Egoist okur

Teoman: “Edebiyatta da hayatta da kırık dökük şeyleri seviyorum”

Teoman’la tanıştığımız günün üzerinden çok zaman geçti. Müzikte adını yeni yeni duyuruyordu. Röportaj yapmak için Cihangir’deki evine gittiğimde, bıkkın bir ifadeyle siyah-beyaz bir İtalyan filmi seyrediyordu. Ekrana gözüm iliştiğinde, altyazı falan görememiştim; İtalyanca da bilmiyormuş.

“Eh, o zaman niye?” diye sormuştum haliyle. Bilmediği bir dilde film seyretmek ona daha eğlenceli geliyormuş. “Hikayeler uydurup diyaloglar yazıyorum. Ekrandaki karakter, ben kim olmasını istiyorsam o oluyor, ne yaşamasını istersem onu yaşıyor. Hem öyle olunca, vakit hızlı geçiyor” demişti.

Sonra işte okumaktan, Raymond Carver’ın öykülerinden, arkadaşların zamanla aileye dönüşmesinden, belki biraz aşktan bahsettiğimiz ilk röportajımızı yapmıştık. Çıktığımda anlamıştım: Karşımda, rock müziğinin en yetenekli anlatıcılarından biri duruyordu ve film seyrederken bile kendine ait hikâyeler kurgulaması onun için dünyanın en normal şeyiydi.

20 sene geçti. Teoman hâlâ aynı derecede bıkkın ve yetenekli.

Tek fark şu: Bıkkın olduğunun artık kendi de farkında. Ve herhalde bu his bilmediği dillerde filmler seyretmekle geçmiyor, o yüzden hep sıkıldığından, bırakıp gitmeyi istediğinden söz ediyor. Şu sıralar heyecan duyduğu tek şey “Fasa Fiso”, yani kitabı… Bakmayın bu sudan ismi seçmesine, Teoman’la ilgili merak ettiğiniz her şeyi bulacaksınız içinde. Hem de en içten ifadesiyle…

Ama röportajımızda kitaptan söz etmedi. Bunun yerine, kürkçü dükkanını, yani kitapları, edebiyatı konuştuk. Devamında da müziği ve hayatı.

Şunu söylemezsem içim rahat etmez: Anladığım kadarıyla kitaplar da, hayat da fragmental onun için. Hatta kendisi de fragmental. Belki bu yüzden bir sürü farklı Teoman var. İşte buradaki onlardan bir tanesi…

Teoman: “Hiçbir plan hatasız yürümüyor ve bu çok güzel”

Teoman: “Edebiyat yorulmuş bir sanat dalı, şaşırtıcı ya da büyüleyici olması artık zor”

Hâlâ çok okuyor musun?

Çok okuyorum. Hele eskiden, tıkış tıkış dolu otobüslerde falan hep okuyordum. Ayaktayken bile gözümü elimdeki kitaptan ayırmıyordum. Şimdiyse konforuma düşkünüm; ya üçlü koltuğumda okuyorum ya da rahat bir şezlongda…

Kitapçıda saatlerce kaybolabilir misin?

Hemen her gün kitapçıya gidiyor ve bazen sadece bir dergiyle çıkıyor, bazen de çoğu zaman hiçbirini okumayacağım bir torba kitapla dönüyorum eve. Ruh durumuma göre değişiyor… Akışa kapılarak o sıra herkesin sözünü ettiği meşhur kitapları almıyorum neyse ki; popüler romanlar pek bana göre değil.

Neden?

Olay örgüsüyle ilişkim çok az, belki ondan. Edebiyatta da hayatta da kırık dökük şeyleri seviyorum. Romanları da birer bütün olarak değil, parça parça algılıyorum. Okurken sık sık bir yere takılıyor ve orada kalıyorum mesela. Fakat esas değişiklik başka yerde. Artık daha çok edebiyat dışı kitaplar alıyorum; psikoterapi ya da felsefe kitapları, medya analizleri, sosyolojik tartışmalar…

Yine de Milan Kundera, John Fante gibi adamları sevmeyi sürdürüyorsun…

Onlar eski aşklarım. “Kayıtsızlık Şenliği”ni okudum mesela ve eleştirmenlerin aksine çok beğendim. Gençlik yıllarımda Kundera’dan çok etkilenmiştim, hâlâ beğenmek, okuyabilmek hoşuma gitti. Yine de edebiyatla eski ilişkim kalmadı, elime kırk yılda bir roman alıyorum. Zekiye Antakyalıoğlu’nun “Bir Düşün Sonu” adlı Kundera incelemesini okudum ama Paul Auster’ın “4-3-2-1”ini beğenmeme rağmen bitiremeden bıraktım. Eski dostlarım John Cheever ve Raymond Carver’ın öykülerini okuyorum ara sıra yeniden. Tanıdıklar, o yüzden uzun uzun hazırlanmaya ihtiyacım olmuyor. Sam Shepard’ın “İçimdeki Kişi”sine başladım en son; şiir gibi yazmış yine.

Kızdığın yazarlar var mı, yaşayan ya da ölü?

Edebiyat yorulmuş bir sanat dalı, şaşırtıcı ya da büyüleyici olması zor. En azından benim için bu böyle. Bir ara bir sürü yazara kızıyordum. Edebiyat dünyası bana göre fazlasıyla formüle işler üretiyordu ve hiçbir yazar gençliğimde hayalini kurduğum “edebiyatçı” profiline uymuyordu. Esas problemi sonradan anladım ve onlara kızgınlığım azaldı, bitti. Beni artık büyülemiyorlardı, çünkü ben değişmiştim.

Farkındasın değil mi, yine kendini suçluyorsun. Halbuki sözünü ettiğin o formül işler insanı gerçekten de düş kırıklığına uğratıyor. Sana özel bir durum değil yani.

Açıkçası yeni yayınlanan edebiyat eserlerine baktığımda, genel geçer şeylerin yaldızlanıp yeniden piyasaya sürüldüğünü ben de sık sık düşünüyorum. Daha arka kapak yazılarını okurken içim sıkılıyor. Fakat bir karar aldım: Söz konusu olan yeni edebiyat, müzik ya da sinema ürünleri olunca, pek fazla konuşmayacak, ukalalık etmeyeceğim. Hem zaten uzun zamandır pek az ilgileniyorum onlarla.

Eskiye dönelim; çocukken neler okuyordun?

Valla çocukken Teksas-Tommiks’çiydim ben. Kılıçlı pelerinli romanları da, casusluk, dedektiflik romanlarını da çok severdim. Mayk Hammer, James Bond, Langelot, Nick Carter; Türk yazarlar tarafından kaleme alınmış versiyonları dahil hâlâ evde duruyorlar. Bir de her çocuk gibi ben de Jules Verne romanlarına bayılıyordum. Yaşım büyüdükçe önce Varlık Yayınları’nın küçük kitaplarına dadandım, sonra da haliyle daha heyecanlı olan diğerlerine… O konuda rahattım, kitap okuduğumu gizlemem gerekmezdi, derslerim iyi olduğu için bana karışılmıyordu.

Peki kitapla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu; mesela kitap çaldın mı?

Yok, olmadı hiç. Hırsızlık zaten yapabileceğim bir şey değil, çocukken de ahlaki olarak sert denebilecek fikirlerim vardı, ilkeliydim. Ödünç almayı da sevmezdim, tıpkı ödünç vermeyi sevmediğim gibi… Kitap, sahip olmak istediğim bir nesneydi, çok severdim kitaplarımı. Hatta “Bu kitap Teoman’a aittir, geri verin” yazılı bir damga yaptırmıştım. Bazı kitaplarımın üzerinde izi hâlâ duruyor.

Kütüphaneni gören biri nelerle karşılaşır? Mesela ben babandan kalma eski ciltleri gördüğümde sevmiştim. Demode ama çok tatlı kitaplardı.

2011’de bir sürü kitap attım. Arkadaşlarım çok kızdı, bir yerlere göndermek yerine onları çöpe attığım için… Ama n’apalım, o şekilde içim daha rahat etti. Bir zamanlar okuduğum ama artık kapağını bile açmayacağım bütün kitaplardan bir çırpıda kurtuldum. Hele ara sıra karıştırsam da bir türlü havasına giremediğim anlı şanlı kitapları daha da büyük bir zevkle attım. Şimdi eskisine göre çok az kitabım var.

Çocukluk kitapların da gitti mi?

Çocukken yeni kitap alabilelim diye eskileri satardık, o yüzden çoğu gitti. Kalanları da anı diye saklıyorum. Sonuçta zayıf bir kütüphanem var, başkaları için pek etkileyici sayılmaz yani.

“Eski duyguları özleyip duruyor insan. Sen değişiyorsun ama etrafı suçluyorsun” 

Son albümden de bahsedelim istiyorum. Niçin “Koyu Antoloji”, eksik parçaları tamamlamak adına olabilir mi?

Bir derleme, toplama takıntısına kapıldım ben. 21 yıllık kariyerimi gelecekteki dinleyiciler için hızlıca düzenlemek istiyorum. Beni başka şarkı yazarlarından en çok ayıran şarkıları bir araya getirdim “Koyu Antoloji”de. Sadece yan yana dizmek değil de, yeni düzenlemelerle hepsini şimdiki zevkime göre temize çektim.

Peki, kendine mesafe alarak bakma fırsatı yarattı mı senin için? Geriye baktığında ne görüyorsun, neyi başarmışsın 50 yıllık hayatında?

Valla, hayal ettiğim bir sürü şeyi başardım aslında ama artık pek bir önemi yok hiçbirinin. Ne görüyorum dönüp baktığımda? Bir çocukluk hayalimi gerçekleştirdim. Hem rock yıldızı olarak tanınacaktım hem de kendine has stili olan bir şarkı yazarı haline gelecektim. Bugün ticari olarak da, artistik olarak da başarılı bir kariyerim var; birbirinden çok farklı insanlara sesleniyorum.

Sıkıldığından söz ediyorsun, tamam. Fakat daha ileri gittiğin oldu mu? Mesela hayatının hiç değilse bir döneminde, “Kimse beni anlamıyor, çekip gideyim” dedin mi?

Demesine dedim ama palavra sıkıyormuşum meğer. İçi boşmuş! Daha doğrusu, derdim müzikle değilmiş. Hayattaki bir sürü şey artık ilgimi çekmemeye başlamış ve ben müziği suçlamışım. Çok kolay bir işim var aslında. Sırf eski ürettiklerim sayesinde bile çok az çalışarak, fıstık gibi bir hayat sürebilirim. Ama işte öyle olmuyor. Bilirsin, eski duyguları özleyip duruyor insan. Sen değişiyorsun, etrafı suçluyorsun.

Ama daha sakin bir adam oldun bir yandan da, en azından görünüşte…

Ortaya nasıl çıkacağımı, daha ilk albümümü yapmadan planlamıştım. Canımın istediği gibi yaşayacak, hoşuma gitmeyen hiçbir şeyi söylemeyecek ve hayatımı müziğimi yaparak kazanacaktım. Fakat ismim büyüdükçe, sorunlar patlak verdi. Söylediğim her söz, yaptığım her şey dikkat çekmeye, olduğundan daha büyük algılanmaya başladı. Bu, yeterince rahatsız ediciydi. Ama benim için asıl rahatsız edici olan, bir hissi kaybetmekti. Artık hiçbir şeyin umurumda olmadığını kabul etme faslından bahsediyorum. Hal böyle olunca, insan hiç bir şeye odaklanamıyor, motive olamıyor. Tembelleşiyor, olanı biteni önemsemiyor. Eskiden çok özendiğim sanatçılar vardı, hayatlarının sonuna kadar hevesleri, şevkleri azalmazdı; çok çalışırlardı ve hayat enerjileri hep yüksekti. Bir gün onlar gibi olacağıma neredeyse emindim. Hayata dair bütün planlarımı, o çok hevesli halimle yaptım. Sonra ama işler değişti. O bahsettiğim sanatçılara artık imrenmemeye başladım. Bende olmayan bir şey vardı onlarda; ölene kadar işlerine bağlı kalabiliyorlardı. Bense durduğu için sıkılanlardan olmadım hiçbir zaman. Hayat boyu şarkı yazmak, turnelere çıkmak falan istemiyorum; çalışmak da istemiyorum.

Şimdiki planın ne?

Hayatıma dair sürü kararlar alıyor ama onları uygulayamıyorum, birçok konuda iradesizim. Çok tembelleştim. Eskiden sevdiğim şeylere ilgimi kaybettim. Gün boyu canım sıkılıyor, boş boş düşünüyorum. Geleceğe dair sadece sakin sakin kitap okuma hayalleri kuruyorum.

“O eski ‘âşık’ halimizi arıyoruz”

Aşk fikrinde beni ikna etmeyen bir şey var; insan tutamayacağı vaatler veriyor, tutulmayacağını bildiği vaatlere kanıyor ve bu yalan halden çıkmayı tuhaf bir biçimde reddediyor… Senin de böyle hissettiğini biliyorum, yine de en güzel aşk şarkıları seninkiler.

Aşkın çok bahsi geçiyor gibi ama bence yokluğundan daha fazla söz ediliyor. O konuda bir problemimiz var. Doğuştan şüpheci bir karaktere sahip olduğum için, hissettiğim en yoğun duyguları bile didiklerim ben. Vardığım sonuç şu: Hayatımızda ihtiyaç duyduğumuz rolleri hiç de o rollerin insanı olmayan kişilere dağıtabiliyoruz kolayca. Kim bilir, belki de gençliğimize, o yıllarda hissettiğimiz duygulara özlemi aşkla karıştırıyoruz aslında. Belki de o eski “âşık” halimizi arıyoruz…

Geçmişi hatırlamayı denediğinde, gözünün önüne gelen ilk imge ne oluyor?

Annem.

Nasıl hatırlasınlar seni?

“Teoman” olarak. Biz nasıl Barış Manço’yu, Cem Karaca’yı, Fikret Kızılok’u hatırladığımızda içimiz ısınıyor, ben de insanlara aynı hissi vermeyi isterim.

Tipik bir Teoman gününü anlatır mısın?

Pek verimli değil günlerim. Genelde güzel bir kahvaltı, spor, eş dost ziyareti, kafelerde zaman öldürme, geceleri de kitap okuma.

Evin nasıl bir yer?

Tahta jaluziler, siyah yatak örtüleri, ince cam kadehler, karışık kitaplar, dergiler, balkonda asma, deniz manzarası.

İnsanın insana ihtiyacı ilgimi çekiyor ve yalnızlık hissi de insana en çok keyfi kaçmışken, koyuyor”

Şuna ne dersin? “Sorma neden, niçin. Her şey yalnızlıktan. Bak, bak, bak, bak, güzel bir gün ölmek için.”

Yalnız insanlar daha çok ilgimi çekiyor. Yalnızlık sık sık hissettiğim, üzerine düşündüğüm, şarkılarımda da kullandığım bir tema. ‘Güzel Bir Gün’de de kullandım. Bazen koca dünyada tek başına kalmış gibi hissediyorsun kendini. Korkutucu bir şey. ‘Yalnızlığı severim’ diye afra tafra yapıyorum etrafa ama eşe dosta yakın olmadığım zamanlarda da boğuluyorum. İnsanın insana ihtiyacı ilgimi çekiyor ve yalnızlık hissi de insana en çok keyfi kaçmışken, koyuyor.

Peki ya şu? “Uyumadan uyandım, yine aynı dünyaya. Karar verdim kalmaya. Baktım, dedim ki aynaya, ‘Acelen ne! Seni sevenler var burada hâlâ.'”

Şarkılarımda hep uzun intiharlara gönderme yaptım. Ne demek uzun intihar? Boğaz Köprüsü’nden atlamak değil de kendini tahrip ederek yaşamak… Eskiden serseriliği abartıyordum; günlük, normal duygularla ilişkim kesilmişti. Tek istediğim, içimde hissettiğim ‘duvara karşı’ hislerini azaltmak, huzura kavuşmaktı. O günlerin şarkısı Ayna.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments