Egoist okur

“Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”

“‘Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’da Semih Gümüş, bir eleştirmen olarak değil tabii ama bir yazar olarak, roman gibi bir romanın nasıl yazılabileceğini büyük bir ustalıkla göstermiş. Kullandığı edebiyat tekniklerini genişçe tartışanlar çıkacaktır. Biz şu kadarını söyleyelim: Doğayı, doğamızı, içerdiği şiddet ve vahşete rağmen doğal olandaki iyiye evrilme eğilimini gösteren bu roman, aynı zamanda roman dediğimiz türün hakiki, has doğasını da gözler önüne seriyor.”

Sık rastlanacak şey değil; yılların eleştirmeni, ayrıca Notos Dergi ile Notos Kitap’ın Yayın Yönetmeni Semih Gümüş, bu kez Can Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”la okur karşısında. Okumak için sabırsızlandığım bu romanı Egoist Okur için Tolga Meriç yazdı…

semih gumus can yayınlari tolga meric egoist okur

Sinan “Karış karış bildiğim bu yoldan kaçıncı gidişim, çukurları, tümsekleri, sanki ben gidip geldikçe güzelleşiyor bu eski yol,” diyor romanın başlarında. 

Yeni acıların romanı

Semih Gümüş’ün roman yazması edebiyat medyasının kayıtsız kalamayacağı bir olaydı elbette. Yanlış da olsa eleştirmenliğini öne çıkararak sorulan sorularsa ilk etapta kaçınılmazdı herhalde. Semih Gümüş, “roman nasıl yazılırmış göstermek” gibi bir derdinin olamayacağını, yazarlığını en başından beri eleştirmenliğinin önünde tuttuğunu hatırlatarak açıkladı. Bu ayrıca konuşulması gereken, çok uçlu, önemli bir edebi tavır ama biz şimdi bu hatırlatmanın önümüzü sadece romana bakmak üzere açmasıyla yetinelim.

Her şeyden önce, şunu saptamakta fayda var: “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”, “doğa dışı bir varlık haline gelmiş olan” çağımız insanın yeni acısının romanı. Çok uzun zamandır anlatılmayı bekleyen, artık usancımıza, utancımıza, ayıbımıza, gizli ırkımıza, suçumuza ve çaresizliğimize dönüşmüş olan, bizi kendimize ve birbirimize düşman eden, canımızı yaktıkça yakan bu acının hakkından ancak edebiyat gelebilirdi. Bilip bilmeden çektiğimiz bu sinsi acının doğadan kopmamızla birlikte başladığını ve sonunda bizi neyin nesine dönüştürdüğünü gösterip halimize gözyaşı döktürterek.

Semih Gümüş’ün romanı, işte en çok bunu yapıyor. İnsanı değiştirip çürütmüş ve edebiyat tarafından henüz anlatılamamış bu yeni acıya bakıyor. İnsanın bundan böyle ancak bu acıdan da bakıldığı zaman edebiyatta ve hayatta eksiksiz biçimde anlaşılıp anlatılabileceğini gösteriyor.

Roman, Sinan’ın bir deniz kıyısında, köyden uzak bir kır evine yerleşmek üzere yola çıkışıyla başlıyor. Yeni acımızın günün birinde hepimize kurdurttuğu, şifa bulmak için doğanın koynuna yerleşme düşünü, gerçek bir maceraya dönüştürmek üzere açılıyor yani roman.

Sinan’ın, okuru son derece tedirgin edecek başka bir acısı daha var. Yakın geçmişte, kendi ayağıyla gidip tıkıldığı hücrede, işkenceci polislerin elinde, insan doğasının barındırdığı bozulma potansiyeliyle tanışmıştır. Başı eğilip duvarlara dayandırılarak copla ve fiziki temasla uğradığı tecavüz ve tacizler, içinde kapanmaz bir yara açmakla kalmamış, benliğinde okuru allak bullak edecek lanetli bir alanın da açılmasına neden olmuştur.

Açıkçası, o tekinsiz alanı tarif etmek hem çok güç, hem de bunu yapmaya çalışmak romanı haksız yere kısıtlar. Fakat şu kadarı söylenebilir: Yaşadığı ve taşıdığı acı, edebiyatımızda daha önce rastlamadığım biçimde, Sinan’ı acısının erotik nesnesine dönüştürüyor. Akıllardan çıkmayacak bir ayna sahnesinde, kır evinde tek başına yaşarken artık, çırılçıplak haline bakıyor ve işkenceciler için acı verme aracına dönüştürülmüş olan penisine, okura kışkırtıcı bir ihlal etme çağırısı çıkarırcasına eziyet ediyor. Sinan acıtılabileceğini pervasızca kabullenmiş erotik bir nesneye ve kendi acısının malına dönüştüğünde, okur da, pekâlâ onun despotuna ya da işkencecisine dönüşebileceğini sezip sarsılıyor. Hatta romandaki polislerin yerine de geçiyor, hazzın akıl almaz karanlıktaki sınırsızlığında.

Okuru, roman boyunca kendi karanlığına çekip sarsansa, elbette, Semih Gümüş’ün romancılık anlayışı. Çünkü Semih Gümüş, anlatan ya da aktaran değil, gösteren ve yaşatan yazarlardan. Bir romanda bu kadar mı güzel yemekler yapılır, bu kadar mı güzel içkiler içilip sigara dumanları savrulur, diye düşündüğünüzde, verandalarda otururken, tavandaki kirişlere bakarken, muhteşem doğa deneyimlerinden geçerken, ötücü kuşları dinlerken, yılanlardan tedirgin olurken, kayısıların tadını çekirdekleriyle birlikte alırken, böceklerin kabuklarının nasıl kavrulduğunu görürken, ağaçlar sayesinde doğmuş olabileceğinize inanırken, romandaki adaya ya da dibine vurmuş gölgesiyle yürek yakan başıboş bir kayığa uzun uzun bakarken, âşık olduğu kadınla sevişmeye çabaladığında “Acımaz benim canım, ne yapılacaksa sen yap bana,” diyen Sinan’a ağlarken, dahası, neredeyse Sinan’a ve diğer roman kişilerine seslendi seslenecekken, onlarla konuşup onlarla yaşayıp gidecekken yakalıyorsunuz kendinizi.

Doğaya yeniden dâhil olma çabasındaki insanın, kendi doğası gereği insansız ve aşksız da yapamayacağını görüyoruz romanda. Sinan’ın kendisi gibi bir kır evine yerleşmiş olan Mina’ya duyacağı aşk, edebiyatımızda ender olarak inanabileceğimiz aşklardan biri. Çünkü doğaya karışıp insan doğasının sırlarıyla bütünlenen aşk, kendi doğasını da söylemeye başlıyor romanda. Ayrılık acısına ya da bitip gitmiş bir aşkın anısına inanmak, bunları aşkın kendisi sanmak çok kolaydır da, romanın şimdiki zamanında başlayıp gelişen bir aşka inanmak bayağı bir zordur edebiyatta. Burada, Gümüş’ün, erkeği ve kadını birbirine eş bir başarıyla yaşatabildiği, Mina’nın da tıpkı Sinan gibi unutulmaz roman kişileri arasına gireceği ayrıca belirtilmeli. Doğanın görkemiyle kuşatılmış yatak odalarında bir kadınla erkeğin neler yaşayabileceğine dair romanın ulaştığı uçlar da, aynı şekilde, hafızalardan silinecek gibi değil.

semih gumus can yayınlari tolga meric egoist okur 1

Sinan’ın acısından kurtulmak için doğadan ve aşktan başka sığındığı bir alan daha var. O da edebiyat. Sinan, kır evine yerleşirken, yaşadıklarını edebiyata geçirerek de iyileşmeyi ummaktadır. Bu umudunun nasıl sonuçlandığını görmeyi okura bırakıp biz artık yazının başına dönelim.

Semih Gümüş, bir eleştirmen olarak değil tabii ama bir yazar olarak, roman gibi bir romanın nasıl yazılabileceğini büyük bir ustalıkla göstermiş “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz”da. Kullandığı edebiyat tekniklerini genişçe tartışanlar çıkacaktır nasılsa. Biz burada şu kadarını söyleyelim: Böylesine kısa bir yazıya sığanlar bile, romanın mesele edindiklerinin öyle kolay kolay, bir çırpıda yazılamayacağını göstermeye yetmiştir. Doğayı, doğamızı, içerdiği şiddet ve vahşete rağmen doğal olandaki iyiye evrilme eğilimini gösteren bu roman, aynı zamanda roman dediğimiz türün hakiki, has doğasını da gözler önüne seriyor. Bir yazarın her yıl bir roman yazamayacağını birkaç kez söylemiş olan Semih Gümüş, iki buçuk yılda bitirmiş romanını. Fabrikasyona, konfeksiyona, şipşakçılığa hep karşı olmuş bir yazar, tohumlanmasından tutun da olup çatlamasına kadar, talep ettiği bütün zamanı sabırla vermiş romanına. Altı ayda pıtrak gibi bitivermediği için hormonsuz, anlatmak yerine gösterip yaşattığı için genetiği değiştirilmemiş ve özgünlüğüyle katkı maddesiz, doğal bir roman dokumuş.

Sinan “Karış karış bildiğim bu yoldan kaçıncı gidişim, çukurları, tümsekleri, sanki ben gidip geldikçe güzelleşiyor bu eski yol,” diyor romanın başlarında. “Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz” da, roman gibi bir roman olduğundan uzun yıllara dayanacak, biz onu dönüp dönüp okudukça daha da güzelleşecek.

Tolga Meriç

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments