Egoist okur

Engin Geçtan: “Gölgenin olduğu yerde hayat vardır”

Elveda sevgili Engin Geçtan, şu hayatta aldığım en müthiş iltifat sizden gelmişti, o anı hatırladıkça gözlerim doluyor. Sizi çok özleyeceğim.

Saffet Murat Tura: “Bilimde sadakat yoktur”

“Günah işleme eğilimimizin olduğunu kabul etmek bizi hafifletir”

Psikiyatrist Engin Geçtan, Kırmızı Kitap, Dersaadette Dans, Kızarmış Palamutun Kokusu, Tren ve Kuru Su gibi başta karmakarışıklıklarıyla insanın başını döndüren ama kaosun yerini daima kendine has bir düzene bıraktığı romanların yazarı… Onunla birkaç yıl önce hem psikoterapiyi hem de edebiyatı konuştuğumuz bir röportaj yapmıştık. Meleklere karşı niçin temkinli olmak gerektiğini, günah işleme eğilimimizi kabul etmenin bizi nasıl hafifleteceğini, kendimizi korumak için seçtiğimiz maskeleri, bir şiddet toplumu haline gelme sürecimizi, kuantum fiziğini, Mayaları, pop starların bizim için neyi simgelediğini, şeytan tüyünün gerçekte ne olabileceğini ve başka birçok şeyi anlatmıştı. Onu dinlerken 1960’larda devletin desteğiyle yaygınlaştırılmaya çalışılan psikoterapiyi nerede, nasıl, ne sebeplerle kaybettiğimizi merak etmiştim.

Bir not: Yazarın Mesela Saat Onda adlı son romanını okurken fark ettim ki bir yandan yine keskin bir zekâ, mizahi ama sert bir eleştirellik ve her şeye rağmen koruduğu bir iyimserlikle İstanbul’un muhtelif semtleri, zamanları, kuşakları ve yaşamları arasında gezinirken, bir yandan da röportajda kısaca söz ettiği isimlerimizin hayatlarımızı nasıl etkilediği, değiştirdiği meselesini Şubat’ın, Beyhude’nin, Hamasettin’in, Hükümet’in, Karamela’nın, Karanfil’in, Macun’un, Muhtelif Rivayet’in, Otuz’un, Ömrügüzel’in, Reçel’in, Takiye’nin, Tango’nun hikayeleri üzerinden anlatıyor.

İyileşme sözcüğünü kabul etmiyorum, çünkü bir sağlıksızlık yargısı içeriyor”

Bireylerin hayatında dertlerin başladığı, terapiye ihtiyaç duyulan noktanın bir tarifi var mıdır?

Terapi insanın kendiyle yüzleşmeye, daha kendi olmaya doğru çıktığı bir yolculuk. Genellikle takıldıkları kısır döngüleri fark edip bunları aşmaya istekli ve niyetli olan insanlar geliyor. Tabii ki bu terapiye başvuranların, başvurmayanlardan daha çok zorlanan insanlar oldukları anlamına gelmiyor.

Belki daha cesur oldukları anlamına geliyor, yüzleşmeye hazır oldukları için… Terapi neyi değiştiriyor?

Burada kurulan ilişki ve ittifak çok önemli. Bizler ilişki yönelimli varlıklarız. Anne karnında evrenle ilişki halindeyiz mesela ama doğduğumuz anda bunu unutmak zorunda kalıyoruz, çünkü ‘şeyler dünyası’nda buluyoruz kendimizi. Devreye mülkiyet olgusu giriyor. Anne çocuğunu ‘ona ait bir şey’ olarak görmeye başlıyor. Ve hepimiz birbirimizi ‘şeyler’ olarak kabul ederek yaşıyoruz. “O benim hayatımda ne işe yarayacak?” sorusu belirliyor seçimlerimizi. Bunu tamamen aşmak mümkün değil, ama en azından mülkiyet olgusunun yarattığı samimiyetsizlikten uzaklaşmayı amaçlayan bir süreç yaratmak mümkün.

Nasıl iyileşiliyor?

İyileşme sözcüğünü kabul etmiyorum, sağlıksızlık yargısı içeriyor. Terapide soyut şeyler değil, hoşa gitmeyen somut yaşantılar paylaşılır… Yaşananların otopsisi yapılır da denebilir bir bakıma. Amaç insanın kendini ve yaptıklarını kabullenmesi, bunların sorumluluğunu üstlenebilmesi… Yargılama ortadan kalkınca, insan kendi iç sesini daha net bir şekilde duymaya, dinlemeye başlıyor, yönünü daha iyi tayin ediyor. Psikoterapi ortamında eleştiri yapılmaz, birlikte neyin niçin yaşandığını anlamaya, hatta üçüncü kişilerin ne hissetmiş olabileceklerini görmeye çalışırız. Çünkü bizler, çoğu zaman sadece kendi yaşadıklarımıza odaklanıp kilitleniyoruz. Kendini anlamaya çalışmak yerine yargılayan kişi, eleştirdiği şeyi muhakkak yine yapar, çünkü eleştirel bakış insanı anlama çabasından kurtarır.

Sağlıksız birey deyimini kabul etmiyorsunuz, toplumlar sağlıksız olabilir mi?

100 yıl önce psikanalizde ‘normallik’ diye bir kavram vardı. Topluma uyum sağlayabilme becerisi… II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi Almanyası’nda olduğu gibi, toplumların da hastalanabileceği görüldü. Yani ‘topluma uyum sağlama becerisi’ olarak tarif edilen normallik bir sağlıklılık ölçütü olarak kullanılmaktan çıktı, normallik bir süreç olarak tanımlanmaya başladı. Son zamanlarda ise bu sözcük tedavülden kalktı, çok da isabet oldu. Artık hepimiz arızayız.

“Yüzleşmezseniz, gölgeniz güçlenir ve sonunda ruhunuzun içinde her an etkinlik kazanabilecek bir tehdite dönüşür”

İçinde yaşadığımız kaos ortamı ve zincirinden boşanmışçasına artan şiddet sağlıksız toplumun bir göstergesi mi?

Bu koca bir seminer konusu aslında. Şu sıralar yazmakta olduğum metin de bununla ilgili. Kısa bir özet isterseniz, günümüzde yaşanan şiddetin sebepleri arasında küreselleşmeyi, vahşi kapitalizmi, geleneklerin biraz fazla hızlı dağılıp değişmesini ve bütün bunların sonucunda insanların kendilerini taşımakta zorlanmalarını sayabilirim.

Hızla artma sebebi ne, şiddetin bulaşıcı olması mı?

Bir bakıma öyle. Jung’un sıkça söz ettiği gölge arketipi bu olguyu açıklamakta önemli. Jung herkesin bir gölgesi olduğunu anlatıyor. Onunla ne kadar az yüzleşirseniz, gölgeniz o kadar güçlenir ve sonunda bir tehlikeye, kaldırılamaz bir ağırlığa, ruhunuzun içinde her an etkinlik kazanabilecek bir tehdite dönüşür. İnsanlar “Toplumun hangi kurallarına göre yaşamalıyım?” diye düşünürken, gölgelerine yabancı kalıyor, ilkel ve vahşi yönlerini yok sayıyor. Bu nedenle meleklere karşı temkinli olmakta yarar var diye düşünüyorum. Zira yönergeden yoksun bırakıldıklarında, o yok sayılan, bastırılan gölgeler en başlarına buyruk halleriyle ve adeta patlarcasına ortaya çıkıyorlar.

Karanlık yönlerimiz yani…

İnsan ruhunda aydınlık, karanlık yok. Toplumsal değerler bizden belirli kalıplara uygun davranmamızı beklediği için, ilkel yanlarımızı bizzat kendimiz karartıyoruz. O yanlarımız ilkel, saldırgan, hayvansı, çocuksu olabilir ama aynı zamanda canlı ve yaratıcılar da… Halbuki biz toplumun beklentilerine uymayan yanlarımızı derinlerde bir takım kompartımanlara hapsediyoruz. Sıkıştırdığımız gölgelerimiz serbest kaldığında da her türlü şiddet ortaya çıkabiliyor.

Ve gölgelerimizi gizlemek için maskeler yaratıyoruz. Bir kederin ardından şişmanlayan bir kadın çevresindekilere, “Bana yaklaşmayın” mesajı veren yağdan bir maske takıyor olabilir mi mesela?

Bu maskeleri bilinçli olarak sipariş etmiyoruz ki. Şişmanlık çoğu zaman sadece kalıtsal bir özellik. Ancak çok ender durumlarda şişmanlığın da bir koruyucu olarak kullanılabildiğine tanık oldum. Uzak geçmişte terapiye gelen bir hanımı hatırlıyorum, aşırı şişmandı. Genç yaşta evlenip çoluk çocuk sahibi olmuştu. Güçlü cinsel fantezileri vardı. Zayıflamayı neden hiç düşünmediği tabii ki konuşuldu ve terapi süreci içinde kendisi kilo vermemesinin daha doğru olacağına karar verdi.

Neden karar versin ki böyle bir şeye?

Çünkü bu hanım ender durumlarda makyaj yaptığı zaman bile ‘sıradışı bir dişi’ izlenimi verebiliyordu. İçinde bulunduğu koşullar ve toplumsal statüsü nedeniyle cinsel özgürleşme hayatını içinden çıkılamaz bir hale getirebilirdi. Yine cinsel fantazileriyle başbaşa kaldı, ama artık bu onun seçimiydi. Mesele bu zaten; sağduyu ve iç sesin doğrultusunda seçim yapabilmek…

“Başkalarını, ancak kendinizi kabul ettiğiniz oranda kabul edebilirsiniz”

“Günah işleme yeteneği insanın üstünlüklerinden biridir” diyenlerle aynı fikirdesiniz.

Evet, günah işleme eğilimi ile günah işlemenin ayrı şeyler olduğuna katılıyorum. Günah işleme eğilimi, “Yapabilirim” diyebilmektir. Bu bir bakıma insanın kendi gölge arketipini kabullenmesi anlamını da taşır. Günah işleme eğilimimizin olduğunu kabul etmek bizi hafifletir. Bence bu, günahın eyleme dönüşme olasılığını da azaltabilir.

Peki hayatımızdaki insanların günah işleyebileceğini kabul etmenin etkisi ne?

Kendini suçlamamakla başkalarını suçlamamak ayrı şeyler değil. Başkalarını, ancak kendinizi kabul ettiğiniz oranda kabul edebilirsiniz.

Gölgelerimizle işbirliği yapmanın ödülü nedir?

Toplumun hangi kesiminde yaşadığınıza ve toplumsal statünüze göre değişir bu, ama örneğin daha önce de dediğim gibi adam öldürme potansiyeli taşıdığınızı kabullenirseniz, hafiflersiniz.

Belki öldürmem de o zaman…

Öldürmezsiniz. İnsan, gölgesiyle sizin maske dediğiniz personası arasında çatışma olmadığı zaman huzur buluyor. Bir de şu var; gölgesiyle barışık insanlar daima daha çok aranırlar, yaptıkları yadırgansa bile.

‘Şeytan tüyü’ dedikleri şey bu mu?

Şeytan tüyü mü bilemem ama gölgenin olduğu yerde hayat vardır. O insanların cazibesine kapılanlar, aslında hayata doğru çekiliyorlar. ‘Arızalı’ dediğimiz insanları düşünün; ya eleştiririz onları, ya da onlardan geçiniriz. Bir bakıma, “Madem ben çıldıramıyorum, bir çılgının dünyasından geçineyim” hali… “Bu iki insan nasıl arkadaş olabilir ki” dersiniz ya, bu tür ilişkilerdir onlar.

Michael Jackson da arızalıydı mesela ama bir an bile sıkıcı olmadı…

Tanımadığım biri hakkında fazla şey söyleyemem ama sanırım hayatı boyunca kendi bildiğini okudu, belki de bu bu nedenle öncü bir sanatçıydı. Bedelini de ödedi.

“Kuantum fiziğini keşfetmek benim için özgürleştiriciydi”

Kuantum fiziğiyle ilgileniyorsunuz…

“Kuantum fiziği, sormadığım soruların cevabını bulmamı sağladı. Mesleğiniz, birikiminiz, yaşadıklarınız sizi bir yere getirse bile, siz başka şeylerin de var olduğunu seziyorsunuz. Hangi soruları sormanız, neyi araşırmanız gerektiğini bilemeden… Bazen evren karşınıza bir kitap çıkarıyor ve bir şeyler aniden aydınlanıyor. Kuantum fiziğini biliyorum diyemem, içinden hazır olduğum şeyleri aldım, bana yetti.”

Bu konu psikiyatrist olarak size hangi kapıyı açtı?

Bir kapı açtı ama tanımı yok. Fakat gezegenimizin tek bir oluşum, tümüyle canlı bir organizma olduğunu artık biliyorum. Biz gördüklerimizi canlılar, cansızlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler diye sınıflandırmışız ama evrende böyle bir sınıflandırma yok, sokaktaki kaldırım taşının içindeki atomlarda bile ‘dans’ sürüyor. Özgürleştirici bir keşif oldu bu benim için. Öğrendiğim ikinci şeyse şuydu: Olaylar, biz onlara baktığımızda vuku bulur. Ortak şeyler gördüğümüzü sanırız ama muhtemelen bu bir yanılgı . Hepimiz kendi geçmişimizle, kendi zihnimizle, kendi gözlerimizle görürüz. Beynimiz bize, milyarlarca uyaran arasından bizzat seçtiklerini sunar. Farklılıklarımız da zaten bu seçimde ortaya çıkar.

Kuru Su adlı romanınızda ‘kıyamete’ giden süreç var. Mayalar’ın takviminin 2012’de kesilmiş olması iyi bir hikayenin çatısını oluşturması dışında bir şey ifade ediyor mu size?

Kendimi bildim bileli kıyameti bir kurgu olarak algılamışımdır. 2012’de hayatta olursam, yıl sonunda neler olacak diye de beklemeyeceğim. Mayalar’a gelince; o tarihte dünyanın başka bir boyuta geçeceğini söylüyorlar. Kıyametten söz edilmiyor. Bir şifre var ama bugüne kadar çözebilen olmamış.

Irvin Yalom öleceğini idrak eden insanın idrak etmemiş olana göre daha mutlu, daha iyi, daha verimli yaşadığını anlatıyor. Kıyamet idrakının insanlık için etkisi ne olur?

İnsanın böyle bir durumda nasıl davranacağının kestirilebileceğini sanmıyorum. Öleceğini öğrenen insanlara gelince; nadiren de olsa bazıları bir aydınlanma evresine geçebiliyorlar. AIDS’e yakalanan genç bir Fransız şarkıcı vardı. Yaşadıklarını senaryo haline getirdi. Kimse filmi çekmek istemeyince, kendi oynayıp yönetti. Ve finalde aydınlanmayı çok güzel tarif eden bir şey söyledi: “Ben ve evren yok; ben evrenin merkezindeyim.”

İsimlerimiz tarafından programlanmış olduğumuzu düşünmenizin ardında yatan ne?

Karşılaştığım bazı örnekler tabii, ama bu konuda bir genelleme yapmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. İsimlerini kabul etmekte zorlanan kişiler olabilir, ama sonuçta insanlar isimleriyle yaşamak durumunda ve aynı nedenle bu konuda konuşmaya pek istekli değilim.

Ülke çapında terapi

“1960’larda eğitimimi tamamlayarak Türkiye’ye dönmüştüm. Çok gençtim, Sağlık Bakanlığı’yla işbirliği yaparak, Türkiye Ruh Sağlığı Planlaması diye bir program geliştirilmekteydi, ona katıldım. Hatta başka rapor hazırlayan olmadığı için benim hazırladığım rapor kabul edildi. Dünya Sağlık Örgütü de projenin ortaklarındandı. Biri Ankara, Kızılay’da, öteki İstanbul, Taşlıtarla’da dispansere benzeyen iki merkez açıldı. Kızılay’dakinde bir süre görev yaptım. Gecekondudan elit kesime kadar toplumun her kesiminden insan oraya geliyorlardı; konuşmaya, anlatmaya… Umut verici bir girişimdi. Yaygınlaşırılabilseydi, fevkalade yararlı olacaktı. Fakat hükümet değişti, politik nedenlerle her şey kenara atıldı. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen, bir daha böyle bir örgütlenme gerçekleştirilemedi. Şimdi bırakın psikoterapiye gitmeyi, insanların kendilerini paylaşacak konuşacak kimsesi yok. İmkanı olanlar küçük zaten bir azınlık. Halbuki daha ziyade klinik psikiyatrinin alanına giren şizofreni gibi yapısal rahatsızlıklarda bile hasta ile hekim arasındaki ilişkinin niteliği önemli. İlaç tedavisiyle yetinmeyip destekleyici psikolojik tedavi de uygulandığında sonuç çok daha olumlu olabiliyor.”

“Roman benim için iş değil, oyun”

“Yıllar içinde siz ve mesleğiniz ‘tek’ oluyorsunuz. O nedenle kendimi bazen bir iş yapmıyormuşum gibi hissettiğim zamanlar olur. Psikiyatri artık benim bir parçam, romanlarıma kaçınılmaz olarak yansıyorsa eğer, benim bilinçli yaptığım bir şey değil bu. Bildiğim şey, roman yazarken çok eğlendiğim, iyi vakit geçirdiğim… O benim için iş değil, oyun. Olayları önceden tasarlamadan yazıyorum; karakterlerin nereye gideceklerini, ne yapacaklarını bilmiyorum. Kör uçuş gibi… Sadece ilk cümleyi bulmam önemli; bulursam başlıyorum. Takılıp kaldığım o ilk cümleyi, istesem de değiştiremiyorum sonradan. Başlangıçta ağır ilerliyor roman ama bir süre sonra neredeyse ben onun peşinden koşuyorum. Nitekim bir kez sabaha karşı 3’te uyanarak tekrar bilgisayar başına geçip iki paragraf yazarak yatağa döndüğüm oldu.”

“Tarihimize batılı gözüyle bakmak sakıncalı”

“Doğu ile Batı’yı ayıran temel farklılıklardan biri konuşulan dil. Doğunun dilinde zaman, Batının dilinde şahıs ön planda. Dildeki farklılık her şeyi farklılaştırıyor, düşünce yapılarını, hayata bakışlarını, tepkilerini… Batılıların bizi anlayamamalarının nedenlerinden biri bu olabilir. Anlamalarını beklemeli miyiz, o başka mesele. Sakıncalı olan, bizim kendimize Batılıların gözüyle bakmaya çalışmamız. Eskiden sadece yabancı tarihçilerin yazdıkları kitapları okurdum. Neyin eksik olduğunu anlamam için bir gün sahaflarda karşıma birkaç kitap çıkması gerekti. Ondan sonra sadece Türk Osmanlı tarihçilerinin Osmanlı’ya dair yazdığı kitapları okur oldum. Ötekiler ne kadar nesnel davranırlarsa davransınlar, buraya gelen birer yabancı olma duygusundan kurtulamamışlar. Olup bitenlere yabancı gözüyle bakmışlar. Anlattıkları da soluk ve yapay olmuş. Bizim tarihçilerin yazdıklarındaysa hikaye değil, somut gerçekler var, bu ülkenin havasını solumuşlar, bu ülkenin sokaklarını, mekanlarını, kaldırım taşlarını, insanlarını tanımışlar. Bu çok şeyi değiştiriyor.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

12 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

Merhabalar,
Engin Geçtan oldukça sevdiğim ve ilgilendiğim bir yazar. Öncelikle röportaj için teşekkürler…
Yazınızın başında bahsettiğiniz röportaja ulaşamadım sitenizden, herhangi bir bağlantı vermeniz mümkün müdür?

11 years ago

Ne kadar güzel bir röportaj olmuş. Hali hazırda yine kafama takılan birkaç şeyden bahetmiş olması da bana ayrı bir tat verdi okurken. Engin Geçtan’ın cümlesine sonuna kadar katılıyorum. Çünkü benim için de geçerli bir cümle bu: ” Bazen evren karşınıza bir kitap çıkarıyor ve bir şeyler aniden aydınlanıyor. Kuantum fiziğini biliyorum diyemem, içinden hazır olduğum şeyleri aldım, bana yetti.”

11 years ago

Güzel bir röportaj…
Herkesin terapiye ihtiyaci var…
Aşikar

11 years ago

engin geçtan ile hayat isimli kitabı ile tanıştım ve kitap benim vazgeçilmezlerimden oldu bahsettiği kuantum fiziği ile ilgili kitapları kütüphaneden bulup okudum. Umarım Engin bey çok uzun yıllar sağlıkla üretken bir şekilde yaşar, bizlerin böyle insanlara ihtiyacımız var. güzel bir röpörtaj olmuş, teşekkürler.

KENAN YANAR
11 years ago

Engin hocanın kitaplarını yıllardır okuyorum. her gün, her okudukça daha da heyecan duymuşumdur. onun sayesinde gerek yabancı olsun gerek türk olsun birçok yazarla tanıştım, hep onun dünyaya bakışını yakalamak için. sonuç mu; sadece baş döndürücü.

Mehmet Özçelik
11 years ago

Merhaba,
Röportaj için teşekkür ederiz.
Engin Geçtan yazdığı kitaplarla benim hayatımı değiştiren değerli bir yazar.
Engin Geçtan’a mail yoluyla bile olsa ulaşmak istiyorum. Bu konuda yardımcı olabilirseniz çok sevinirim.

Mehmet Özçelik
11 years ago

Çok teşekkür ederim gülenay börekçi..

6 years ago

Sayın Dorsay, Haberde yakıta kavuşma anlamına gelecek bir ifade yok. Anladığıma göre sizde benim gibi yakıtınıza kavuştuğunuz için ifadeleri yanlış okuyup yanlış telaki ettiğiniz görülüyor. Arzu ederseniz benim yakıtım olan “RAKI ya sizide ulaştırırım. Ha unutmadan antifiriz yerine geçen acılı şalgam suyunuda unutmayınız. Umarım sizin teknik bilgilerinize yeterli katkıyı sağlamışımdır. Daha ileri teknik bilgi isterseniz size benim yakıtın imalatınıda seve seve öğretirim. Sağlıcakla kal teknik bilgisi donanımlı arkadaşım!!! 4 0

Büşra
1 year ago

Merhabalar, ben yüksek lisans öğrencisi Büşra Altuntas. Çok güzel ve yararlı bir röportaj olmuş. Teşekkür ederiz. Engin Geçtan hakkında yüksek lisans tezi hazırlıyorum. Tezim için hayatına ulaşmak istiyorum. Nasıl ulaşabilirim. Bu konuda bana yardımcı olursanız çok sevinirim. Şimdiden teşekkür ederim.