Murat Gülsoy’la TANPINAR ve bizi rahat ettirmeyen öteki yazarları konuştuk
Öykücü, romancı Murat Gülsoy, okura yazar olma cesareti vermeyi denediği Büyübozumu adlı kitabının ardından deneme türündeki ikinci kitabı 602 Gece’yi yayımlamıştı. Gülsoy bu kitabında okuruyla edebiyatta zevk aldığı konuları ve onu heyecanlandıran yapıtlar üzerine düşündüklerini paylaşıyordu.
Aradan birkaç yıl geçti. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Penguin Classics tarafından İngilizce olarak yayınlanmasının verdiği heyecanla içinde bolca Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk geçen o röportajı hatırladım ve onu Egoist Okur takipçilerinin de mutlaka okuması gerektiğini fark ettim. Kendi içine doğru genişleyen resimler, sonsuzluğa doğru düşme hissi veren hikâyeler, roman kahramanı olduğunun farkında olan karakterler, kendinin aynası olan metinler… Tüm bunlar üzerine düşünürken bir yandan da modernizm ve postmodernizm gibi sürekli kullanılan ama iyi tanımlanmayan kavramların içini doldurmaya çalıştığını söylüyordu Murat Gülsoy 602. Gece’ye dair sorularımı cevaplarken.
Aşağıda okuyacaksınız zaten ama kitabın adının niçin 602′ Gece olduğunu merak eden okurlara da bir notum var: Jorge Luis Borges, Binbir Gece Masalları’nın 602. gecesinde Şehrazat’ın kendi masalını anlatmasıyla metnin kendi üzerine kapanarak sonsuz bir döngü oluşturmasından söz ediyormuş; Gülsoy’un kitabı da adını buradan almış.
TANPINAR ve bizi rahat ettirmeyen öteki yazarlar…
Modernizmi bir bireyleşme, özgürleşme biçimi olarak tarif ediyorsunuz. Bu bireyleşme ve özgürleşmenin bizim edebiyatımızdaki yansımaları nasıl oldu?
Temel insani amaçlardan olan özgürlük aynı zamanda gerçek sanata içkin bir kavramdır. Yani sanatın olmazsa olmazıdır. Eğer özgürleştirmiyorsa, mevcut esareti pekiştiriyorsa, sorgulatmıyorsa, hatta tam tersine belli bir dünya görüşünün propaganda aracı olarak işlev yükleniyorsa gerçek sanat değildir. Yüksek bir zanaat ürünü olabilir, emek harcanmış olabilir, çok eğlenceli ve kolay tüketilebilir ama bunlar, sonucu değiştirmez. Bizim edebiyatımızda ciddi bir modernist kanalın olduğunu biliyoruz. Öte yandan bunun karşısında olan akımlar da oldu. Modernist sanat ve edebiyatla insanların ilişkisine bakınca, evet, yığınları oluşturmasa da çok ciddi bir modernist okurun olduğunu söyleyebilirim. Ama zaten modernist sanat insanları yığınlara dönüştürmenin karşısında yer alır.
Açarsanız…
Dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de mevcut düzenin en iyisi olduğunu anlatan kitaplar kolay tüketilir formlarda kitlelere pazarlanıyor. Kitleler de tüketim kültürünün bildik refleksleriyle bu tür kitapları tüketirken, aslında kendi zihinlerindeki çıkışsızlığın pekiştirilmekte olduğunu fark etmiyor. Yadırganacak bir durum yok, kapitalizmin ruhu böyle bir şeydir…
Tanpınar Osmanlı hayranı bir romantik mi, yoksa iflah olmaz bir batıcı mıydı?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı hikâyesini çözümlerken olmayan bir sevgiliyi kovalama çabasıyla yitip gitmiş bir geçmişin peşine düşme çabasının yer değiştirdiğini görüyoruz. Batıcıların Osmanlı hayranı bir romantik diye ötelediği, milliyetçilerin ise Batıcılıkla suçladığı Tanpınar’ın evsiz barksız kalmışlığı bu ülkenin kültürel dokusuna sinmiş bir evsiz barksızlıktır denebilir mi?
Tanpınar da Oğuz Atay da, Orhan Pamuk da iki dünya arasında sıkışıp kalmış yazarlardır. Aslında bu bizim gibi Batılılaşmayı dışlaştırıcı bir süreç olarak yaşayan ülke aydınlarının tümü için geçerli bir önermedir. Evrenselciliğin eleştirisi yerel unsurların yüceltilmesiyle başlayıp yeni milliyetçilikle sonlanan bir süreç olarak yaşandı dünyada… Tüm dünyada insanların dünyayı ve hayatı anlamak için kullandıkları entelektüel araçlar Batıda üretilmiş oldukları için bir yabancılaşma söz konusu. Eşitsiz gelişmenin yarattığı farklar en çok da aydınların, sanatçıların toplum dışında itilmesine neden olur. İnsan kendi kültüründe bir sürgüne dönüşebilir. Ama aslında bu yine avangard sanatçı için Batı’da da böyledir. Sanatçı her zaman içinde bulunduğu topluma ve yaşayışına mesafe alır, yabancılaşır ve bu olumsuz bir durum da değildir. O yüzden evsizlik, yersizlik, yurtsuzluk artık ne derseniz deyin sanatçı olmanın doğasında vardır.
Yapıtlarında okuru yazarla ve içinde var oldukları toplumla özdeşleştirerek onlardan bir ‘biz’ yaratma çabası içinde olan Tanpınar’la ‘biz’ kavramıyla hep güreşen Atay’ı buluşturan nedir? Onları ve Pamuk’u okurken kendimizle, zamanımızla, yaşadığımız yerle ilgili neye tanık oluyoruz?
Her üç yazar da ‘biz’ kavramıyla boğuşur. Her üçünün roman karakterleri bir ‘biz’in parçası olamamanın, dışarıda kalmanın hüznünü, acısını, azabını yaşarlar. Ama bir yandan da bu gönüllü bir sürgün olmanın ötesinde bir yazgıdır. O yazarları okuduğunuzda içiniz rahat etmez, ferahlamazsınız, dünyaya ilişkin düşünceleriniz netleşmez tam tersi karışmaya başlar. Cevaplarınızdan kuşku duymaya başlarsınız. Gerçek sanat duyularımızı etkilemek yoluyla zihnimizde gerçekliğe dair sorular yaratır. Her üç yazar da yapıtlarında bunu yapar.
Modern edebiyatımızın önemli köşetaşları olmaları açısından Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’u ve okur tarafından alımlanışlarını karşılaştırır mısınız?
Bu artık edebiyat sosyolojisinin alanına giren bir soru. Elimde okurların ne düşündüğüne dair veriler yok. Ancak eleştirmen ve diğer yazarların yazdıklarına bakarak konuşabilirim. Tanpınar, evet romantik, nostaljik bir yazar olarak algılandı; eserlerini yayımladığı dönemlerde çıkan eleştirilerde ise hastalıklı, güçsüz kahramanlarının başından geçen mutsuz hikayeler yazdığını söyleyenler vardı ya da toplumsal hiciv yaptığını. Oğuz Atay, yaşadığı dönemde ‘insansız edebiyat’ yapmakla eleştirildi: eserlerinde ‘gerçek insanlar’ olmadığı söylenegeldi; oyunlara ve aşırı gevezeliklere boğulmuş yapıtlar üreten yazarlığa heves etmiş zeki bir mühendis olarak algılandı. Pamuk’un durumu daha farklı, ilk yapıtıyla realist edebiyatın önemli yazarı olarak selamlandı ancak daha sonra giriştiği -bence- deneysel romanlarıyla kıyasıya eleştirildi. Bana kalırsa üç yazar üzerine de daha çok çalışılması gerekiyor. Hep olumsuz bakış açılarını söyledim, elbette her üç yazarı da çok doğru olarak algılayanlar da oldu, çok iyi analizler de ortaya konuldu; zaten onlara 602. Gece’de değiniyorum. Bana kalırsa Tanpınar, Atay ve Pamuk modern edebiyatın söylem kırıcı özelliğini tüm yapıtlarında barındıran son derece önemli yazarlarımızdır.
Tanpınar’ın, Atay’ın ve Pamuk’un yalnızlığı
Günlüklerini okurken Tanpınar’ın da, Atay’ın da hayatlarını derin bir yalnızlık ve anlaşılamama ıstırabıyla geçirdiklerine, parasızlık, aşksızlık ve hastalıklarla boğuştuklarına tanık oluyoruz. Neyin yalnızlığıydı bu? Dünyanın okuduğu ve ödüllendirdiği bir yazar olan Orhan Pamuk’da bu yalnızlık nasıl tezahür ediyor?
Evet Orhan Pamuk aldığı ödüllerle diğer ikisinden ayrılıyor. Bence Atay ve Tanpınar da yaşadıkları dönemde Batı dillerine çevrilebilselerdi onlar da ödüllendirilirler, yaşamları daha farklı gelişebilirdi. Edebiyatın küreselleşme hızına dair bir durumun sonuçları bunlar. Ama daha önceki bir sorunuzla birleştirerek yeniden yanıt vermek isterim: Söz konusu olan yazarın, yazdığı dilde insanların onu ‘doğru’ okumalarıysa her üçü de farklı durumda değil. Kitapların çok satılıyor olması hatta çok okunuyor olması o yazarların gerçekten anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Tanpınar üzerine çalıştığını söyleyen ama baştan sona Tanpınar’ı yanlış okumuş akademisyen gördüm ben. Mesele tanınmak değil… Yalnızlık anlaşılamamanın getirdiği bir sonuç. Sonuçta bir yazar düşünceleri yüzünden ölüm tehditleri altında ve korumalarla gezmek zorunda kalıyorsa onun yalnız olmadığını söyleyemeyiz değil mi? Ama daha önce de söylediğim gibi öncü sanatçı zaten ana akıntıya karşı yüzer, bu yüzden de yalnız olmaya başından beri razıdır.
Bir romancı ve hikayeci olarak siz onların yalnızlıklarını paylaşıyor musunuz? Bir yazarın yalnızlığını ne dindirebilir?
Yazmak için iki şey gereklidir; kalem ve yalnızlık. Düşünmek, sorgulamak, araştırmak, aykırı hayallere dalmak zaten yalnız olmayı beraberinde getirir. Her geçen gün bu sözünü ettiğimiz yazarların yalnızlığını daha iyi anlıyorum, o yalnızlığı ben de daha fazla yaşıyorum… Bir yazarın yalnızlığı asla dinmez ama zaman zaman kesintiye uğrar: İyi bir okuruyla karşılaştığında…
Kendini kurcalayan edebiyat
Edebiyatın başka birçok şeyin yanı sıra yazarın okurla, hatta başka yazarların okurlarıyla oynadığı bir oyun olduğunu düşündürüyorsunuz… Kitabın adı olan 602. Gece de buna bir gönderme. Bu oyunda amaç nedir?
602. Gece, oyunları ve yanılsamalı metinleri çok seven Borges’in bir metniyle açılıyor. Binbir Gece Masalları’nın 602. gecesinde Şehrazat’ın kendi masalını anlatmasıyla metnin kendi üzerine kapanarak sonsuz bir döngü oluşturmasından söz ediyor. Bu döngünün anlamı nedir, Borges’in hayal ettiği bu oyunun olası sonuçları nelerdir diye düşünmeye başladığımızda bir anda kendimizi gerçeklik ve kurmacanın iç içe geçmeye başladığı gri alanlarda dolaşırken buluyoruz. Bu geçişliliğin ve sanat yapıtının gerçeklikle ilişkisinin sorgulanması, insan zihninin bu süreçte oynadığı belirleyici rolün keşfedilmesi sanatta modernizm denilen akımı doğurdu. Edebiyat ve sanat araştırıcı gözünü kendine dikti, kendini kurcalamaya başladı; sanatsal süreç sanatın ana konusu haline geldi. Bu yüzden de kimi zaman anlaşılması güç kimi zamansa oyunlu işler ortaya çıktı.
Öte yandan, Oğuz Atay’dan Demiryolu Hikayecileri çözümlemenizin işaret ettiği gibi, edebiyat sadece bir oyun olamayacak kadar meşakkatli bir edim…
Edebiyatçı, sanatçı sanatını belirli kuramlara göre yapmaz. Büyük sanatçıların arayışları çok çeşitli şekillerde katmanlanır. Onları bir iki anahtar kavrama indirgeyerek anlayamayız. Oğuz Atay da böyledir. Evet, yazdıklarında oyunlu, eğlenceli yanlar olduğu gibi son derece zor dilsel deneyler de buluruz. Bir dönem Türk aydınının tüm bir kültürel hesaplaşmasını okuyabileceğimiz gibi son derece kişisel bir arayışın hazin notları olarak da değerlendirebiliriz.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest