“Kimseye hayalet demek yok, zaten onlar da hayalet değil”
Posted by gülenay börekçi on August 27, 2013 · 1 Comment
Biliyorsunuz; Hamdi Koç’un yeni romanı Çıplak ve Yalnız çıktı. Romanı daha sonra ayrıca yazacağım ama önce Hamdi’yle yaptığımız röportajı okuyun istiyorum. Yeniden okumak ve düşünmek, sonra da yazmak için vaktim çok. Hem Çıplak ve Yalnız aceleye gelecek gibi değil, çünkü büyük bir roman, nasıl derler, “beklediğim” roman.
Çıplak ve Yalnız, 1950’lerin sonunda başlıyor; yazarının deyişiyle “bugün neysek o olduğumuz” dönemde. Fakat işe bakın ki bu, kahramanımız Mesut Akarsu’nun büyümeye başladığı dönem aynı zamanda. Aklı bir karış havada bir genç adamken, arka arkaya yaşadığı şahsi felaketler ve şahit olduğu toplumsal trajediler onu hızla yetişkin bir erkek haline getiriyor. Ve Mesut Akarsu, aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 2000’lerde, yani günümüzde oturup her şeyi bir bir yazıyor. Yaşadıklarını değil sadece zihninden geçenleri de… Ailesinin başına gelenleri, 1960 Darbesi’ni, çok daha öncesinde bu ülkede işlenen bazı büyük cürümleri, mesela Ermenilere yapılanları ve bazı düğümlerin nasıl can acıta acıta çözülebildiğini…
Kendisiyle, geçmişiyle, işlediği suçlarla bir türlü yüzleşemeyen, bu konudaki beceriksizliğiyle akıllara durgunluk veren memleketimiz, bunu en sonunda bir romanda başarıyor. Birkaç iyi insan ve onlarla işbirliği yapan hayaletlerin de yardımıyla…
Bu hayalet meselesi çok mühim, romanı biraz da benim için yazılmış gibi bir hale getiriyor. Birkaç yıl önce Esin, Elsa, Mırf ve Arthur’la oturuyorduk. Bir ara “Bu memleketti kimse benim için şöyle şahane bir hayalet hikayesi yazmayacak, sen bile” dedim, abarttılı ama içinde epeyce samimiyet gizli bir kederle… Eh, okumayı hayal ettiğim hayalet romanını meğer Hamdi yazacakmış. Ama tabii unutmayalım, “Kimseye hayalet demek yok, zaten onlar da aslında hayalet değil”…
Gülenay Börekçi
“Tarihi yargılamak romancının işi değildir. Romancının işi, tarihi yargılamaktan kaçanları görmektir.”
Sanat denen şey seksten ibaretmiş; inanalım mı?
Sana teşekkür borçluyum Hamdi, yıllardır özlemini çektiğim hayalet hikayesini yazdın, bu bir bakıma senin Turn of the Screw’un… Veya ben tabiatım gereği onu biraz da öyle görmek istiyorum. Gerçi “kimseye hayalet demek yok, zaten onlar hayalet de değiller” diyor Mesut ve şu şahane “Ölülerin aklı” lafını tercih ediyor… Ölülerin aklı ne anlatıyor bize?
Bilmek istemediğimiz şeyleri. Nihayet bilmek zorunda olduğumuz şeyleri. Geçmişimizi gönlümüze göre ayıklayamayız. İyi hikayelerimiz kadar kötü hikayelerimiz de bizim. Onlar da bizi anlatıyor. Bizim bilincimiz izin vermezse, yarın başkasının vicdanı izin verir, çıkar o anlatır. Bazen bir hayalet olur bu, bazen bir yazar, bazen bir deli. Hikaye bir kez yazılmayagörsün, bir gün mutlaka anlatılır. Acı ölmez. Şimdiye kadar kimsenin acısı ilelebet gömülü kalmamıştır. Çünkü insanlık vicdan demektir.
Mesut hayaletlerin yardımıyla bir vahşet mezarlığını, ölüleri buluyor ama bununla ne yapacağını da bilemiyor. Normalde devlete haber vermesi lazım, çünkü işlenmiş bir suçu ihbar etmemek suç. Öte yandan, bu öyle bir suç ki esas bunu ihbar etmek suç… Söz konusu olan, aslında memleketin suçu olduğuna göre kendimizi topluca temizlemenin, aklamanın bir yolu kaldı mı sence?
Temizlemek, aklamak, bunlar büyük kelimeler, hatta muhtemelen imkansız fiiller. Ama hatırlamaya, anlatmaya başlamak iyi bir adım olabilir. Korku, utanç, bunlar uzun ömürlü, dayanıklı duygular değil. Hele faydalı duygular hiç değil. Geleceği istiyorsan hak edeceksin.
“Doğruları söyleyen kadınlar onlar. Biri ölümlüler dünyasının anlatıcısı, öbürü ölümsüzler dünyasının…”
Edebiyatımızın en güçlü kadınlarından birkaçı var Çıplak ve Yalnız’da. Önce onları soracağım… Bilhassa Yasemin muazzam bir karakter, okurken sahneleri hiç bitmesin, o hep daha çok konuşsun istedim. Nedir Yasemin’in olayı, hikayesi?
Yasemin benim için de fazlasıyla cazip bir kadın. Belki o yüzden onun hakkında kendimi biraz kontrol etmek, ekonomik davranmak zorunda kaldım. Bir aktrist, bir yıldız. Bizim gibi sıradan insanların dünyasına ait değil, dinleyişi farklı, konuşması farklı, sevgisi ve vazgeçişi farklı. Tepeden tırnağa ego ve içi kibirle dolu olduğu kadar sevecenlikle de dolu bir kadın. Hikayesi, çöken bir sosyal dünyanın son mensuplarından biri olmak.
“Sanat denen şey seksten ibaretmiş” diyor Yasemin. Ona inanalım mı?
O bunu yaşamış ve görmüşse, ki öyle anlaşılıyor, sözlerine kulak vermekte fayda var. Ama sanatın seksten ibaret olduğunu niçin genç, güzel, alımlı bir kadınken göremedi, anlamak için ille yaşlanması, fiziksel cazibesini kaybetmesi mi gerekiyordu, bunu da sormak lazım. Sormadım, gerçi.
“Okumak yazmak gibi ilahi bir işti. Okumak için önce bir şeyin yazılması gerekiyordu. Yazılması için de o şeyin, bir acının, bir pişmanlığın, bazen geriye dönük bir hayalin yazılabilecek hale gelmesi gerekiyordu. Kelimelere, hecelere, harflere bazen harf benzeri çizgilere dökülen hiçbir büyük duygu tamamlanması için geçmesi gereken zaman geçmeden yazılabilir hale gelmiyordu. Ancak unutmamayı, teselli edilmemeyi, acıdan kendini kaybetmemeyi başarabilecek kadar kararlı, dirayetli, çilekeş bir ruh bu hayata ulaşacak yazısını yazmayı tamamlayabilirdi. Huriye Hanım’ın yaptığı, işte bu nadir yazıları okumaktı.”
Bu alıntı bize Huriye’yi tanıttığın bölümden. Huriye tuhaf bir kadın, falcı değil ama “okumacı”, ölümsüzlerin dünyasıyla burası arasında bir nevi tercüman… Mesut Huriye’den yola çıkarak okumanın ilahi bir iş olduğunu anlatıyor ya, o bölüm unutulmaz bence. Yazmak ve okumak üzerine daha güzel bir şey okumadım…
Huriye’ye de aşağı yukarı Yasemin kadar yer ayırdım. Bunlar doğruları, gerçekleri söyleyen kadınlar. Biri ölümlüler dünyasının anlatıcısı, öbürü ölümsüzler dünyasının. O dirayet de bana erkeklerden çok kadınlarda olurmuş gibi geliyor.
“Bizde devlet değişmez; artık aşikar olan bu. Evet ya; bugünle romandaki günler arasındaki benzerlik iyice artmış. Polis sokakta, otoparkta, apartman merdiveninde çocukları sıkıştırıp dayak atıyor bazen hatta öldürüyor. Üstelik bunu yapanlar vakti zamanın mazlumları.”
“Bizde hükümet etmek demek eline sopayı almak demektir belki, yani ellerinde olmadan yapıyorlardır. Yüzük öyle emrediyordur…”
Çıplak ve Yalnız’ı yakın tarihimizin kirlenme hikayesi diye okudum aslında ama aynı zamanda galiba kahramanın Mesut Akarsu’nun da büyüme hikayesiydi… İlk sorum şu: Bu röportajı seninle değil de onunla yapsaydım ve “Haydi anlat bakalım” deseydim, bana neler söylerdi?
Bir şey söylememeye çalışırdı. İlk tepkisi, burada hava rutubetli, ben kaçayım, demek olurdu. Ama sonunda okuduğumuz romanı yazıyor, yaşı ilerleyince ve itiraf ediyor, korkacak birşeyi kalmayınca. “Bu yaşımda artık bana dayak atamazlar, işkence yapamazlar, ellerinde kalırım diye korkarlar” diyor. Ama büyümek kaybetmekten hep daha çok korkar olmak demek. Bizim memlekette ise bugün her zamankinden daha iyi görüyoruz, anında boğazına sarılıyorlar. Polis, olmadı vergi müfettişi, olmadı itibarsızlaştırma, işten attırma… Ezelden beri Türkiye’de en zor şey genç olmaktır.
1960’ı anlatıyorsun. İdamlara giden yolda Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun sıra dayağından geçirilmesi, o eli kolu bağlayan şüphe atmosferi, dinlenen telefonlar, askere “Anayasayı çiğnemeden başbakanı, vekilleri yargılayamazsınız” deyip yeni hukuk mefhumları icat eden hukukçu… O dönemle bugün arasındaki benzerliklerden bahseder misin?
Ben bu romanı yazmaya başladığım zaman telefon dinlemelerinden başka pek akla o zamanları getiren bir durum yoktu. Ya da belki vardı ama aşikâr değildi. Dört sene önce birçoğumuzda daha liberal bir ülkede yaşamak üzere olduğumuz hissi vardı. Asker cezalandırılınca asker tarzı hükmetme refleksleri, dayakçı devlet geleneği de bitecek sanıyorduk. Ama Mayıs sonunda bir sabah her şey altüst oldu. Bütün o iyi niyetli liberal hayallerin hayal olarak kalmaya mahkum olduklarını. Bizde devlet değişmez; artık aşikar olan bu. Evet ya; bugünle romandaki günler arasındaki benzerlik iyice artmış. Polis sokakta, otoparkta, apartman merdiveninde çocukları sıkıştırıp dayak atıyor bazen hatta öldürüyor. Üstelik bunu yapanlar vakti zamanın mazlumları. Bilmiyorum, belki bizde hükümet etmek demek eline sopayı almak demektir ve belki almamak mümkün değildir. Yani belki ellerinde olmadan yapıyorlardır. Yüzük öyle emrediyordur. Hukuk ise kendi başına bir hiçtir.
Hiçtir derken…
Hukuk tatbik edecek adam varsa hukuk olur. Hukuk da çünkü neticede yazıdan, metinden başka birşey değildir. Emre ya da ihtiyaca göre yeniden yazılır. Ha, vicdan dersen, hukukun temeli vicdandır dersen, Türkiye’de buna alacağın tüm karşılık uzun bir sessizliktir. Bu hükümete belki bize asker vesayeti denen şeyin, alternatifinden daha kötü birşey olmadığını gösterdiği için teşekkür etmemiz lazım. Hiç olmazsa ta İstiklal Mahkemeleri zamanından beri yıllardır aklımızda yaşattığımız faşizm semptomumuzun yanlış temeller üstünde oturduğunu görmüş olduk. 60 darbesini hala destekleyenlerin, o darbeyi “ihtilal” gibi seksi bir kelimeyle tarif edenlerin içi rahatlamış olmalı.
“Olanlar için üzgün. Ama pişman mı, biz esas onu öğrenmeyi istiyoruz”
Biliyor musun Hamdi, kahramanın Mesut gibi ben de bazen kaçıp uzaklara gideyim istiyorum. Gerçi sen romanda “İnsan bir yerden kaçmayı bu kadar çok isterse sonunda kalır” diyorsun ya; kalıyorum işte…
Kalıyoruz. Nasıl kalmayalım, hayatımız bu. Bu hayatı geçmişiyle de bugünüyle de üstlenmek zorundayız. Mesut gibiyiz. İstemiyoruz diyemiyoruz, çünkü aslında istiyoruz. Sadece gidecek yerimiz olmadığı için değil. Bütün geçmişimiz bizi bu hayata bağlıyor. Mesele bu hayata bizim bir şey katıp katamayacağımız. Hayatın bizim için başkaları tarafından önceden düzenlenmiş biçimini içimize sindirip sindiremeyeceğimizz. Sözün kısası ruhumuzu, hayal gücümüzü teslim almaya çalışan bir kuruma; devlete, geleneklere, mirasa teslim olup olmayacağımız.
Romanda içime oturan cümleler var. Mesela şu: “Dünyanın en tehlikeli adamı bildiği halde susan adamdır.”
Çünkü susmak ahlaksızlığa işaret eder. Çünkü korku gibi, hesapçılık, hainlik gibi en bayağı duyguları akla getirir. Romanda öyle bir durumu ima eden bir karakter var, inatçı da bir adam, muhtemelen bütün kötülüklerin bizzat şahidi olmuş ama bir türlü konuya girmeye yanaşmıyor. Olanlar için üzgün. Ama pişman mı, biz esas onu öğrenmeyi istiyoruz.
Peki ya şunun için ne diyeceksin? “Bir hukukçuda vicdan olmasa ne olur? Bir evladın babasında vicdan olmazsa ne olur; o evlat ne yapar?”
Bir hukukçuda vicdan olmazsa ne olur? Hiç, ne emredilirse onu yazar. Romanda da öyle oluyor. Çünkü 1960 yazında öyle oldu. Bir sürü hoca toplandılar, askere servis vermeye başladılar. Romandaki kayınpeder, Yasemin’in babası onlardan sadece biri. Sonra bazı daha küçük adamlar da servise katıldı ve Yassıada mahkemesini kurdular, işlettiler, sonuca ulaştırdılar. Tarihimizde başımıza gelen en büyük felaket darbeler değildir, Menderes’in idamı da değildir. Başımıza gelen en büyük felaket, en büyük ayıbımız Yassıada mahkemeleridir.
“Direnişteki o çocuklar bizim adımıza öldüler”
Çıplak ve Yalnız’ı Gezi Olayları sırasında ölen beş kişiye, Ali İsmail Korkmaz ve ölen diğer gençlere ithaf ettin. Olanların seni çok üzdüğünü biliyorum. Sırlarımıza yeni sırlar eklenmesin istiyor, o küçük ithafla bunu dile getiriyorsun sanki…
Unutmamak için, minnettarlığımızı ifade etmek için, hayatın devam ettiğini ama kimseyi arkada bırakmadığını göstermek için. O çocuklar bizim adımıza, bizim yerimize öldüler. Sen ya da ben de ölebilirdik, ama onlar öldüler. Hepsine bir hayat borçluyuz. Benim yaşımda artık, hele benim işini yapıyorsan, geçmiş ve gelecek üzerine düşünüyorsan, iyi bir insanın iyi bir fikir gibi ilelebet yaşayabileceğini anlamış oluyorsun. Tabii hiçbir şey varlıklarının yerini tutamaz. Ama o çocuklar artık benim dünyamın ölümsüzleri. Şimdilik elimden gelen buydu. Sonra, gün gelecek, onları öldürenler de aslında kendilerini, kendi geleceklerini öldürdüklerini görecekler. Ne kaybettiklerini bir gün onlar da anlayacaklar. Elli sene sonra birileri dönüp bu çocukları kim öldürdü diye sorduğu zaman.
Mesut’un ve Hamdi’nin işi zor: “O tatlı koru” mu yoksa yazarlık denen ve hiç de akıllı adam işi olmayan bu iş mi?
“Yazı yazmak akıllı adam işi değil, ceviz ağacı diksen beş senede meyve alır, satarsın, bir de içinde tatlı yürüyüşler yapacak rüya gibi bir korun olur” diyor ya Mesut, yaptığın işe dair bir kinaye var sanki bu cümlelerde. Neden o tatlı koruyu değil de bu akıllı adam işi olmayan işi seçtin?
Eh, var, doğru. Çünkü yazmak en dünyanın belki en zor işi değildir ama eminim dünyanın en yalnız yapılan işi. İçinde ilerledikçe üstelik yalnızlık isteği daha da artıyor. Sonunda ödülü büyük olabilir de olmayabilir de, ama süreç ızdıraplı bir süreç. Mesut tutkulu bir yazar değil, o yüzden ona iyice sıkıntılı geliyor. Ben biraz daha şanslıyım. Hem ondan daha gencim şimdilik, hem de tembelliğimden bir şikayetim yok.
Mesut Akarsu’nun sevdiği romanlar
Yusuf Atılgan’ın ve Gabrielle d’Annunzio’nun, Aylak Adam ve Ölümün Zaferi’nin, Mesut için olduğu kadar senin için de anlamı var mı?
Sevdiğim romanlar. Çıplak ve Yalnız’da, Mesut’un iç dünyasında aşk hakkında da insana birşeyler söylediği, önüne inandırıcı örnekler koyduğu için ayrıca anlamlı. Aşkı yaşamanın bir sürü yolu var. İnsan aşık olunca aşkı da kendini de daha iyi anlamak istiyor. Romanlar her zaman daha iyi anlamaya yardımcı olur.
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
bu vatandaşı freud’a teslim etmeli:) sevgiyle.