Etgar Keret: “Peşine takıldığım o ünlü yazar meğer benmişim…”
İsrailli yazar Etgar Keret’in yeni kitabı Siren Yayınları’ndan çıktı. Yedi Güzel Yıl’ın, yazarın bibliyografyasında çok farklı bir yeri var. Bir kere Keret bu kitapta ilk kez öykü dışında bir türde yazarak hayatının son yedi yılını anlatmış. Oğlunun doğumunu, babasını kanserden kaybetmesini ve arada yaşanan tüm sevinçli ve kederli olayları… Yedi Güzel Yıl’ın bir diğer önemli özelliğiyse, İsrail ve başka ülkelerden önce ilk kez Türkiye’de yayınlanması… Ben de geçen hafta bir günlüğüne İstanbul’a gelen Keret’le buluşarak tüm Keret hayranları adına konuştum. İşte anlattıklarından birkaç başlık…
“Özel hayatımı anlattığım bir kitap olduğu için Yedi Güzel Yıl’ı İsrail’de değil, Türkiye’de Türkiye’de yayınlamayı tercih ettim, çünkü yan komşumun bütün o mahrem süreçlerin ayrıntılarını öğrenmesini istemedim.”
“Kurmacanın bir gücü olduğunu kabul ederim ama bu pek alçakgönüllü bir güçtür. Şiddet çığlıksa, sanat fısıltıdır… Yani sesini işitmek için kulak kabartmanız, özel çaba göstermeniz gerekir.”
“Eski usul kitapçılar bir bakıma doğal hayatı koruma parklarına benziyor. Edebiyatı koruma parkları…”
“Çevirmen denilen kişi şeffaftır bir bakıma; yazarın üzerini görünmez bir dil örtüsüyle kaplarmış gibi çevirir kitabı. Ninja gibidir yani. Varlığını fark ettiysen, işini kötü yapmış sayılır. O bakımdan benim çevirmenim Avi Pardo da bir nevi Ninja sayılır.”
İlginizi çekerse devam edin…
Son olarak; bence röportajdan da güzel olan bir şey vardı: Asmalımescit’in so-ke yani sokak kedilerinden biri Etgar Keret’i çok sevdi, önce çaktırmadan ona yaklaşıp sonra da düpedüz kucağına yerleşti. Şaşırtıcı olan şey, kedilere alerjisi olan Keret’in bu sorununun o dakikalarda esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolması oldu. Büyük aşkın flört aşamasından bir fotoğrafı aşağıda göreceksiniz… Kucak kucağa oldukları fotoğrafsa ne yazık ki elimde yok :)
Gülenay Börekçi
Etgar Keret’in dünyası: Buzdolabının üzerinde bir kız var
Etgar Keret’ten öyküye benzer bir yazı: YEMEKHANE
Sevinçli bir olayla, yani oğlunuzun doğumuyla başlıyor kitabınız ama ilerledikçe tonu acılaşıyor. Babanızın ölümüyle de son buluyor. Babanızın ölümü yazış ritminizi, mood’unuzu değiştirdi mi? Ne bileyim bir noktada artık yazmak zor geldi mi?
Açıkçası oğlumun doğumundan bahsederken de kendimi acayip mutlu hissetmedim, dünyaya geliş süreci epey zorluydu. Karımın sağlık sorunları, öncesinde arka arkaya yaptığı düşükler… Evet, mutluyduk elbette ama mutsuzduk da. Babamın hastalığına gelince; bizi çok üzdü ama tamamen mutsuz olduğumuz bir süreç sayılmazdı. Her şeye rağmen gülümseyebiliyorduk. İkisi de sevincin ve hüznün bir karışımıydı, dozları değişiyordu sadece. Hayat da zaten böyle bir şey; bazen acı-tatlı, bazen tatlı-acı…
Yedi Güzel Yıl niçin ilk kez Türkiye’de yayınlandı?
Anlattıklarım sözü edilecek şeyler değil aslında, birçok insan onları unutmayı tercih eder. Bense yaşadıklarımı unutmak yerine yazdım. Öte yandan yan komşumun bütün o mahrem süreçlerin ayrıntılarını öğrenmesini de istemedim. Kurmaca yazarken de kendi hayatının çeşitli evrelerini kağıda dökersin aslında ama çeşitli kodlar, şifreler kullandığın için yazdıklarını bizzat yaşamış olduğun gerçeğini okurdan gizleyebilirsin. Okurla aranda görünmez bir duvar vardır.
Kurmaca duvarı…
Evet, yazarı kem gözlerden koruyan bir kurmaca duvarı. O sayede kendini en mahrem sırlarını deşifre eden biri gibi hissetmezsin.
Peki ama gene de niçin Türkiye?
Dünyada 40’tan fazla yayıncım var ama Türkiye’deki yayıncılarımla ilişkimiz benim için çok özel. Edebiyata aşkla, tutkuyla bağlı insanlar. İyi kitap yayınlamakta kararlılar. Ayrıca Türkiyeli okurlar da benim gözümde diyelim ki Hollandalı veya Alman okurlardan ayrı yerdeler. Aynı coğrafyanın insanları olmamıza rağmen bizden hep birbirimizle savaşmamız, kavga etmemiz, anlaşmazlıklar yaşamamız beklendi. Edebiyatın bu türden bağnazca düşünceleri etkisiz kılma gücü var, bu bence çok önemli. Ülkelerimizi yönetenler ne derlerse desinler, biz halk olarak birçok konuda birbirimizle aynı şekilde hissediyor, aynı noktada buluşuyoruz. Dolayısıyla Yedi Güzel Yıl’ı ilk Türkiye’de yayınlayarak buradaki okurlarla aramızdaki sizin deyişinizle “kurmaca duvarı”nı kaldırmayı istemiş de olabilirim.
Filistinli yazar Samir El Youssef bir gün size gelmiş ve “Madem ki beni okuyanlar seni okumuyor, seni okuyanlarınsa benden haberi yok, o halde birlikte bir kitap yazalım” demiş. Ve ortaya Gazze Blues çıkmış. Edebiyatın politik meselelerin üstesinden gelmemiz konusunda ne kadar etkisi olabilir sizce? Ya da şöyle sorayım: Edebiyat dünyayı kurtarabilir mi?
Kurmacanın bir gücü olduğunu kabul ederim ama bu pek alçakgönüllü bir güçtür. Şiddet çığlıksa, sanat fısıltıdır…
Güzel söz ama ne anlama geldiğini de soracağım…
Bazı sesler öyle baskındır ki istemeseniz de işitirsiniz. Bazı sesleri işitmek içinse kulak kabartmanız, yani özel çaba göstermeniz gerekir. Çevrenizdeki şiddetten etkilenmemeyi bazen ne kadar kaçarsanız kaçın başaramazsınız, sanat ise sadece etkilenmek isteyeni etkiler. Yani sanatın insanlar üzerindeki etkisi sınırlıdır aslında. Samir’le Gazze Blues’u kimseyi değiştirmek, dönüştürmek için yazmadık. Tek sebep birlikte bir şey üretmek isteyişimizdi. Ortadoğu’ya barış getiren bir kitap yazdığımı söylemek isterdim ama öyle olmadı. Bazı ülkelerde çok sattı, çok okundu, yılın en iyi 10 kitabından biri seçildi, o kadar. Ha, Samir’in diğer kitapları da İbranice’ye çevrildi.
Filistin’de yayınlanan tek İsrailli yazar olduğunuz doğru mu?
Tek değil ama Filistin’de yayınlanan ilk İsrailli yazar benim. Bir engelin kaldırılmasını sağladım sanırım.
‘Edebiyatı koruma parklarına ihtiyaç var!’
Birazdan Robinson Crusoe Kitabevi’nde imza gününüz var. İstanbul’un sadece kitap satan ve en güzel kitapçılarından biri. Ama bildiğiniz gibi zor zamanlar geçiriyor, maddi sebepler yüzünden kapanma ihtimali var. Aslında dünyada da kitapçılar teker teker kapanıyor. Ne düşünüyorsunuz, dijital kültür çağında niçin hâlâ kitapçılara ihtiyacımız var?
Dijtal kültüre karşı değilim ama bireyselliği yücelten en önemli unsurlardan biri olan edebiyatı tehdit ettiğini söyleyebilirim. Şundan; internetteki herhangi bir kitap satış sitesini açarsanız, ilkin liste başı olduğu söylenen veya site editörlerinin önerdiği 10 kitaplık bir liste görürsünüz. Yani birileri kararı tamamen ticari kriterlerle sizin yerinize verir. Bu dediğim, kitapların başka ticari ürünlerle birlikte satıldığı kitapçılar için de geçerli. Oysa eskiden böyle değildi. Alacağımız kitapları dokunarak ve görerek seçerdik. Bence eski usul kitapçılar bir bakıma doğal hayatı koruma parklarına benziyor. Edebiyatı koruma parkları…
Güzelmiş…
Küçük kitapçılar, kitapları, yazarları, hikayeleri ve farklı sesleri, dolayısıyla bireyselliği koruyorlar. Birçok yazarın yeni kitabını yazması ve yayınlatabilmesi için halihazırda yayınlanmış kitabının okura ulaşması gerekir. Ne yazık ki kapitalist düzende bir şeyin yaşamasına veya yaşamamamasına doğrudan pazar karar veriyor. Yani kitaplığınızdaki kitapları sizin yerinize başkaları seçiyor. Sadece çok satan “ucuz” kitaplardan oluşan bir kütüphaneniz olduğunu düşünsenize…
Ünlü bir yazarsınız, kitaplarınız kimi zaman birkaç yüz bin satıyor. Dünyayı dolaşıyor ve sayısız insanla tanışıyorsunuz… Bu hayat biçimi eskisi kadar okumanıza izin veriyor mu?
Açıkçası yazmaya başladığım günden itibaren eskisi kadar okumuyorum. Daha çok yazdıkça daha az okumaya başladım belki. Hayatımda okumanın yerini yazmak aldı. Sürekli harika kitaplar okuyabiliyorsam niçin kitap yazayım ki? Hem okumak nedir? Bir yazarın zihnine girmek, onun hayal gücünün peşine takılarak maceralar yaşamak… Yazmanın işlevi de aynı benim için, gene bir yazarın zihnine girip hayal gücünün peşine takılıyor ve maceralar yaşıyorum. Ama bu kez o yazar benim.
‘Çevirmenim Avi Pardo bir nevi Ninja sayılır’
Kitaplarınızı Türkçeye çeviren Avi Pardo’yla tanışıyor musunuz?
Hiç görmedim hatta sesini de duymadım…
Burada onun bir nevi kült star olduğunu, sırf o çevirdi diye bir kitabı alacak birçok okur bulunduğunu biliyorsunuz ama değil mi? Tanışıyor olsaydınız hakkında birkaç sır isteyecektim sizden…
İyi bir çevirmen elindeki kitabı bir dilden bir dile aktarırken aslında yeniden yazan kişidir ama bunun gösterisini yapmaz. Şeffaftır bir bakıma; yazarın üzerini görünmez bir dil örtüsüyle kaplarmış gibi çevirir kitabı. Ninja gibidir yani. Varlığını her cümlede fark ettiysen, işini kötü yapmış sayılır. Hakkında kimse bir şey bilmediğine göre Avi Pardo sadece çevirilerinde değil hayatta da Ninja gibi demek ki. Çok iyi bir çevirmen olduğunu biliyorum ama kaçmayı, kimseyle konuşmamayı tercih ediyormuş. Utangaç biri diyorlar onun için. Bir gün tanışmayı çok isterim.
Filistin’de Jacques Derrida sayesinde yayınlandı
Etgar Keret’in Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitabının Filistin’de yayınlanma hikayesi çok güzel…
Norveç’te Tarık Ali, Jacques Derrida gibi ünlü isimlerle birlikte 11 Eylül sonrası yaşananların tartışıldığı bir panele katılmış. Ancak davetliler arasında bulunan iki Filistinli yazar, İsrailli Keret’in bulunduğu bir yerde konuşma yapamayacaklarını açıklamışlar. “Normal hayatta, diyelim ki yemek yerken konuşabiliyorduk ama benimle kameralar önünde, sahnede konuşmayı reddediyorlardı” diye anlatıyor. Derken Derrida Keret’in panele niçin katılmadığımı sormuş ve işin aslını öğrenince felaket öfkelenerek kapanış konuşmasını değiştirerek 11 Eylül yerine uzun uzun bu olaydan bahsetmiş. Arada dönüp Filistinli yazarlara bağırıp çağırıyor, “Onunla konuşmayı reddetmek de ne demek? Buraya niye geldiniz ki o zaman, Norveçlilerle barışmaya mı?” falan diyormuş.
Filistinli yazarların alınganlıkları hırçınlıkları sonraki günlerde de sürmüş. Kavga dövüş derken biri Keret’ten yeni kitabını istemiş. Ve Keret birkaç ay sonra posta kutusunda Filistinli yazarın bir mektubunu bulmuş: “Kitabınızı çok sevdiğim için tercüme ettim, izniniz olursa yayınlayacağım.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest