydı. Ona dokunmak, sarılıp öpmek mükemmeldi. 1900’lerin başında, New York ve Doğu Harlem’i anlattığı hikâyelere bayılırdım. Zaten onu herkesten çok ben konuştururdum. Çatıda saatlerce ip sarardı. Ve ben gecelerimi orada, onunla konuşarak geçirirdim. Çocukluğunu anlatırdı. Annesini 4 yaşındayken kaybetmiş, 9 yaşındayken de okulu bırakıp bir kömür madeninde çalışmaya başlamış. İşten eve her geldiğinde, karşısında onu bekleyen beni bulurdu. Beş sent isterdim, her seferinde söylenirdi ama sonra eğilip ayakkabısına dokunacakmış gibi yapar ve nasıl oluyorsa orada bir beş sent bulurdu. Benim için bir rol model olduğunu söyleyebilirim. Aileyi o geçindiriyordu ve ne olursa olsun yaptığı işi hayatının neşesi sayıyordu. Tıpkı oyunculuk hocam Lee Strasberg gibi o da gerçeklik ve dürüstlük algısı güçlü kişilerdendi. Ben galiba ancak bu tür adamlarla yakın ilişkiler kurabiliyorum.”

“Ben, hamallık yapmaya taksiyle giden adamdım”

“Gençlik yıllarımda türlü garip işe girip çıktım. Postacılık, temizlikçilik, ayakkabı satıcılığı yaptım; manavda, eczanede, süpermarkette çalıştım. Eşya taşıdım, en zoru buydu. İnsanların taşınırken hamallara ihtiyaç duymalarının öncelikli sebebi kitaplar. Herkesin binlerce kitabı var, kutulara koyuyorlar. Çok aldatıcı! Ben, hamallık işine taksiyle giden adamdım. ‘Al biraz gecikti’ derlerdi, ben de taksiye atlayıp saati üç dolara piyanoları merdivenlerden çekmeye giderdim. Sanat eserlerini taşıdığım da oldu. Değerli bir heykel taşırken duvara toslamayı düşünebiliyor musunuz? Benim başıma geldi. Heykelin kafası omzundan koptu. Önemli bir sanat eseriydi ve beklenen sözleri duydum: ‘Sen ödüyorsun…’ Sinemada yer gösterici olarak da çalıştım. İnsanlar bana, ‘Film ne zaman başlayacak?’, ‘Son film iyi miydi?’ diye sorarlardı. Bir gün bu insanların söyleyeceğim her şeyi dinleyeceklerini o zaman fark ettim. Bir yandan da oyunculuk okuluna gidiyordum.”

“Bir oyuncu topluluğuyla ilk karşılaştığımda, kendimi bir Renoir tablosunda hissettim”

“Oyuncu olmaya 14 yaşında karar verdim, Bronx’ta gezici bir kumpanyadan izlediğim Çehov oyunu ‘Martı‘dan sonra… Topu topu 15 seyirci vardı ve benim için büyüleyici bir deneyimdi. Bir de The New York Shakespeare Festival sırasında bir restoranda rastladığım 7-8 kişilik oyuncu grubundan etkilenmiştim. Üzerinde kırmızı-beyaz kareli bir örtü olan masanın çevresinde toplanmışlardı. Masanın üzerinde gölgelik vardı ve aradan güneş ışıkları geliyordu hafifçe. Kendimi bir Renoir tablosunun ortasında hissettim. Gözlerimi alamıyordum; yüzyıllar öncesinden gelmiş gibilerdi. Köklerini, nasıl ailelerden geldiklerini, hikâyelerini ve en önemlisi onlarınki gibi bir hayatın aslında hep yaşamayı istediğim hayat olduğunu hissettim.”

egoistokur al pacino profil kitap 1

“Stüdyo patronlarıyla ‘Baba’ filmi için görüşmemiz mafya filmlerindeki gibi bir andı”

“Actor’s Studio’yu bitirdikten sonra ‘Esrar Bitti’ filminde oynadım. Filmi ilk izlediğimde çok sarhoştum ve kendimi görmek beni şaşırtmıştı. İçimden, ‘Ne kadar yetenekli bir aktör ama daha çok çalışmalı. Öğrenecek çok şeyi var’ diyordum. ‘Baba’ filmi kariyerimde bir dönüm noktası oldu. Rol için 35 bin dolar ödediler. ‘Baba 2′ biraz daha maceralı oldu… Önce 100 bin dolar teklif ettiler, kabul etmedim. ‘150 bine ne dersin?’ diye sordular bu kez, ‘Sanmıyorum’ diye cevap verdim. ‘Ya senaryoyu Mario Puzo yazarsa?’ Eh, bu kez, ‘Elbette’ dedim. Mario senaryoyu yazdı, okudum. Sorun yoktu ama tam da aradığım senaryo sayılmazdı. Yine reddettim. 200 bine çıktılar. ‘Hayır’ dedim. 300, 350 ve 400 bin, aslında hepsine ‘Hayır’ dedim. Nihayet beni New York’taki ofislerine çağırdılar. Masada bir şişe viski duruyordu. Bir yandan içip bir yandan sohbet etmeye başladık. Gülüyorduk, yapımcı çekmecesinden teneke bir kutu çıkarıp bana doğru itti. ‘Burada nakit bir milyon var desem?’ diye baktı gözlerime. Mafya filmlerindeki gibi bir andı. ‘Hiçbir anlamı yok’ cevabını verdim. Biliyorum, çok aptalca bir hareketti. Fikrimi, Coppola’yla konuşunca değiştirdim. Onu dinlerken resmen tüylerim ürperdi. Bir yönetmen böyle hissetmeni sağlıyorsa eğer, onunla mutlaka çalışmalısın… Bu arada bir milyon almadım elbette. Bunun yerine 600 bin aldım, bir de filmin getireceği kazançta belirli bir hissem oldu.”

“Buster Keaton gibi olmak hatta palyaçoluk ederek güldürmek isterdim”

“1968’den önce küçük kafelerde stand up gösteriler yazıp oynuyordum ve çok hoşuma gidiyordu. Bunu hâlâ severek yapabilirim. Ama anlamadığım bir şey var: Anketler yapıyor ve seyirciye beni hangi tarz rollerde görmek istediğini soruyorlar. Ciddi rollerde görmeyi sevdikleri ortaya çıkıyor, stüdyolar da bunun üzerine atlıyor. Bu korkunç. Belki inatçıyım ama kendime bir meta olarak bakmayı reddediyorum. Sinema ticari bir sanat, bunu anlıyorum. Harcanan onca parayı görmezden gelip sanat filmi çekmekte ısrar edemezsin. Yine de birilerinin oylama yapması, birilerinin de beni sadece ciddi rollerde seyretmek istemesi canımı sıkıyor. Tabii haksızlık etmemeliyim; komedi filmlerinde oynadım, oynamadım değil. Fakat ben daha çok Buster Keaton tarzı komedilerde rol almak, palyaçoluk ederek insanları hakikaten güldürmek istiyorum. İyi komedyenlere her zaman hayran olmuşumdur. Mesela Mel Brooks’u seyredip saatlerce gülebilirim. Gerçekten nasıl biri olduğunu öyle cok merak ediyorum ki. O tür adamların zihinleri, dünyaya bakışları çok çarpıcı, olayları sıralamaları, insan ruhundaki komiği görmeleri. Bunda özgürleştirici bir şey var.”

“Beyazperdedeki en büyük aktör hiç şüphesiz Marlon Brando. George C. Scott da eşsiz. Gary Cooper bence rolü ele alış şekli ve ona kattığı itibarla bir fenomendi. Gelmiş geçmiş en iyi aktörlerden olduğunu söyleyebilirim. Charlie Laughton elbette hem arkadaşım hem ustam hem de her daim hep favorim oldu. Robert Mitchum ve Lee Marvin de mükemmeldi. Paul Newman var sonra, çok hassas bir kişilik. Frank Sinatra’yı da seviyorum. Şarkılarından ilham almışlığım var. Ayrıca güzel bir duruşu olan çok iyi bir oyuncu.

“Müziğe düşkünlüğüm yüzünden kendimi Beethoven sandığım oldu”

“Evde tumba davullarım, gitarlarım ve piyanom var. Arkadaşlarım geldiğinde doğaçlama müzik yapmayı seviyorum. Eskiden kendimi Beethoven sandığım zamanlar oldu, keşfedilmemiş bir dehaydım sanki. Piyanonun başına geçip saatlerce kendi bestelerimi, şarkılarımı çalardım. Ara sıra da kendimi bir caz grubunda ya da Beethoven dörtlüsünde çalarken hayal ederdim. Oyunculukta böyle hayallerim hiç olmadı. ‘Korkuluk’ filmini çekerken, geceleri Gene Hackman’ın kardeşiyle gece kulüplerine gidiyorduk. Oradaki gruplar onlarla çalmamıza bile izin veriyorlardı. Gece üçe dörde kadar orada kalıyor, sabah da yedide uyanıp sete dönüyordum.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments