Egoist okur

Neslihan Acu: “100 bin takipçi seni gerçek bir arkadaş kadar anlayamaz”

Genç yetişkinler için yazılan ve ON8 etiketiyle yayınlanan “Z Yalnızlığı” adlı kitabın yaratıcısı Neslihan Acu ile günümüz gençlerinin sorunlarını, sırtlarında taşıdıkları kendilerinden ağır yükleri ve bu yetmiyormuş gibi kalp sızlatan bir biçimde yalnız bırakılışlarını konuştuk, suçluları bulup masaya yatırdık. Acu’ya göre eğitim sisteminin olumsuzluğu söz konusuysa, gelmiş geçmiş tüm iktidarlar suçlu. Ama aydınımız, “entelimiz” de suçlu… Neden? Okuyalım…

Neslihan Acu: “Severek okuduğum her kitabı ciddiye aldım”

neslihan-acu-egoistokur-gunisigi-z-yalnizligi

Neslihan Acu: “100 bin takipçi seni gerçek bir arkadaş kadar anlayamaz”

Bir romancı olarak genç yetişkin kitaplarını önemsediğini biliyorum. Oysa belli birkaç yayınevi dışında genç yetişkinlere yönelik kitap yayınlayan bizde pek yok gibi…

Aslında bu türden çok roman çevriliyor ama ‘genç-yetişkin’ diye etiketlenmedikleri için arada kaynıyorlar. “Z Yalnızlığı”nı yayınlayan ON8 ise sadece genç yetişkin romanları basan bir yayınevi ve çok iyi seçimler sunuyor.

Sen nasıl karar verdin böyle bir roman yazmaya?

Her şeyden önce, bu türün iyi bir okuruyum. Gençleri seviyorum ve yaşım ilerledikçe onları daha iyi anladığımı hissediyorum. Gençlik, dünyaya doğrudan baktığımız, bu yüzden gözlerimizin yandığı, nefesimizin kesildiği, her türlü yaralanmaya müsait olduğumuz bir dönem. En yalansız dolansız çağımız. Öte yandan bizim ülke gençliği iyice bahtsız, dolayısıyla onlara dair yazacak şey de çok. Genç olmanın olağan acılarının üstüne, korkunç bir eğitim sisteminin, sevgisizliğin, evde ya da sokakta sıkıntıları ekleniyor. Gençlerin mutsuzluktan ölmesi kadar korkunç bir şey yok. Genç edebiyatını işte bu nedenlerle de çok önemsiyorum.

Hadiseli bir ülkede yaşıyoruz ama olanlar çocuk ve genç kitaplarına yansımıyor. Korumaya mı çalışıyoruz gençleri? Gelecekte başlarına geleceklerden habersiz yaşasınlar mı istiyoruz, yoksa sansür korkusu bizi oto-sansüre mi sevk ediyor?

Aslında bu alanda müthiş çeviri romanlar yayınlandı. Ensest, aile içi şiddet, yalnızlık, iletişimsizlik, eşcinsellik, tecavüz gibi konuları cesaret ve dürüstlükle ele alıyorlardı. Bizim yazarlar konusunda ise haklısın.

Neler yazılmalı sence?

Aslında şöyle… Türkiye karanlık bir dönemden geçiyor. İstismar, baskı, şiddet, tecavüz, çocuk yaşta evlendirilmek ya da çalıştırılmak, uyuşturucu; ne ararsan var… Gelir seviyesi yüksek ailelerin çocukları da mutlu değil. Tüketim girdabında boğuluyor; duygusuz, sorumsuz, vicdansız bireyler haline geliyorlar. “Para”nın her şeye ilaç sanıldığı, rekabete dayalı yaşam tarzının bir sonucu bu. Eh, herkesin birbirine düşman olduğu, iyi şeyler üretmenin umursanmadığı bir ortamda iyi edebiyat da çıkmıyor. Ortalığı vitrini bol, içi boş işler sarmış durumda. Fakat sorunun asıl cevabı ne, biliyor musun; iyi gençlik romanlarının çıkması için, gençlerin “çatır çatır” yaşayabilmesi, hayatı her yönüyle deneyimlemesi gerek. Oysa gençler bu ülkede testlerden, sınavlardan kafalarını kaldıramıyor, kâbus gibi okul yıllarının da etkisiyle erken yaşlanıyorlar…

“100 bin takipçi seni gerçek bir arkadaş kadar anlayamaz”

Büyümek, kozadan çıkmak bence her yerde, her dönemde acılı bir şey; zor. Hem deli gibi hayata karışmak istiyorsun hem de ne olduğunu tam kestiremediğin bir şey seni kabuğunda kalmaya zorluyor. “Z Yalnızlığı”nı bu açıdan anlatır mısın?

Romanımın kahramanı Serap, fazlaca duyarlı bir kız. En yakın arkadaşı sınav stresi yüzünden intihar etmiş, onu unutamıyor. Sağlıklı bir aile ortamı yok, okul ortamı da berbat. Sevgisizlik ve rekabetin ortasında kısılıp kalmış; yolunu sezgileriyle buluyor. Karşısına çıkan iyi insanlara da midye gibi yapışıyor. Bir de kitaplara, filmlere sığınıyor. Ailesi parasız olduğundan, insanların ancak satın aldıklarıyla var olabildiği bu tüketim dünyası, ona kendini “bir hiç gibi” hissettiriyor. Tek amacı, mutlu olmak!

Bir de “gerçek” bir arkadaşı olsun istiyor. Gerçek arkadaş kimdir diye sorayım sana. İnsanın hayatında neyin eksikliği giderir, hangi kırıkları onarır.

Serap zevk aldığı şeyleri konuşacağı, paylaşacağı birisi olmadığında kendini eksik hissediyor. Kendilerini sosyal medyadaki takipçi sayısıyla tanımlayan günümüz gençleri, sahici arkadaşlıklar da kuramıyorlar. Mutsuzluklarının bir nedeni bu… İnsan, beğenilmek, takdir edilmek ister ama anlaşılmayı daha çok ister. Ve 100 bin takipçi bile, seni gerçek bir arkadaş kadar anlayamaz.

Yetişkinlerin de böyle bir sorunu yok mu? Biz de birbirimize güvenmekte, yüreğimizi açmakta zorlanıyoruz…

Hem de nasıl var! Hasarlı gençlik dönemi yaşamış olanlar, sonradan kendilerini tümüyle korumaya alıyorlar. Geçmişte çok fazla acı çektikleri için, artık kimse onlara ilişmesin istiyorlar. Bu nedenle kalpleri küfleniyor, bir nevi zombiye dönüşüyorlar. Ama benim gibiler de var; acı çekmiş olsalar bile insanlardan korkmamayı seçen, onları anlamaya çalışanlar. Ben bu yüzden yazar oldum. Sonuçta hepimizde büyük bir “kötülük” potansiyeli var. Öte yandan, çok büyük bir iyilik potansiyelimiz de var. Çocukları eğitmek değil öğütmek için dizayn edilmiş okullar, şiddete başvuran aileler, sevgisiz yetişkinler çocukların içinde iyi ne varsa öldürmeye çalışıyor. Evet, kendileri hayatı ıskalamış, bozuk para gibi harcamış olabilir ama gençler için hâlâ umut var.

“Eğitim sistemi 40 yıl önce de kötüydü, bugün de berbat”

Hayatta insana esas gereken şeylerin okullarda asla öğretilmediğini anlatan bir yazı yazmıştım bir keresinde. Sen de okulda öğretmedikleri şeyleri aslında birbirimizden öğrendiğimizi söylüyorsun. Bir birey olarak yola çıktığında neyi bilmek isterdin?

Yaşamanın “büyüleyici” bir deneyim olduğunu bilmek. Biz çok korkutulduk. “Yüreğimizin sesine” kulak tıkamamız ve hep bir kurallar silsilesine uymamız istendi bizden. Liseyi birincilikle bitirmiştim ama zırcahildim. En zorlu kimya formüllerinin içinden çıkabiliyordum ama günlük hayatta tam bir eblehtim. O yüzden okullarda hayata dair şeyler de öğretilsin isterdim. İlkyardım mesela ya da toprağa bir şey ekip biçmek… Dünyayla ve diğer canlılarla doğru iletişim kurmayı, saygı duymayı, anlamayı keşke daha önce öğrenebilseydim. Bunları sonradan el yordamıyla öğrendik; kitaplardan, filmlerden, arkadaşlardan… Neyse ki asi bir yaradılışım vardı.

Bence bazı şeyler iyi ki okulda öğretilmiyor, çünkü o zaman onları da yanlış öğrenirdik belki…

Haklısın. Öğretmek, öğrenmek özgür süreçler olmalı, dayatma içermemeli. Bizdeki eğitim sistemi 40 yıl önce de kötüydü, bugün de kötü. Sadece şekli farklılaştı.

Ben de tam bunu soracaktım. Cumhuriyet’in ilk dönemleriyle bugünü eğitim anlamında karşılaştırırsan, ne söylersin, nerelerde hata yapıldı?

40 yıl önce laik ama özgürlük içermeyen, katı bir sistem vardı. Askeri okulda okuyormuşuz gibi sürekli “Hazır ol, rahat!” komutları duyardık. Öğretmenler ürkünç bir disiplinden yanaydı; tartışmak, fikirleri sansürsüz ortaya sermek mümkün değildi. Yerdin tokadı, soluğu disiplinde alırdın. Tarih, coğrafya, edebiyat, hepsi “resmi versiyon”du, gerçekle ilgisi yoktu. Sistem ezbere dayalıydı. Şimdi de dini eğitim gelip çöktü. Bir de eğitim bir ticaret mevzusu gibi görülüyor, her taraf özel okul dolu! Pahalı ama kötü okullar. Devlet okulları ise Allah’a emanet! Dediğim gibi, tümüyle çağdışı, yararsız, faydasız bir sistem!

“Çöküş, Köy Enstitüleri’ni terk etmemizle başladı”

Başta konuştuğumuz meseleye dönersek; gerçek arkadaş bir kitap da olabilir mi? Yani genç bir insan aslında hiç de yalnız olmadığını bir kitaptan öğrenebilir ve onun sayesinde büyüyebilir mi?

Kesinlikle. Ben mesela çok şanslı bir çocuktum, ilk okuduğum roman Mark Twain’in “Huckleberry Finn”iydi. Hayatta ne öğrendiysem, kitaplarla filmlerden öğrendim. Çok kitap okuduğunda hayata farklı bakar, insanlara farklı yaklaşırsın. Empati duygun gelişir, daha anlayışlı, cesur olursun. Ve bu da insanı kaçınılmaz olarak daha fazla “yaşamaya” iter. Bizde insan ya beceriksiz bir kitap kurdu olur ya da kurnaz bir hayat insanı haline gelir şeklinde bir yanılgı var; çok okuyan aşağılanıyor. Oysa hem kitaplarla dost olup hem de hayatın üstesinden gayet güzel gelebilmek mümkün. Bizdeki en sakat düşüncelerden biri de iyi filmlerin, iyi müziklerin, iyi kitapların sadece yüksek gelir grubundan, pahalı eğitim almış insanların hakkı sayılması.

Hep mi böyleydi?

Bu ülkenin en büyük kaybı, Köy Enstitüleri denen modeli terk etmiş olmaktır. Çöküş o zamanlardan başladı. Köy Enstitülerinden mezun birçok insanla tanıştım ben geçmiş yıllarda. İleri yaşlarına rağmen canlı, genç ruhlu, neşeli, yaratıcı, ellerinden her iş gelen insanlardı. Matematik de biliyorlardı, toprağı ekip biçmeyi de. Keman da çalıyorlardı, yemek de pişirebiliyorlardı. Dünyanın yaşanası ülkelerinde sistem budur. Çocuklara çok yönlü bir eğitim verilir, çocuğun neşesi, hayat sevinci yok edilmez. Köy Enstitüleri modeli modernleştirerek günümüze kadar sürdürülebilseydi, bugün bambaşka bir hayatımız olurdu; organik tarım, deniz ürünleri, turizm konularında dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline gelirdik. Kimin suçu dersen… Bu konuda gelmiş geçmiş tüm iktidarlar suçlu bana sorarsan. Aydınımız, entelimiz de suçlu. Lafa “eğitim” diye başlayacak olsan hemen kaçarlar yanından. Nefret ederler böyle “banal” konulardan, çünkü “Parayı bastırdığımda çocuğumu yollayabileceğim şahane okullar var nasılsa; gerisinden bana ne?” diye düşünürler. Tam bir sömürgeci aydını kafası… Bu günlere de zaten böyle geldik; uyduruk siyasetçiler, kibirli ve bencil aydınlar, tüketim manyağı yapılmış insanlarla. Nasıl düzelir, bilmiyorum. Biz göremeyiz, o kesin

Neslihan Acu ile Z şifreleri

Yalnızlık: Sevilmemek, anlaşılamamak. Sevememek, anlayamamak. Bağ kuramamak.
Tüketim: Modern çağın dini. Tapınakları da AVM’ler. Daha çok tüketenin daha çok insan sayıldığı acımasız bir düzen.
Yaratıcılık: İçinde taşıdığın cevherleri gün ışığına çıkarmak… Ruhuna kazı yapmak. Bir şeyi başkalarının dikte ettiği şekilde değil, içinden geldiği gibi yapmak. Herkesin gittiği yollardan değil, başka yollardan yürümek. Yol yoksa, yeni yol açmak.
Arkadaşlık: Paylaşmak. Birlikte sevinmek ve üzülmek… Sohbet etmek. Sıcaklık.
Aşk: Delilik hali. Ölüm korkusunu bastıran tek şey…
Uyumsuzluk: Kurallara uyma güçlüğü çekmek, öte yandan kendi kurallarını koyacak kadar güçlü olamamak ve dolayısıyla kapana kısılmış bir halde, doğru düzgün ilişkiler kuramadan yaşamaya debelenmek.
Sosyal medya: Yalan dolan. Sahte dünyalar. İmajlar âlemi.
Mutluluk: Sevildiğini, anlaşıldığını, sevdiğini, anladığını hissettiğin o an.

Z Kuşağı’nın anatomisi

Kim bu Z Kuşağı dediğimiz gençler, nelere ihtiyaç duyuyor, neleri önemsiyorlar? Bizden, yani çocukluklarını 80’lerde yaşamış X Kuşağı’ndan farkları ne?

Bu kuşak meseleleri Gezi olayları sırasında gündeme geldi. İlk kez orada gördüğümüz Y Kuşağı gençleri bizden farklı olarak aileleriyle yakın olabiliyorlar. Bir de aynı anda hem özgür olmak hem de rahat etmek istedikleri için özgürlük uğruna türlü çeşit acıya katlanmaya razı gelmiyor ve ailelerinin sahip olduğu olanakları sonuna kadar kullanıyorlar. Z Kuşağı ise onlardan bir sonrakiler, yani 2000 ve sonrasında doğanlar. Teknolojinin çocukları.

Onları nasıl anlatırsın?

Aynı anda birçok şeyle uğraşmaya alıştıkları için, hiçbir konuya tam odaklanamıyorlar. Aynı anda bir sürü cihazı kullanıp çok yaygın iletişim ağları kurabiliyorlar ama normal iletişim konusunda zayıflar, yüz yüze sohbet edemiyorlar. Çok yalnız ve mutsuzlar bir de. İyi bir dünyada yaşamak istiyorlar ama bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments